Kafkas J Med Sci: 15 (2)
Cilt: 15  Sayı: 2 - Ağustos 2025
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Ratlarda Yüksek Yağlı Diyetle İndüklenen Obeziteye Karşı Silymarin’in Önleyici Etkisinin Histopatolojik ve Biyokimyasal Olarak İncelenmesi
Histopathological and Biochemical Investigation of Silymarin’s Inhibitory Effect on the Formation of Obesity Induced by High Fat Diet in Rats
Ismail Keles, Zubeyir Huyut, Omer Faruk Keles, Zabit Yener
doi: 10.5505/kjms.2025.44522  Sayfalar 123 - 132
Amaç: Obezite vücutta aşırı yağ birikmesinden kaynaklanan ve birçok sağlık komplikasyonuna yol açabilen bir sağlık sorunudur. Hemşireler obezite ile mücadele eden hastaların bakımının yönetilmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu çalışmada, silimarinin yüksek yağlı diyet (HFD) ile indüklenen obezite üzerindeki onarıcı etkisi araştırılmıştır.
Materyal ve Metot: Bu çalışmada 32 rat rastgele dört gruba ayrılmıştır (n=8). Kontrol: hiçbir işlem yapılmadı. Obezite: HFD ile beslendi. Silimarin: 3 mg/kg silimarin orogastrik gavaj yoluyla günlük olarak verildi. Obezite+silymarin: Günlük 3 mg/kg silimarin HFD’ye ek olarak verildi. Serum örneklerinde karaciğer fonksiyon testleri ve lipit profili değerleri ölçüldü ve karaciğer histopatolojik olarak incelendi.
Bulgular: Obezite grubunun karaciğerlerinde sentrilobüler hepatositlerde makro-mikroveziküler yağ değişiklikleri ve koagülasyon nekrozu gözlenirken, obezite+silimarin grubunda karaciğerin normal histolojik görünümü izlendi. Obezite grubunda ALP ve LDH aktiviteleri ile trigliserid düzeyleri kontrole göre anlamlı derecede yüksekken, obezite+silimarin grubunda bu değerler kontrole benzerdi.
Sonuçlar: Silimarin, yağlı karaciğer değişikliklerini büyük ölçüde önlemiş ve HFD ile beslenen sıçanlarda bozulmuş lipit profili ve karaciğer fonksiyon testlerini önemli ölçüde düzeltmiştir.
Aim: Obesity is a health problem caused by excessive fat accumulation in the body and can lead to many health complications. Nurses play an important role in managing the care of patients struggling with obesity. This study investigated the restorative effect of silymarin on obesity induced by a high-fat diet (HFD).
Materials and Methods: In this study, 32 rats were randomly divided into four groups (n=8). Control: no action. Obesity: was fed with HFD. Silymarin: 3 mg/kg silymarin was given by orogastric gavage daily. Obesity+silymarin: 3 mg/kg silymarin daily was given in addition to HFD. Liver function tests and lipid profile values were measured in serum samples, and the liver was examined histopathologically.
Results: Macro-microvesicular fatty changes and coagulation necrosis were observed in centrilobular hepatocytes in livers of the obesity group, while a normal histological appearance of the liver was viewed in the obesity+silymarin group. In the obesity group, ALP and LDH activities in addition to triglyceride levels were significantly higher than control, while these values in the obesity+silymarin group were similar to control.
Conclusions: Silymarin largely prevented fatty liver changes and significantly restored impaired lipid profile and liver function tests in rats fed with HFD.

3.
Cinsiyet Rolü Tutumlarının Hastane Öncesi Acil Sağlık Hizmeti Çalışanları Arasında Çok Boyutlu Liderlik Yönelimlerine Etkisi
The Effect of Gender Role Attitudes on Multidimensional Leadership Orientations Among Pre-hospital Emergency Medical Services Worker
Kadir Okan Bagis, Sureyya Gumussoy, Gonul Gokcay, Teslime Cakaloglu, Hande Kekreli Goyloson, Melih Gumus, Ertugrul Erik
doi: 10.5505/kjms.2025.66750  Sayfalar 133 - 141
Amaç: Bu çalışma, hastane öncesi acil sağlık hizmetlerinde görev alan çalışanların, toplumsal cinsiyet rollerinin çok yönlü liderlik yönelimlerine olan etkisini incelemeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Araştırma kesitsel bir çalışma olarak planlanmıştır. Çalışmaya 350 acil sağlık hizmetleri çalışanı katılmıştır. Veri toplama aracı olarak; sosyo-demografik bilgi formu, Toplumsal Cinsiyet Rolleri Tutum Ölçeği ve Çok Yönlü Liderlik Yönelimleri Ölçeği kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde IBM Sosyal Bilimlerde İstatistik Paket Programı (SPSS) sürüm 22.0 paket programı kullanılmış ve istatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edilmiştir.
Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 24,21±6,39 olarak bulunmuştur. Toplumsal Cinsiyet Rolleri Tutum Ölçeği açısından cinsiyet anlamlı bir fark göstermiştir; erkek katılımcıların ölçek puanları kadın katılımcılardan daha yüksek bulunmuştur. Çok Yönlü Liderlik Yönelimleri Ölçeği açısından ise hem cinsiyet hem de meslek anlamlı farklılık göstermiştir. Kadın katılımcıların insan kaynaklı liderlik alt boyut puanları erkeklerden daha yüksek bulunurken, doktor ve paramediklerin toplam ölçek puanları, acil tıp teknisyenlerine kıyasla daha yüksek saptanmıştır (p<0,05). Toplumsal Cinsiyet Rolleri Tutum Ölçeği ile Çok Yönlü Liderlik Yönelimleri Ölçeği arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır (p>0,05).
Sonuç: Hastane öncesi acil sağlık hizmetleri çalışanlarının çok boyutlu liderlik yönelimleri üzerinde cinsiyet rollerinin etkisini incelemek amacıyla yürütülen bu çalışmada, erkek personelin Toplumsal Cinsiyet Rolleri Tutum Ölçeği’nden yüksek puanlar almasına ve kadın personelin Çok Yönlü Liderlik Yönelimleri Ölçeği insan kaynakları alt boyutunda yüksek puanlar almasına rağmen, her iki cinsiyetin de Çok Yönlü Liderlik Yönelimleri Ölçeği toplamında ve alt boyutlarında daha düşük puanlar alması dikkat çekicidir.
Aim: This study aims to examine the effects of gender roles on multidimensional leadership orientations of employees working in pre-hospital emergency medical services.
Material and Method: The research was planned as a cross-sectional study. The sample consisted of 350 emergency health service workers. Data were collected using a socio-demographic information form, the Gender Role Attitude Scale, and the Multidimensional Leadership Orientations Scale. Data analysis was performed using IBM Statistical Package for Social Sciences (SPSS) program version 22.0, with statistical significance set at p<0.05.
Results: The mean age of the participants was found to be 24.21±6.39. Gender showed a significant difference in terms of the Gender Roles Attitude Scale; male participants had higher scale scores than female participants. In terms of the Multidimensional Leadership Orientations Scale, both gender and profession showed significant differences. While the human leadership sub-dimension scores of female participants were found to be higher than males, the total scale scores of doctors and paramedics were found to be higher compared to emergency medical technicians (p<0.05). No significant relationship was found between the Gender Roles Attitude Scale and the Multidimensional Leadership Orientations Scale (p>0.05).
Conclusion: In this study, which was conducted to examine the effect of gender roles on multi-dimensional leadership orientations of pre-hospital emergency medical services employees, it is striking that although male personnel received high scores in Gender Role Attitude Scale and female personnel received high scores in the Multidimensional Leadership Orientations Scale human resources subdimension, both genders received lower scores in the Multidimensional Leadership Orientations Scale total and sub-dimensions.

4.
Acil Servis Asistanlarında Medikal Malpraktis Korkusu ve Defansif Tıp Uygulamalarının Mesleki Iyilik Hali Üzerine Etkisi: Bir Anket Çalışması
The Effect of Medical Malpractice Fear and Defensive Medicine Practices on the Professional Well-being of Emergency Medicine Residents: A Survey Study
Ömer Faruk İşleyen, Fatma Tortum
doi: 10.5505/kjms.2025.00086  Sayfalar 142 - 148
Amaç: Çalışmamızın amacı ülkemizde çalışan acil tıp asistanlarının malpraktis korkusu, defansif tıp uygulama eğilimleri ve mesleki tükenmişlikleri arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır.
