Kafkas J Med Sci: 8 (3)
Cilt: 8  Sayı: 3 - 2018
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Nar Kabuğu Ekstresinin Sıçanlarda Paklitakselle İndüklenen Primer Nöron Hasarına Karşı Koruyucu Etkisi
Protective Effects of Pomegranate Peel Extract on Paclitaxel Induced Primary Neuron Damage in Rats
Muhammed Yayla, Damla Çetin, Çağlar Demirbağ, Pınar Aksu Kılıçle
doi: 10.5505/kjms.2018.17136  Sayfalar 149 - 157
Amaç: Potansiyel bir anti-karsinojen olan nar kabuğunun kemoterapötikler ile tedavisinin tedaviyi desteklediği ve daha güçlü anti kanser etki oluştuğu gösterilmiştir. Ancak nar kabuğunun kanser kemoterapisine bağlı gelişebilecek nörotoksisiteye karşı nasıl bir etki göstereceği konusunda bir bilgi bulunmamaktadır. Çalışmamızda güçlü antioksidan olan nar kabuğunun sıçanlarda paklitaksel ile indüklenen primer nöron hasarındaki etkilerini biyokimyasal ve moleküler analizler ile ortaya koymayı amaçladık.
Materyal ve Metot: Yeni doğan sıçan yavrularından elde edilen primer nöron hücre kültüründe paklitaksel toksisitesi indüklendi. PPE 200, 300 ve 400 mg/ml dozlarında koruyucu etki için paklitakselden 2 saat önce uygulandı.
Bulgular: Hücre canlılığı için yapılan MTT analizinde paklitaksel 24 saat sonunda nöron hasarı oluşturarak hücre canlılığını azaltmıştır. PPE ise tüm dozlarda anlamlı bir şekilde paklitaksel toksisitesini önleyerek hücre canlılığını korumuştur. PPE bu etkilerini oksidatif stresi azaltarak, antioksidan kapasiteyi artırarak ve aynı zamanda pro-inflamatuar sitokin olan TNF-α eksresyonunu ve apoptotik proteinler olan caspase 9 ve 3 ekspresyonunu baskılayarak ortaya koymuştur.
Sonuç: PPE antioksidan, anti-inflamatuar ve anti-apoptotik etkisi ile paklitaksele bağlı gelişen primer nöron hasarını önlemiştir.
Aim: The combination of chemotherapeutics and pomegranate peel extract has been shown to have a stronger anti-cancer effect. However, there is no information about how pomegranate peel extract will affect the neurotoxicity that may develop due to cancer chemotherapy. In this study, we aimed to the effects of strong antioxidant pomegranate peel extract on paclitaxel induced primary neuron damage in newborn rats by biochemical and molecular analysis.
Material and Method: Paclitaxel toxicity was induced in the primary neuron cell culture derived from newborn rats. PPE 200, 300 and 400 mg/ml doses were applied 2 hours before the paclitaxel for protective effect.
Results: In the MTT analysis, paclitaxel reduced cell viability by caused neuronal damage at the end of 24 hours. PPE has demonstrated significant protective effect on cell viability by preventing paclitaxel toxicity at all doses. PPE was demonstrated its effects by reducing oxidative stress, increasing antioxidant capacity, and also by suppressing the TNF-α expression which is pro-inflammatory cytokine, and caspase 9 and 3 expression which are apoptotic proteins.
Conclusion: PPE prevents primary neuron damage caused paclitaxel by its antioxidant, anti-inflammatory and anti-apoptotic effect.

3.
Diyabetik Maküla Ödeminde Unilateral ve Bilateral Uygulanan İntravitreal Ranibizumab Tedavisinin Anatomik ve Görsel Sonuçları
Anatomical and Visual Outcomes of Unilateral and Bilateral Intravitreal Ranibizumab Treatment Applied in Diabetic Macular Edema
Erdinc Bozkurt, Osman Öndaş
doi: 10.5505/kjms.2018.60590  Sayfalar 158 - 164
Amaç: Diyabetik makula ödemi olan hastalarda unilateral ve bilateral uygulanan intravitreal ranibizumab tedavisinin anatomik ve görsel sonuçlarının karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Kliniği’nde Nisan 2012-Mayıs 2017 tarihleri arasında diyabetik makula ödemi (DMÖ) olan ve birer ay ara ile toplam 3 kez intravitreal ranibizumab (İVR) enjeksiyonu uygulanan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, diyabetin süresi, şikayetler ile ilk ranibizumab tedavisi arasındaki süre, uygulanan diğer tedaviler, takip süresi, göz içi basıncı, görme keskinliği (EDGK) kaydedildi. İstatistiksel analizlerde paired-t testi kullanıldı, p<0,05 olması anlamlı kabul edildi. Bulgular: Çalışmaya; DMÖ olan 43’ü erkek, 37’si kadın, yaşları 59–82 olan, 80 hastanın 120 gözü dahil edildi. 40 hasta unilateral, 40 hasta bilateral DMÖ nedeniyle tedavi edildi. İlk kez tedavi gören hastalara birer ay ara ile toplam 3 kez İVR enjeksiyonu uygulandı. Ortalama diyabet süresi unilateral olgularda 10,6 yıl, bilateral olgularda 11,2 yıl idi. Şikayetler ile ilk ranibizumab tedavisi arasındaki süre, unilateral olgularda 21 gün, bilateral olgularda 18 gün idi. Takip süresi unilateral olgularda ortalama 6,3 ay, bilateral olgularda 6,7 ay idi. Başvuru anında ortalama EDGK unilateral olgularda 0,19±0,23 (Snellen), bilateral olgularda sağ gözlerde 0,21±1,35, sol gözlerde 0,29±0,76 (p>0,05), 6. ayda ise sırasıyla 0,2±0,32, 0,53±2,59, 0,49±1,92 (p>0,05) idi. OCT incelemesinde; başvuru anında ortalama santral foveolar kalınlığı (SFK) unilateral olgularda 458,1±177,6μm, bilateral olgularda sağ gözlerde 412,5±233,8μm, sol gözlerde 463,2±721,9 μm (p>0,05), tedavi sonrası 6. ayda ise sırasıyla; 301,3±129,6μm, 297,3±316, 280,1±317,3 μm (p>0,05) idi.
Sonuç: Unilateral İVR uygulanan hastaların diğer gözlerinde SFK’ında ve görme düzeyinde anlamlı bir değişiklik saptamadık. Bilateral ve unilateral İVR uygulamaları kıyaslandığında, EDGK ve SFK’ındaki değişim açısından istatistiksel olarak anlamlı farkın olmadığı ve bilateral İVR uygulamasının sinerjistik etkisinin olmadığı kanaatindeyiz.
Aim: Comparison of anatomical and visual results of unilateral and bilateral intravitreal ranibizumab treatment in patients with diabetic macular edema.
Material and Method: The files of patients with diabetic macular edema (DME) who underwent intravitreal ranibizumab (IVR) for a total of 3 times between April 2012 and May 2017 were reviewed retrospectively at Ataturk University Ophtalmology Department. Age, gender, duration of diabetes, duration between complaints and first ranibizumab treatment, other treatments, follow-up period, intraocular pressure, best corrected visual acuity (BCVA) were recorded. The paired-t test was used for statistical analysis, p<0.05 was considered significant. Results: 120 eyes of 80 patients with DME, whose 43 were males, 37 were females and 59–82 years old were included. 40 patients were treated unilaterally because of DME and 40 patients were treated bilaterally due to DME. Mean BCVA was 0.19±0.23 (Snellen) in unilateral cases, 0.21±1.35 in the right eye, 0.29±0.76 in the left eye in bilateral case p>0.05) at the time of admission, in the 6th month, the mean values were 0.42±0.32, 0.53±2.59, 0.49±1.92 (p>0.05), respectively. Mean central foveolar thickness (CFT) was 458.1±177.6 μm in unilateral cases, 412.5±233.8 μm in right eye and 463.2±721.9 μm in left eye (p>0.05) in bilateral cases. After treatment, at the 6th month, respectively; mean CFT was 301.3±129.6 μm, 297.3±316 μm, 280.1±317.3 μm (p>0.05).
Conclusion: We didn’t determine any significant change in CFT and BCVA in the other eyes of the patients applied unilateral IVR. When comparing unilateral IVR with bilateral IVR, we conclude that there isn’t statistically significant difference in terms of changes in BCVA and CFT and there isn’t synergistic effect of bilateral IVR administration.

4.
Pioglitazon Sıçanlarda Yüksek Sükrozla Başlatılmış Metabolik Sendromda Böbrekteki Oksidatif Stresi Azaltır
Pioglitazone Reduces Oxidative Stress in Kidney Against High Sucrose Diet-Induced Metabolic Syndrome in Rats
Ayca Bilginoglu Kara
doi: 10.5505/kjms.2018.71224  Sayfalar 165 - 171
Amaç: Metabolik sendrom (MS), kronik böbrek hastalığının ilerlemesinde önemli bir risk faktörüdür. Tiyazolidindionlar (TZDs) muhtemelen MS’de renovasküler koruma sağlar. Bununla birlikte, yüksek sükroz başlangıçlı MS’de pioglitazonun böbreğe ait oksidatif stres üzerine etkisinin açıklanmasıyla ilgili çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmanın amacı pioglitazonun MS’li sıçanların böbreklerindeki oksidatif stres belirleyicileri üzerine etkisinin incelenmesidir.
Materyal ve Metot: Çalışmada erkek Wistar türü sıçanlar (200–250 g ağırlıkta) kullanıldı. Onlar kontrol grup, MS grup (935 mM sükroz içme sularına katılarak) ve pioglitazon uygulanmış MS grup (MSP); MS grubun 18. haftasından başlayarak 2 hafta pioglitazon (30 mg/kg/ gün, gavajla) uygulandı. Aspartate amino transferaz (AST), laktat dehidrojenaz (LDH), toplam oksidan durum (TOS), toplam antioksidan durum (TAS) seviyeleri ticari kitler kullanılarak ölçüldü. Tiyobarbitürik asit reaktif maddeler (TBARS), indirgenmiş glutatyon (GSH), üre, ürik asit and kreatin ölçüldü. Tiyoredoksin 1 (TRX1) düzeyi sitoplazma ve hücre zarında western blot ile ölçüldü. TRX1 aktivitesi sitoplazma ve hücre zarında ticari kit kullanılarak öçüldü.
Bulgular: Kontrol sıçanları ile karşılaştırıldığında, sükroz ile beslenmiş olan sıçanlar abdominal obezite, insulin direnci, hiperinsülinemi, ve hipertrigliseridemi içeren MS’nin bir çok özelliğini göstermiştir. Bunun yanında, MS’de değişmiş olan AST, LDH, TOS, TAS, TBARS, GSH, üre, ürik asit and kreatin, TRX1 aktivitesi ve protein düzeyleri pioglitazon uygulamasıyla kontrol seviyelerine dönmüştür.
Sonuç: Pioglitazon, MS’li sıçanların böbreklerinde artmış olan oksidatif stresi azaltmıştır.
Aim: The metabolic syndrome (MS) is an important risk factor for the development of chronic kidney disease. Thiazolidinediones (TZDs) provide renovascular protection, probably in the MS. However, reports about the effect of pioglitazone on renal oxidative stress in high sucrose diet-induced MS remains to be determined. The aim of this study was to assess the effects of pioglitazone on oxidative stress markers in kidney tissues of MS rats.
Material and Method: Male Wistar rats (200–250 g in weight) were used in present study. They were divided as control (Con) group, MS group (receiving 935 mM sucrose in drinking water) and pioglitazone treated MS group (MSP) received pioglitazone treatment (30 mg/kg/day, via gavage) for two weeks at the end of the 18th weeks of MS group. Aspartate aminotransferase (AST), lactate dehydrogenase (LDH), total oxidant status (TOS), and total antioxidant status (TAS) levels were measured using commercial kits. Thiobarbituric acid reactive substances (TBARS), reduced glutathione (GSH), urea, uric acid and creatinine were measured. Thioredoxin 1 (TRX1) level was measured in cytosol and membrane tissues by western blot. TRX1 activity was measured in cytosol and membrane tissues using commercial kit.
Results: Compared with control rats, the sucrose-fed rats exhibited several characteristics of MS, including central obesity, insulin resistance, hyperinsulinemia, and hypertriglyceridemia. Furthermore, changed levels of AST, LDH, TOS, TAS, TBARS, GSH, urea, uric acid, creatinine and TRX1 activity and protein levels in the MS group were reversed to control levels by administration of pioglitazone.
Conclusion: Pioglitazone reduced the elevated oxidative stress in kidney of MS rats.

5.