Materyal ve Metot: Çalışmamız prospektif, kesitsel bir çalışma olarak yapılmıştır. Çalışmamızda Türkiye’de görev yapan acil tıp asistanlarından son bir yılda aktif adli-idari soruşturma geçirmeyen, psikiyatrik-psikolojik tedavi veya destek almayan, çalışmaya katılmaya gönüllü olanlar değerlendirildi. Katılımcılara sosyodemografik verilerini ve malpraktis korku ölçeği, Maslack tükenmişlik ölçeği ve defansif tıp uygulaması ölçeğini içeren anketler elektronik yolla ulaştırıldı. Elde edilen veriler elektronik ortama aktarıldı ve IBM Sosyal Bilimlerde İstatistik Paket Programı (SPSS) sürüm 20 ile istatistiksel analizi yapıldı.
Bulgular: Çalışmaya 309 acil tıp asistanı dâhil edildi. Bunlardan %40,1’i kadınlardan oluşmakta idi. Katılımcıların %60,8’i 20–29 yaş aralığında idi. Katılımcıların ortalama medikal malpraktis skoru 25,35 (yüksek korku düzeyi) idi. Katılımcıların duygusal tükenmişlik skoru 21,30 (orta düzeyde), duyarsızlaşma skoru 10,52 (orta düzeyde), kişisel başarısızlık skoru 12,95 (düşük) olarak gözlendi. Katılımcıların malpraktis korku durumları ile mesleki tükenmişlik durumları ve defansif tıp uygulama eğilimleri arasında pozitif bir ilişki gözlendi. Ancak defansif tıp uygulama eğilimleri ile tükenmişlik düzeyleri arasında negatif bir ilişki gözlendi.
Sonuç: Günümüz koşullarında acil tıp asistanları malpraktis korkusu nedeni ile mesleki tükenmişliğe doğru itilirken geliştirdikleri defansif tıp uygulama eğilimleri ile tükenmişliklerini azaltmaya çalışmaktadır.
Aim: This study aimed to explore the relationship between the fear of malpractice, defensive medicine practices, and professional burnout among emergency medicine residents in Türkiye.
Material and Method: The study was designed as a prospective, cross-sectional survey. Emergency medicine residents working in Türkiye who had no ongoing or concluded legal malpractice cases and had not received any psychiatric or psychological treatment within the past year were evaluated. Participation was voluntary. The participants were administered electronic surveys containing sociodemographic information, the Malpractice Fear Scale, the Maslach Burnout Inventory, and the Defensive Medicine Behavior Scale. The collected data were analyzed using IBM Statistical Package for Social Sciences (SPSS) program version 20.
Results: A total of 309 emergency medicine residents participated in the study, and 40.1% were female. Of the participants, 60.8% were in the 20–29 age group. The mean score on the Malpractice Fear Scale was 25.35, indicating a high level of fear. Concerning the Maslach Burnout Inventory, the scores for emotional exhaustion, depersonalization, and personal accomplishment were 21.30 (moderate), 10.52 (moderate), and 12.95 (low), respectively. A positive correlation was observed between MF, professional burnout, and defensive medicine practices. However, there was a negative correlation between defensive medicine tendencies and burnout levels
Conclusion: In current conditions, emergency medicine residents are driven toward professional burnout due to the fear of malpractice; however, they attempt to mitigate this burnout by adopting defensive medicine practices.

5.
İnme Hastalarına Birincil Bakım Verenlerde Bakım Yükü ile Depresyon Arasındaki İlişkinin İncelenmesi: Tanımlayıcı Bir Araştırma
Relationship between Caregiver Burden and Depression among Primary Caregivers of Stroke Patients: A Descriptive Study
Cansu Uluturhan, Sümeyye Arslan
doi: 10.5505/kjms.2025.26504  Sayfalar 149 - 156
Amaç: Bu çalışmanın amacı, inmeli hastaların birincil bakım verenlerinin bakım yükü ve depresyon düzeylerini ölçmek ve aralarındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Materyal ve Metot: Bu tanımlayıcı çalışma, Mart 2021 – Eylül 2022 tarihleri arasında bir üniversite hastanesindeki nöroloji yoğun bakım ünitesi, inme merkezi ve nöroloji kliniğinde yatan, inme tanısı almış 92 hastanın birincil bakım verenleri ile yürütülmüştür. Sosyodemografik Veri Formu, Bakım Verme Yükü Ölçeği ve Beck Depresyon Envanteri ile veri toplanmıştır.