Ayak Arkus Açısı ve Ayak Uzunluğu Arasındaki İlişki
Relationship Between the Angle of the Foot Arch and the Length of the Foot
Bilge İpek Torun, Nurdan Çay
doi: 10.5505/kjms.2018.81557  Sayfalar 172 - 177
Amaç: Ayak morfolojisinin ve antropometrisinin ayağın biyomekanik ölçümleri ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Ayak morfolojisine katkıda bulunan esas ark olan medial longitudinal ark (MLA), ön ayak ve arka ayak arasında elastik bir bağlantı sağlar. Pes kavus ve pes planus gibi spesifik olarak MLA’dan kaynaklanan problemler ve dizilim bozuklukları, sonuçta alt ekstremite kaslarının ve eklemlerinin işlevini etkiler. Biz bu çalışmamızda radyografiler üzerinden ölçümler yaparak MLA’nın ayak uzunluğuyla olan ilişkisini araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metot: 18–80 yaş aralığındaki (erkek: 18–75, kadın: 18– 80) 106 kişiye (70 erkek, 36 kadın) ait 212 adet (106 sağ, 106 sol) basarak çekilmiş lateral ayak grafisi geriye dönük olarak değerlendirildi. 18 yaşın altında ya da 80 yaşın üstünde olan, ayağında geçirilmiş travma veya cerrahi bulgusu, yer kaplayan lezyon ya da ayak kemiklerinde herhangi bir deformite bulunan kişilerin grafileri değerlendirme dışında bırakıldı. Grafilerde ayağın kemik boyu ve MLA’yı değerlendirmek üzere kalkaneal eğim açısı ve calcaneus - 1. metatars açısı ölçüldü. Ölçümlerden elde edilen sonuçlar istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Ortalama ayak kemik boyu kadınlarda 237,5 mm (216,5– 256,7 mm), erkeklerde 264,1 mm (205,0–293,6 mm) olarak ölçüldü. Ortalama kalkaneal eğim açısı 18,2o (2,7o–31,4o), calcaneus - 1. metatars açısı 140,2o (119,5o–159,8o) olarak ölçüldü. Her iki cinste de ayak kemik boyu ve açılar arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon bulundu (hem kalkaneal eğim açısı hem calcaneus - 1. metatars açısı için p<0,01). Kalkaneal eğim açısı ve calcaneus - 1. metatars açısı arasında da anlamlı ilişki bulundu (p<0,01).
Sonuç: Ayak morfolojisiyle ilişkili olan denge, yürüyüş, tek veya çift ayak üstünde durma, zıplama, çömelme gibi fonksiyonlar üzerinde etkili olduğu bilinen MLA’nın her iki cinste de ayak uzunluğuyla ilişkili olduğu bulundu. Bu durum büyük ayağa sahip kişilerde pes planus’a yatkınlığın daha çok olacağının öngörülmesi sonucunu doğurur.
Aim: Foot morphology and anthropometry are known to be associated with biomechanical measurements of foot. The medial longitudinal arch (MLA), which is the main arch contributing to the foot morphology, provides an elastic connection between the forefoot and hindfoot. Problems and alignment disorders, specifically caused by MLA, such as pes cavus and pes planus, ultimately affect the functions of the muscles and joints of the lower extremity. In this study, we aimed to investigate the relation between MLA and bony-length of foot by making measurements on radiographs.
Material and Method: 212 (106 right and 106 left sides) weightbearing lateral x-ray images of 106 patients (36 females, 70 males) aged between 18–80 (m: 18–75, f: 18–80) were evaluated. Images of the patients aged under 18 or above 80, with any sign of trauma or surgery, space-occupying lesion of foot or deformity of foot bones were excluded. The maximal bony-length of the foot and in order to evaluate the medial longitudinal arch (MLA) the angle between the calcaneus and the 1st metatarsal bone and calcaneal inclination angle were measured on the x-ray images. The results were evaluated statistically.
Results: The mean bony-length of the foot was measured as 237.5 mm (216.5–256.7 mm) in females and 264.1 mm (205.0–293.6 mm) in males. The mean respective calcaneal inclination angle and the angle between the calcaneus and the 1st metatarsal bone were measured as 18.2o (2.7o–31.4o) and 140.2o (119.5o–159.8o). In both gender there was a significant correlation between the bonylength of foot and angles (p<0.01 for both angles). There was also found a significant correlation between calcaneal inclination angle and the angle between the calcaneus and the 1st metatarsal bone (p<0.01).
Conclusion: MLA, known to be effective on functions such as balance, walking, standing on one or two feet, jumping and squatting, which are associated with foot morphology, was found to be related to foot length in both gender. This results in a prediction of predisposition to the pes planus in people with large feet.

6.
Kronik Otitis Media ve Alerjik Rinit Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi
Evaluation of the Relationship Between Chronic Otitis Media and Allergic Rhinitis
Yavuz Güler, Rukiye Güler, Alper Şen, Kadir Özdamar, Esra Aycan Üstyol
doi: 10.5505/kjms.2018.34713  Sayfalar 178 - 182
Amaç: Bu çalışma alerjik riniti (AR) olan hastaların, kronik süpüratif otitis mediaya (KSOM) yakalanma açısından, sağlıklı bireylere göre daha fazla risk taşıyıp taşımadığını ortaya koymak amacıyla planlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya ikinci basamak bir hastanenin Kulak Burun Boğaz (KBB) polikliniklerine başvuran ve gönüllü olan 676 hasta (402 kadın, 274 erkek) randomize olarak dahil edildi. Tüm gönüllülerin, alerjik rinit için skor (score for allergic rhinitis; SFAR) puanları ve otomikroskopik muayene bulguları kaydedildi. Hastalar alerjik rinit olup olmamasına göre AR (+) ve AR (-) olarak, kronik süpüratif otitis media olup olmamasına göre KSOM (+) ve KSOM (-) olarak gruplandırıldı. İstatistik analizlerin tümü için SPSS 21,0 versiyonu kullanıldı.
Bulgular: AR (+) hastaların %18,6’sı (n=22) KSOM (+) iken, AR (-) hastaların %28,7’si (n=160) KSOM (+) idi. Kronik süpüratif otitis media, AR (-) grupta, AR (+) gruba göre anlamlı bir şekilde daha fazla görüldü (p<0,026).
Sonuç: Alerjik rinit, kronik süpüratif otitis media etyolojisinde bir risk faktörü olarak görülmemektedir. Tam tersine alerjik rinit etyolojisinde rol oynayan faktörler, kronik süpüratif otitis mediaya karşı koruyucu etki gösteriyor olabilir.
Aim: This study was planned for the purpose of revealing whether patients with allergic rhinitis (AR) carry a greater risk compared with healthy individuals in terms of developing chronic suppurative otitis media (CSOM).
Material and Method: 676 volunteer patients (402 female, 274 male) who were referred to the otorhinolaryngology (ENT) outpatient clinics of secondary care hospitals were randomly included in the study. The score for allergic rhinitis (SFAR) points and otomicroscopic examination findings of all the volunteers were recorded. The patients were grouped as AR (+) and AR (-) based on whether they had allergic rhinitis, and as CSOM (+) and CSOM (-) based on whether they had chronic suppurative otitis media. For all statistical analysis, SPSS version 21.0 was used. Results: While 18.6% of the AR (+) patients were KSOM (+), 28.7% of the AR (-) patients were KSOM (+). Chronic suppurative otitis media was seen significantly more in the AR (-) group compared with the AR (+) group (p<0.026).
Conclusion: Allergic rhinitis is not seen as a risk factor in the etiology of chronic suppurative otitis media. Conversely, the factors that play a role in the etiology of allergic rhinitis could be effective against chronic suppurative otitis media.

7.