Bulgular: Bakım vericilerin ZCBI (Zarit Bakım Verici Yükü Ölçeği) ve BDI (Beck Depresyon Envanteri) puan ortalamaları sırasıyla 41,02±10,12 ve 25,59±10,32 olarak bulunmuştur. Yapılan istatistiksel analizlerde, ZCBI ve BDI puanları arasında anlamlı bir korelasyon saptanmamıştır. Akrabalık ilişkisi dışındaki sosyodemografik faktörler ile bakım yükü ve depresyon düzeyleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmamıştır (p>0,05). Ancak, akrabalık derecesi ZCBI ve BDI puanlarını etkilemiştir (p<0,05); aile bireyi olmayan bakım vericiler daha düşük bakım yükü bildirmiştir. Ayrıca, minimal düzeyde depresif semptomlar gösteren bakım vericilerin ZCBI puanları, daha yüksek depresyon düzeyine sahip olanlara göre anlamlı düzeyde daha düşük bulunmuştur (p<0,05).
Sonuç: Bu çalışma, birincil bakım verenler, orta düzeyde bakım yükü ve depresyon deneyimlemiş olsa da, ikisi arasında doğrudan bir nedensel ilişki bulunamamıştır. Bununla birlikte, düşük depresyon düzeylerinin azalmış bakım yükü ile ilişkili olduğu gözlemlenmiştir. Özellikle, diğer sosyodemografik faktörlerden ziyade akrabalık ilişkisinin sonuçları önemli ölçüde etkilediği ve bakım sürecindeki duygusal/ilişkisel dinamiklerin kritik önemini vurgulamaktadır. Bu bulgular, ilişkiye özgü zorlukları ele alan ve rutin depresyon taramalarını entegre eden psikososyal destek programlarının gerekliliğini ortaya koymaktadır. Bakım verenin yükü ile depresyon arasındaki etkileşimi anlama noktasında ilerleme sağlayan ve akrabalığın benzersiz rolünü vurgulayan bu çalışma, müdahalelerin etkinliğini artırmak için ilişkisel faktörlerin derinlemesine incelenmesi önermektedir
Aim: This research investigates the levels of burden and depression experienced by primary caregivers of stroke survivors and analyzes their association.
Material and Method: This descriptive investigation enrolled 92 primary caregivers of stroke patients receiving care in a university hospital setting, specifically its neurology intensive care unit (ICU), stroke center, and outpatient clinic, between March 2021 and September 2022. Participant data was gathered using a Sociodemographic Data Form, the Zarit Caregiver Burden Interview (ZCBI), and the Beck Depression Inventory (BDI).
Results: Caregivers’ mean ZCBI and BDI scores were 41.02±10.12 and 25.59±10.32, respectively. Statistical analysis revealed no significant correlation between Zarit Caregiver Burden Interview (ZCBI) and Beck Depression Inventory (BDI) scores. Sociodemographic factors (excluding kinship) showed no significant association with burden or depression (p>0.05). However, kinship degree influenced ZCBI and BDI scores (p<0.05): non-family caregivers reported lower burden. Caregivers exhibiting minimal depressive symptoms reported significantly lower burden scores (ZCBI) than those with higher levels of depression. (p<0.05).
Conclusion: Primary caregivers exhibited moderate burden and depression levels, but no causal connection between these phenomena was identified. However, lower depression levels were correlated with reduced caregiving burden. Notably, kinship –rather than other sociodemographic factors– significantly influenced outcomes, highlighting the critical role of emotional and relational dynamics in caregiving. These findings underscore the need for psychosocial support programs that address relationship-specific challenges and integrate routine depression screenings. By advancing the understanding of how caregiver burden and depression interact –and emphasizing kinship’s unique impact– this study calls for further exploration of relational factors to tailor interventions effectively.

6.