Meme Hastalıkları Miyoma Uteri Birlikteliği
Breast Diseases and Myoma Uteri Co-Occurness
Funda Dinç Elibol, Sezen Bozkurt Köseoğlu
doi: 10.5505/kjms.2018.90582  Sayfalar 183 - 189
Amaç: Etiyolojisinde hormonal faktörlerin suçlandığı memenin fibrokistik değişiklikleri ve miyoma uteri birlikteliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Ocak 2017-Mart 2017 tarihleri arasında toplam 655 ardışık kadın hasta geriye dönük tarandı. Görüntüleme bulguları ile miyoma uterisi olan 104 ve olmayan 84 hasta çalışmaya dahil edildi. Mamografide meme dansitesi ve ayrıca kitle, mikrokalsifikasyon, aksiller lenfadenopati bulunup bulunmaması, mamografi raporunun BI-RADS sonucu kaydedildi. Ayrıca hastaya ait meme ultrasonografisinde meme tipi, ultrasonografide solid lezyon, kist, multipl kist, duktal ektazi bulunup bulunmadığı ve BI-RADS sonucu değerlendirildi. Eğer mevcut ise biyopsi sonuçları da kaydedildi.
Bulgular: Miyoma uteri grubunda yaş ortalaması 48,6±6,1, kontrol grubunda 50,0±8,7 olup gruplar yaş bakımından uyumlu bulunmuştur. Çalışma ve kontrol grubunda meme dansiteleri, solid kitle, mikrokalsifikasyon, duktal ektazi vemalign lezyon sıklığı, açısından fark bulunmazken, kistler myoma uteri grubunda (%72,5) istatisitiksel olarak kontrol grubuna göre (%51,9) daha sık olarak bulunmuştur (p=0,008).
Sonuç: Miyoma uteride fibrokistik değişiklikler daha sık görülmektedir. Bu sonucun klinik pratikte miyoma uterili hastaların yönetiminde dikkate alınması faydalı olacaktır.
Aim: To evaluate the association between fibrocystic changes of the breast and myoma uteri of which have hormonal factors in their etiology. Material and Method: Between January 2017 to March 2017 a total of 665 consecutive women were retrospectively evaluated. One hundred and four patients having myoma uteri and 84 patients not having myoma uteri proved with imaging techniques, were included in the study. Mammographic breast density, and also whether there were mass, microcalcification, axillary lymphadenopathy or not, and mammographic BI-RADS results were enrolled. Besides, breast type, solid lesions, cysts, multiple cysts, ductal ectasia in ultrasonography and sonographic BI-RADS results were recorded. If it is available, the biopsy results were noted.
Results: Mean age of myoma uteri group was 48.6±6.1 and control group was 50.0±8.7 and there was consistency in respect to ages. There was no significant difference in breast density, mass, microcalcification, ductal ectasia, and malignant lesions between the study and control group. Statistically, a significant difference was found in breast cysts between study (% 72.5) and control (% 51.9) group (p=0.008). Conclusion: Fibrocystic changes are more common in myoma uteri. It might be helpful in clinical practice to keep in mind this result in management of myoma uteri patients.

8.
Mesane Kanseri Nedeniyle Transüretral Rezeksiyon Yapılan 177 Olgunun Retrospektif Analizi
Retrospective Analysis of 177 Cases Treated with Transurethral Resection
Erkan Hirik, Mecdi Gürhan Balcı
doi: 10.5505/kjms.2018.55798  Sayfalar 190 - 193
Amaç: Dünyada en sık görülen kanserler arasında dokuzuncu sırada yer alan mesane kanserleri, üriner sistemin en sık görülen maligniteleridir. 60 yaşın üzerinde ve erkeklerde daha sık görülürler. En sık görülen belirtisi hematüridir. En sık görülen histopatolojik tipi ürotelyal hücreli karsinomlardır. Oldukça yüksek rekürrens ve invazyon oranlarına sahiptirler. Mesane kanseri nedeniyle transüretral rezeksiyon (TURM) yapılan hastalar ilk iki yıl boyunca en az üç-dört ayda bir, sonraki üç yıl boyunca her altı ayda bir, daha sonra yılda bir defa klinik/sistoskopik olarak takip edilirler. Çalışmanın amacı, mesane tümörü tanısıyla TURM uygulanan vakaları ve bu vakaların nüks materyallerindeki re-TUR sonuçlarını invazyon ve histolojik grade açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirmek, sonuçları literatürle paylaşmak, hastaların prognozunun belirlenmesine, klinik takibi ve tedavisine katkı sağlamaktır.
Materyal ve Metot: Çalışmada üniversitesimizin patoloji arşivi kullanıldı. Mesane ürotelyal karsinom tanısı alan vakalar çalışmaya dahil edildi. 2013–2018 tarihleri arasında mesane tümörü tanısıyla TURM yapılan 177 olgu incelendi. Bu olguların parafin bloklarından alınan kesitler Hematoksilen-Eozin boyamayla değerlendirildi. İlk doku teşhisi ile re-TUR sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Hastaların 153’ü erkek, 24’ü kadındı. Histopatolojik olarak 103 olguda yüksek dereceli, 74 olguda düşük dereceli ürotelyal karsinom mevcuttu. 66 vakada noninvaziv ürotelyal karsinom mevcuttu. 102 vakada lamina propria invazyonu, 9 vakada muscularis propria invazyonu saptandı. 46 (%26) vakada nüks olduğu saptandı. Tümör histolojik grade’i yüksek olan vakalarda ve invaziv vakalarda nüks oranları istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Nüks eden 11 düşük grade’li vakanın 3 (%27,2) tanesinde rekürrens materyallerinde yüksek grade’li tümör saptandı. Nüks eden 11 noninvaziv vakanın 2 (%18,2)’sinde invazyon saptandı.
Sonuç: Mesane TURM ve re-TUR sonuçları literatürle paylaşıldı. İlk doku teşhisi ile nüks materyalinde invazyon varlığı ve histolojik grade değişiklikleri mevcutsa, hastaların tedavi ve takibinin yeniden planlanması gerektiği vurgulandı.
Aim: Bladder cancers are the ninth most common malignancies in the world. These are the most common malignancies of the urinary tract. The most common histological type of this cancer is urothelial cell carcinoma. It has very high rates of recurrence and invasion. The aim of this study is to evaluate the results of bladder TUR and re-TUR cases in terms of invasion and histological grade, to share the results with the literature, to determine the prognosis of patients and to contribute to the clinical follow-up and treatment.
Material and Method: Pathology archive of Erzincan Binali Yıldırım University was used in this study. Cases with urothelial carcinoma of the bladder were included in the study. A total of 177 cases who underwent bladder TUR between 2013–2018 were examined. Sections from the paraffin blocks of these cases were evaluated with Hematoxylin-Eosin staining. Re-TUR results were compared with the first TUR diagnosis.
Results: 153 of the patients were male and 24 were female. In 103 cases, the tumor was high-grade and 74 patients had low-grade tumor. Sixty-six cases had non-invasive urothelial carcinoma. Lamina propria invasion was detected in 102 cases and muscularis propria invasion in 9 cases. 46 (26%) cases had a recurrence. Recurrence rates were significantly higher in the cases with high-grade tumor and in the invasive cases. 3 (27.2%) of the recurrent 11 low-grade cases had a high-grade tumor in the recurrence material. The invasion was detected in 2 (18.2%) of 11 noninvasive cases.
Conclusion: Bladder TUR and re-TUR results were shared with the literature. It was emphasized that if there is invasion and histological grade changes in the recurrence and the first TUR diagnosis, treatment and follow-up of patients should be re-planned.

9.
Açık Spinal Disrafizm Nedeniyle Opere Olan Yenidoğanlarda Komorbid Durumlar ve Bunların Gebelikte Folik Asit Kullanımıyla İlişkisinin Retrospektif İncelenmesi
Comorbid Conditions in Newborn Operated Due to Open Spinal Dysraphism and Retrospective Evaluation of Relation Between These Situations with Folic Acid Usage During the Pregnancy
Abdurrahman Çetin, Abdulkadir Yektaş
doi: 10.5505/kjms.2018.60486  Sayfalar 194 - 202
Amaç: Biz bu çalışmada, opere edilen meningosel ve miyelomeningosel olgularına eşlik eden komorbid durumları ve bunların gebelikte kullanılan folik asitle ilişkisini incelemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Meningosel ve myelomeningosel tanısıyla opere edilen 81 yenidoğan bu çalışmaya dahil edildi. Hasta dosyaları retrospektif olarak taranarak olguların veriler kaydedildi. Olgular, gebelik döneminde folik asit kullanan ve kullanmayan grup olarak ikiye ayrıldı. İki grup arasında yenidoğanların ağırlık, boy, hemogram, biyokimya, tanı zamanı, doğum şekli, maturite, lokalizasyon, tip, nörolojik defisit, skolyoz, hidrosefali, cerrahi zamanı, ventrikülomegali, tedavi şekli, ek patoloji, tetheredcord sendromu, dermal sinüs traktı, maternal hastalık birlikteliği ve BOS fistülü gibi malformasyonların sayısı, karşılaştırıldı.
Bulgular: Antenatal dönemde folik asit kullanımı %44,4 olarak saptandı. Meningomiyelosel %40,7 lomber, ve %46,9 sakral bölgedeydi. Erken tanılı yenidoğanlarda ( <1 hafta) operasyon oranı daha (%60,5) yüksekti. Cerrahi zamanlama ile komplikasyonlar arasında anlamlı bir ilişki yoktu. Hidrosefali (%55,0), ventrikülomegali (%61,7), skolyoz (%34,6), BOS fistülü (%4,9) ve dermal sinüs traktı (%46,9) eşlik eden ek anomalilerdi. Folik asit kullanılan ve kullanılmayan gruplar karşılaştırıldığında, folik asit kullanılmayan grupta sezaryenle doğum oranı (%75) (p=0,017), myelomeningosel oranı (%80) (p<0,01), paraparezi %39,5 ve parapleji %16 (p=0,006) anlamlı derecede yüksek, dermal sinüs traktı (%35,6) (p=0,022) ve ortalama doğum ağırlığı ise anlamlı derecede düşük (p=0,04) saptandı.
Sonuç: Bizim yaptığımız bu retrospektif çalışmada, meningosel ve miyelomeningosel tanısıyla opere olan yenidoğanlarda gebelik döneminde folik asit kullanımı daha yüksek doğum ağırlığı ve daha yüksek oranda normal doğumla birliktelik göstermekte, daha az oranda miyelomeningosel, parapleji ve parapareziye neden olmakta ancak folik asit kullanımı daha yüksek oranda dermal sinüs traktına neden olmaktadır, bu bilgiler doğrultusunda gebelik döneminde folik asit kullanımını önermekteyiz.
Aim: In the present study, we aimed to analyze comorbid conditions associated with operated myelomeningocele and their relationship with folic acid usage during pregnancy.
Material and Method: Eighty-one newborns who were operated on due to myelomeningocele were included in this study. The patient’s files were retrospectively reviewed, and the data of the patients were recorded. The patients were divided into two groups: folic acid users and non-folic acid users during pregnancy. The two groups were compared in terms of weight, height, hemogram, biochemistry, time of diagnosis, delivery method, maturity, localization, type (meningocel or myelomeningocel), neurological deficit, scoliosis, hydrocephalus, timing of surgery, ventriculomegaly, treatment method, additional pathology, tethered cord syndrome, dermal sinus, maternal disease, and number of malformations such as cerebrospinal fluid fistula.
Results: The rate of folic acid usage during the antenatal period was 44.4%. Myelomeningocele was located in lumbar (40.7%) and sacral (46.9%) regions. The rate of operation with early diagnosis newborn (1<week) was high (60.5%). There was no significant relationship between the timing of surgery and complications. Hydrocephalus (55.0%), ventriculomegaly (61.7%), scoliosis (34.6%), cerebrospinal fluid fistula (4.9%), and dermal sinus (46.9%) accompanied anomalies. Comparing the folic acid group with the non-folic acid group, it was revealed that the rates of cesarean delivery (75%; p=0.017), meningomyelocele (80%; p<0.01), paraparesis (39.5%; p=0.006), paraplegia (16%; p=0.006), and dermal sinus (53.1%; p=0.022) were significantly higher in the non-folic acid group, whereas the mean birth weight was significantly lower (p=0.04) in the non-folic acid group.
Conclusion: In our study, folic acid usage during pregnancy results in higher birth weight, higher number of normal births, and lower rates of myelomeningocele, paraplegia, and paraparesis but a higher rate of dermal sinus in newborn who have been operated for meningocele or myelomeningocele. Therefore, we recommend folic acid usage during pregnancy.

10.
Nazofarenks Punch Biyopsi Sonuçlarının Retrospektif Analizi
Retrospective Analysis of Nasopharynx Punch Biopsy Results
Selçuk Güneş, Mustafa Çelik, Burak Olgun, İrem Özen, Hüseyin Avni Ulusoy
doi: 10.5505/kjms.2018.38039  Sayfalar 203 - 206
Amaç: Malignite şüphesi nedeniyle yapılan nazofarenks punch biyopsi sonuçlarının değerlendirilmesi.
Materyal ve Metot: Çalışmaya toplam 491 olgu (231 kadın 260 erkek; ortalama yaş 36,72±16,91 yıl, aralık 16-90 yıl) dahil edildi. Tüm olguların dosyaları, yaş, cinsiyet, biyopsi yapılma nedeni ve biyopsi sonuçları açısından retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Malignite şüphesi olan ve ayırıcı tanı amacıyla nazofarenks punch biyopsisi yapılan hastalardan 21’i (%4,2) nazofarenks karsinomu tanısı almıştır. Diğer olguların patolojik değerlendirme sonuçları; 454 benign patoloji (lenfoid hiperplazi, kronik lenfoid süreç, (Tornwald kisti) (%92,46), 12 yetersiz materyal (%2,44) ve 4 granülamatöz hastalık (%0,8) olarak saptanmıştır. Malignite saptanan olguların ortalama yaşları, patoloji sonucu benign olan olgulara göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksektir (p=0,000). Malign ve benign olguların cinsiyet dağılımında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır.
Sonuç: Nazofarenks kanseri şüphesinde, endoskopik muayenede yer kaplayıcı kitle olmasa da mukoza ve submukozayı içeren punch biyopsi uygulaması nazofarenks kanserinin erken tanı ve tedavisine imkan sağlayacaktır.
Aim: Evaluation of nasopharyngeal punch biopsy results due to malignancy suspicion.
Material and Method: In total, 491 patients (231 females 260 males; average age 36.72±16.91 years; range 16–90 years) were included in the present study. All patients’ files were evaluated in terms of age, gender, the reason and the results of biopsy.
Results: Nasopharyngeal carcinoma was diagnosed in 21 patients (4.2%) as a result of nasopharyngeal punch biopsies performed due to malignancy suspicion and exclusion. Results of pathological evaluation of other patients; 454 benign pathologies (lymphoid hyperplasia, chronic lymphoid process, Tornwald cyst) (92.05%), 12 insufficient materials (2.44%) and 4 granulomatous diseases (0.8%), respectively. The mean age of patients with malignancy was statistically significantly higher than those with benign pathology (p=0.000). There was no statistically significant difference in the gender distribution of malignant and benign cases (p=0.077).
Conclusion: Taking punch biopsies containing mucosa and submucosa will provide the early diagnosis and treatment of nasopharyngeal carcinoma, in spite of the absence of a mass on endoscopic examination.

11.
Türk Toplumunda Foramen Magnum ve Kafa Tabanındaki Oluşumların İlişkileri
Relations Between Foramen Magnum and Associated Structures Located Within the Skull Base of the Turkish Population
Burcu Erçakmak, Alper Vatansever
doi: 10.5505/kjms.2018.93276  Sayfalar 207 - 213
Amaç: Kafa tabanı ile ilgili olguların tanısında ve cerrahilerinde doğru bir yaklaşım için bölgenin normal anatomisini ve morfometrik ölçümlerini bilmek klinisyenler için oldukça büyük bir önem taşımaktadır. Bu çalışmanın amacı Türk popülasyonunda Foramen Magnum (FM) ile Clivus’un ve ilgili yapıların morfometrik ölçümlerini değerlendirmek hedeflenmiştir.
Materyal ve Metot: Retrospektif olarak 313 hastanın baş ve boyun bölgelerinin bilgisayarlı tomografi anjiyografi (BTA) görüntüleri incelendi. Clivus uzunluğu (LoC), clivus ve FM’un arka kenarı arasındaki açı (C-FM), clivus’un arka yüzeyi ile, dens axis’in arka kenarı arasındaki açı (C-D), FM’un antero-posterior çapı (FMap), FM’un lateral kenarları arasındaki en geniş transvers mesafe (FMt) ve FM alanı (FMa) ölçüldü. Bulgular: Sırasıyla LoC, C-FM, C-D, FMap, FMt ve FMa’nın ortalama değerleri kadın hastalarda 32,1±3,4 mm, 153,46°±9,13, 140,61°±11,93, 34,72±2,57 mm, 29,25±2,1 mm ve 733,26±102,09 mm2 iken erkek hastalarda 35,2±4 mm, 149,93°±8,6, 141,28°±10,33, 36,29±2,89 mm, 30,79±2,27 mm ve 800,12±110,62 mm2 olarak ölçüldü.
Sonuç: Kafa tabanı ile ilgili yapılara ait ölçümler BTA ile kolay bir şekilde değerlendirilebilir. Bu ölçümler klinisyenler için tanı ve tedavi için büyük önem taşımaktadır ancak toplumlar arası farklılıklar göz önünde bulundurulmalıdır.
Aim: For reliable diagnosis and surgical approach, a fundamental knowledge of the normal anatomy and the morphometric measurements of the skull base are important to the clinicians. The aim of this study is to evaluate the morphometric dimensions of Foramen Magnum (FM) and clivus with respect to the related structures of Turkish population.
Material and Method: 313 patients’ computed tomography angiography (CTA) image series of head and neck region was examined retrospectively. Length of the clivus (LoC), angle between the clivus and posterior margin of FM (C-FM), angle between the line along the posterior surface of the clivus and the other line along the posterior side of the dens of axis (C-D), antero-posterior diameter of the FM (FMap), largest transvers distance between lateral margins of the FM (FMt) and the area of the FM (FMa) were measured.
Results: The mean values of LoC, C-FM, C-D, FMap, FMt and FMa in female group are 32.1±3.4 mm, 153.46°±9.13, 140.61°±11.93, 34.72±2.57 mm, 29.25±2.1 mm and 733.26±102.09 mm2 respectively. And also the mean values of LoC, C-FM, C-D, FMap, FMt and FMa in male group are 35.2±4 mm, 149.93°±8.6, 141.28°±10.33, 36.29±2.89 mm, 30.79±2.27 mm and 800.12±110.62 mm2 respectively. Conclusion: Parameters of the structures related to the skull base, especially the FM can easily be evaluated using CTA.

12.
Articulatio Talocruralis Morfometrisinin Anatomik Olarak Normal Eklem Yapısına Sahip Bireylerin Radyografilerinde Değerlendirilmesi
Radiographic Examination of Talocrural Joint Morphometry in Individuals with Normal Joint Anatomy
Muhammet Bora Uzuner, Mustafa F. Sargon, Ferhat Geneci, Mert Ocak, İbrahim Tanzer Sancak, Deniz Demiryürek, Burak Bilecenoğlu
doi: 10.5505/kjms.2018.55476  Sayfalar 214 - 221
Amaç: Articulatio talocruralis travmalarına toplumda çok sık rastlanması nedeniyle bu eklemin anatomik yapısı ve morfometrisinin çok iyi bilinmesi gereklidir. Bu çalışmada articulatio talocruralis morfometrisini yaş grupları ve cinsiyet parametrelerine göre geniş serilerde değerlendirerek literatüre katkı sağlamak ve araştırma sonuçlarına göre protez üreticilerine daha spesifik protez üretimi yapılabilmesi için yol göstermek amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmada, ayak bileği ekleminde herhangi bir patolojisi bulunmayan ve eklemin anatomik olarak normal olduğunun tespit edildiği 274 bireye ait (134 erkek, 140 kadın) ayak bileği radyografileri incelendi. Tanımlanan parametrelerin morfometrik ölçümleri yapılarak elde edilen sonuçlar yaşa ve cinsiyete bağlı olarak istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bildiğimiz kadarıyla morfometrik ölçümlerini yaptığımız parametreler arasında yer alan tibia’nın mediolateral çapı (TML), fibula’nın mediolateral çapı (FML), trochlea tali’nin yüzey alanı (TTA) ve SIGMA açısı literatürde ilk defa bizim tarafımızdan tarif edilmiştir. Ayrıca; çalışmada articulatio talocruralis’in en iç noktaları arasındaki mesafe (ATİ), articulatio talocruralis’in en dış noktaları arasındaki mesafe (ATD), malleolus medialis ile talus arasındaki açı (DELTA) malleolus lateralis ile talus arasındaki açı (ALFA) ve trochlea tali’nin sagittal uzunluğu (TSU) ölçüldü.
Bulgular: Çalışmada, cinsiyetler arasında TML, FML, TTA, ATI, ATD uzunlukları ve ALFA açısı değerlendirildiğinde; erkeklere ait ölçüm sonuçları kadınlardan daha fazla olduğu tespit edildi. Bununla birlikte; kadınlarda TSU ve SIGMA açısının erkeklerden daha yüksek olduğu bulundu. Kadınlarda ve erkeklerde ölçülen DELTA açıları karşılaştırıldığında her iki cinste yaklaşık olarak eşit değerler saptandı.
Sonuç: Geniş serilerde ve normal bireylere ait articulatio talocruralis radyografilerinde gerçekleştirilen bu morfometrik analizlerin literatüre katkı sağlayacağını, ayak bileği ile ilgilenen hekimlere yol göstereceğini ve implant üreten firmalara önemli bir katkı sağlayacağını düşünmekteyiz.
Aim: The traumas of the talocrural joint are very common in population. Therefore; the anatomy and morphometry of this joint has a great importance. The aim of this study was to examine the morphometry of talocrural joint in large series of patients according to age and sex in order to add some new knowledge to the literature. At the same time, according to the results of the research, it is aimed to give a way for field-specific prosthesis production to the prosthetic producers.
Material and Method: In this study; the talocrural joint radiographs of 274 anatomically normal patients (134 males, 140 females) were examined. The morphometric measurements of the defined parameters were done and their statistical analysis were performed according to age and sex. As far as we know, from our parameters; the mediolateral diameter of tibia (TML), the mediolateral diameter of fibula (FML), surface area of trochlea tali (TTA) and SIGMA angles were firstly defined in this study. Additionally; the innermost distance of talocrural joint (ATI), the outermost distance of talocrural joint (ATD), the angles in between the medial malleolus and talus (DELTA), the lateral malleolus and talus (ALFA) and the sagittal length of trochlea tali (TSU) were also measured.
Results: In the comparison of TML, FML, TTA, ATI, ATD measurement sand ALFA angle in both sexes; they were found to be higher in males than in females. However; TSU and SIFGMA angle were found to be higher in females, when compared with males. The DELTA angle was nearly the same in both sexes.
Conclusion: These morphometric analyses were performed in a huge number of anatomically normal patients’ radiographs and therefore; we believe that the study will add a new knowledge to the literature, will help to the clinicians who are interested in the ankle joint and will be useful for the companies who are working on implant technology.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
13.
Primer Sezaryen Sırasında Adneksial Torsiyon ve İnfundibulo-Pelvik Ligament Yokluğu: Vaka Sunumu
Adnexial Torsion and Infundibulo-Pelvic Ligament Absence During Primary Caesarean: Case Report
Gülten Sağır, Bakiye Akbaş, Özgür Özdemir
doi: 10.5505/kjms.2018.23540  Sayfalar 222 - 226
Bu çalışmanın amacı, sezaryen operasyonu sırasında adneksial yapıların ve komşu organların değerlendirilmesinin önemini vurgulamaktır. Operasyon sırasında olması muhtemel konjenital anomaliler, ovaryan kistler, overin premalign kitleleri, teratom, morgagni kistleri, ligamentum latum miyomu, endometriosiz, geçirilmiş pelvik inflamatuar hastalık (PID)’e bağlı adezyonların değerlendirilmesi gereklidir. Bu değerlendirme postoperatif dönemdeki hastada açıklanamayan pelvik ağrı ya da adneksiyal torsiyon gibi nedenlere bağlı akut batın tablosunun gelişmesinin önlenmesine yardımcı olacaktır. Hasta PK 30 yaşında, gravida 1, kliniğimize ilk defa 36. haftada kontrol amacıyla başvurdu. Hastanın hastanemizdeki bir aylık takibi boyunca herhangi bir şikayeti olmadı ve komplikasyon gelişmedi. 40 hafta 1 günlük gebelik mevcut iken gün aşımı şikâyetiyle başvuran hastanın muayenesinde baş pelvis uygunsuzluğu tespit edilerek sezaryen operasyonuna alındı. Daha önce geçirilmiş batın içi cerrahi öyküsü bulunmayan hastada, sezaryen operasyonu sırasında uterus kapatıldıktan sonra batın kontrolü yapıldı. Sol tuba, over ve tubaovaryan ilişki normaldi. Sağ tuba kendi etrafında 3 kez torsiyone olmuştu, sağ infundibulo-pelvik ligament izlenmedi, over tubanın distal ucunda idi. Tubanın fimbriyal ucu ile over damar içermeyen bir fibröz bant aracılığıyla uterus posteriorunda sacrouterin ligamentin üstüne yapışıktı. Adezyon açılarak sağ adneksial detorsiyon yapıldı. Tuba ucunda over dokusu mobil olduğundan yeniden sağ adneks, adezyon bölgesine fikse edildi. Hasta postoperatif ikinci günde herhangi bir komplikasyon olmadan taburcu edildi. Sezaryen sırasında adneksial yapılar ve komşu organlar kontrol edilmelidir. Bu kontrol operasyon sonrası oluşabilecek nedeni açıklanamayan karın ağrısı ve akut batın tablosunu önleyecek ve olası başka ek patolojilerin erken teşhisine yardımcı olacaktır.
The purpose of this study is to emphasize the importance of evaluation of adnexal structures and neighboring organs during cesarean operation. It is necessary to evaluate adhesions due to congenital anomalies, ovarian cysts, ovarian premalign masses, teratomas, morgagni cysts, ligamentum latum myoma, endometriosis, and past pelvic inflammatory disease (PID) that may be present during the operation. This evaluation will help prevent the development of acute abdomen due to unexplained pelvic pain or adnexial torsion in the postoperative patient. The 30 years old patient PK, gravida 1, visited our clinic for the first time at the 36th week. The patient did not have any complaints during the one-month follow-up at our hospital and complications did not develop. During 40 weeks plus 1 day of her pregnancy, head pelvis incompatibility was detected in the examination of the patient and she was admitted to the cesarean operation. The patient who had no history of previous intra-abdominal surgery, was underwent intraabdominal control after the uterus was closed during cesarean operation. Left tuba, over and tuba-ovarian relation were normal. The right tuba was torsioned 3 times around itself and was lack of right infundibulo-pelvic ligament, and also, over was at the distal end of the tuba. The fimbrial tip of tuba and over adhered to the sacrouterin ligament in the posterior uterus via a fibrous band without avascularity. Adhesion was opened and right adnexial detorsion was performed. Since the overlying tissue at the end of the tuba was mobil, the right adnexal was fixed again to the adhesion zone. The patient was discharged on the second postoperative day without any complications. Adnexal structures and neighboring organs should be checked during cesarean section. This control will prevent the unexplained abdominal pain and acute abdomen that may occur after the operation, and will help early detection of possible additional pathologies.

14.
Klippel-Feil Sendromu ile Bağlantılı Doğumsal Brakiyal Pleksus Hasarı Olgusu
A Case of Obstetrical Brachial Plexus Injury Associated with Klippel-Feil Syndrome
Yeşim Garip, Bledjan Çuni, Özgül Bozkurt Tuncer
doi: 10.5505/kjms.2018.38247  Sayfalar 227 - 231
Klippel-Feil Sendromu (KFS) iki veya daha fazla vertebranın yetersiz segmentasyonu ile karakterize bir konjenital malformasyondur. Düşük posterior saç çizgisi, kısa boyun ve boyun hareketlerinde kısıtlılık hastalığın klasik triyadını oluşturmaktadır. KFS’ye iskelet sistemi ve genitoüriner system anomalileri, işitme kaybı, konjenital kalp hastalığı gibi çeşitli anomaliler eşlik edebilir. Bu olguda tip 1 KFS ilişkili doğumsal brakiyal pleksus hasarı olan 38 yaşında bir erkek hasta sunmaktayız. Hasta polikliniğimize boyun ağrısı, boyun hareketlerinde kısıtlılık şikayetleri ile başvurmuş, ileri incelemelerde C2-C6 ve C7-T4 vertebralarda füzyon, C7 vertebra korpusunda kelebek vertebra anomalisi ve tek taraflı renal agenezi tespit edilmiştir.
Klippel-Feil’s Syndrome (KFS) is a congenital malformation which is characterized by insufficient segmentation of two or more vertebrae. Low hair line, short neck and restriction of neck motions form classical triad of the disease. KFS may be accompanied by skeletal system and urogenital system anomalies, hearing loss and congenital heart disease. In this case, we report a 38-year-old male patient who has brachial plexus injury associated with type 1 KFS. Patient was admitted to our outpatient clinic with complaints of neck pain and restriction of neck motions, and further examinations revealed fusion in C2-C6 and C7-T4 vertebrae, butterfly vertebra anomaly of C7 vertebral body and unilateral renal agenesis.

DERLEME
15.
Genom Düzenlemede CRISPR/Cas9 Çağı ve Lösemideki Uygulamaları
CRISPR/Cas9 Age in Genome Editing and Leukemia Applications
Nurcan Gümüş, Burçin Tezcanlı Kaymaz
doi: 10.5505/kjms.2018.94715  Sayfalar 232 - 248
Prokaryotik canlıların immün sistemden adapte edilmiş olan CRISPR/Cas9 (Düzenli aralıklarla bölünmüş kısa palindromik tekrar kümeleri/CRISPR ilişkili nukleaz 9) sistemi genom mühendisliği araçlarının arasına en son eklenen RNA/protein kompleksidir. CRISPR/ Cas9 teknolojisi, endonukleaz Cas9 ve kılavuz RNA (sgRNA) aracılığı ile genomun istenen bir bölgesinde çift zincir kırıklarının oluşumunu katalizler. Bu kırıkların (HR: Homolog Rekombinasyon [Homologous Recombination ya da HDR: Homology-Directed Repair]) ve (NHEJ: Non-Homolog Uç Birleşmesi [Non-Homologous End-Joining]) DNA tamir mekanizmaları kullanılarak, genom düzenlemesi gerçekleştirilmektedir. CRISPR/Cas9 teknolojisi; bakteri suşlarının tanımlanması, gen ve miRNA fonksiyonlarının belirlenmesi, genoma DNA fragmenti eklenmesi/çıkartılması, gen susturma, transkripsiyonel ve epigenetik hedefleme ya da hastalık modellerinin oluşturulması gibi çok geniş bir platformda kullanılmaktadır. Kan/Kemik iliği hastalıklarında lökositoz ile karakterize olan malignite gösteren lösemiler, kromozomal yeniden düzenlemeler ya da mutasyonlar sonucunda gelişmektedir. Günümüzde löseminin moleküler biyolojisi ile patogenezinin anlaşılması, gelecekte çok daha etkin ve kişiye özgül tedavi imkanları sağlayacağından; genom mühendisliği bu noktada önem kazanmaktadır. Çok geniş kullanım alanına sahip olan CRISPR/Cas9 genom tasarımı teknolojisi, hastalık modellerinin oluşturulması, gen ekleme ve susturulması, epigenetik regülasyon gibi alanlarda kullanılarak, lösemi tedavisinde yeni bir fonksiyonel hedef ve tedavi çağı başlangıcı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu derlemede, CRISPR/Cas9 teknolojisinin; tarihçesi, lokus birleşenleri, alt tipleri, adaptif bağışıklık yanıtının oluşum aşamaları, Cas9 özgüllüğü ile bu teknolojinin çeşitli lösemi tiplerinde kullanımıyla elde edilen tedavi kazanımlar ele alınacaktır. Ayrıca bu derlemede CRISPR/Cas9 teknolojisinin, etik açısından değerlendirmelerine de yer verilecektir.
The CRISPR/Cas9 (clustered regularly interspaced short palindromic repeat/CRISPR-associated nuclease-9) system which adapted from the prokaryotic immune system, is the latest RNA/ protein complex to be included among genomic engineering tools. CRISPR/Cas9 technology catalyzes the formation of double-strand breaks in DNA, according to the Watson-Crick base pairing in a interested region of the genome, via endonuclease Cas9 and guide RNA (sgRNA). Genomic regulation is performed by repairing these fractures using (Homologous Recombination or HDR: Homology- Directed Repair) and (NHEJ: Non-Homologous End-Joining) DNA repair mechanisms. CRISPR/Cas9 technology is used on a wide range of platforms, starting from identification of bacterial strains, identification of gene and miRNA functions, genomic DNA fragment insertion/deletion, gene silencing, transcriptional and epigenetic targeting to creation of disease models. Leukemia, a malignancy characterized by leukocytosis in the blood/bone marrow, is caused by chromosomal rearrangements or mutations. Nowadays, genomic engineering is gaining an accelerating importance in order to elucidate the pathogenesis and molecular biology of leukemia; thus to provide more effective and personalised treatment opportunities in the future. The widely used CRISPR/Cas9 genome design technologyrepresent a new functional object for treatment of leukemia an the begining of a therapeutic new era by being applied in areas such as creation of disease models, gene insertion and silencing, epigenetic regulation. In this review, CRISPR/Cas9 technology; locus components, subtypes, stages of development of the adaptive immune response, Cas9 specificity and therapeutic gains obtained via using this technology in various types of leukemia will be discused. Also In this review, the evaluation of CRISPR/Cas9 technology in terms of ethics will be included.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git