Obstrüktif Uyku Apne Şiddeti ile Sağ Kalp Kavitelerinin Ekokardiyografik Özellikleri Arasındaki İlişki
The Relationship Between Obstructive Sleep Apnea Severity and Right Heart Cavities Echocardiographic Features
Ayca Arslan, Dogan Ilis, Ihsan Topaloglu, Inanc Artac, Muammer Karakayali, Timor Omar, Mehmet Hakan Sahin, Muzaffer Karadeniz, Yavuz Karabag, Ibrahim Rencuzogullari
doi: 10.5505/kjms.2025.73555  Sayfalar 157 - 163
Amaç: Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS) kardiyovasküler riskte artış ve tüm ölüm nedenli ölümler ile ilişkilidir. Obstrüktif uyku apne sendromu sağ ventrikülün (SğV) hem sistolik hem de diyastolik fonksiyonlarını bozar. SğV’nin diyastolik fonksiyonları sistolik fonksiyonlardan önce bozulur. SğV diyastolik fonksiyon bozukluğunun doğru değerlendirilmesi ve erken müdahale sağ kalp yetmezliğinin ilerlemesini geciktirmede klinik olarak faydalı olabilir. Bu çalışmada OUAS hastalarında SğV diyastolik fonksiyon bozukluğunu tespit etmeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: 88 OUAS tanısı alan hastanın transtorasik ekokardiyografi kayıtları incelendi. Çalışmaya alınan tüm hastalar apnehipopne endeksi’ne göre hafif-orta (hafif; apne-hipopne endeksi 5–14/saat, orta; apne-hipopne endeksi 15–29/saat) ile şiddetli (apne-hipopne endeksi ≥30/saat) olmak üzere iki gruba ayrıldı.
Bulgular: Hafif-orta grupta 45, ağır grupta 43 OUAS hastası vardı. Triküspit E/Em oranı (5,70±2,32 vs. 7,21±3,83 p=0,046) ve sağ atriyal volüm endeksi (13,26±4,81 mL/m2 vs. 24,24±10,75 mL/m2; p <0,001) değeri şiddetli grupta, hafif-orta gruba göre anlamlı derecede daha yüksek bulundu.
Sonuç: Ekokardiyografik parametrelerden sağ atriyal volüm endeksi ve triküspit E/Em, obstrüktif uyku apne şiddetini predikte edebilen, kolay ulaşılabilir ve uygulanabilir ölçümlerdir.
Aim: Obstructive sleep apnea (OSA) has been attributed to an increased risk of cardiovascular disease and death from all causes. It has been demonstrated that OSA affects the right ventricle’s (RV) diastolic and systolic functioning, with diastolic dysfunction usually appearing before systolic failure. Delaying the progression of right ventricular failure may be clinically beneficial if RV diastolic insufficiency is accurately assessed and treated early. This study aimed to investigate right ventricular diastolic function in patients with OSA and its relationship with disease severity.
Material and Method: The study comprised 88 participants with an OSA diagnosis who had transthoracic echocardiography. Based on their apnea and hypopnea index, the individuals were split into two groups as mild-moderate OSA (mild; apnea and hypopnea index 5–14 events/hour, moderate; apnea and hypopnea index 15–29 events/hour) and severe OSA (apnea and hypopnea index ≥30 events/hour).
Results: The severe group consisted of forty-three people, whereas the mild-to-moderate group had forty-five. The right atrial volume index (RAVI) (13.26±4.81 mL/m² vs. 24.24±10.75 mL/ m2; p <0.001) and E/Em tricuspid ratio (5.70±2.32 vs. 7.21±3.83; p=0.046) of the severe group were substantially higher than those of the mild-moderate group.
Conclusion: The severity of OSA can be accurately predicted using the echocardiographic measures RAVI and tricuspid E/Em, which are practical, affordable, and easily available.

7.
Nöbetli Çalışan Sağlık Personelinin Yaşadığı Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Problems Experienced by Health Personnel on Duty and Solution Suggestions
Muhammed Fatih Ertaş
doi: 10.5505/kjms.2025.18942  Sayfalar 164 - 177
Amaç: Bu çalışmanın amacı, eğitim ve araştırma hastanelerinde nöbet sistemi ile çalışan sağlık personelinin karşılaştığı zorlukları araştırmak ve çözüm odaklı yaklaşımlar önermektir.
Materyal ve Metod: Nitel bir vaka çalışması olarak tasarlanan araştırma, İstanbul’daki araştırma hastanelerinde çalışan 28 sağlık personeli ile yürütülmüştür. Veriler yarı yapılandırılmış görüşme formu kullanılarak toplanmış ve MAXQDA 2020 ile analiz edilmiştir.
Bulgular: Nöbet sisteminin etkileri ve önerilen çözümler 10 ana kod altında kategorize edilmiştir. Günlük rutinler için Uyku Sorunları ve Olumlu Geri Bildirimler en çok vurgulanan alt kodlardır (%28). Aile ve sosyal yaşamla ilgili olarak Aile İlişkileri Üzerindeki Etki (%38) vurgulanırken, aile ve arkadaşların bakış açılarında Kınama ve Eleştiri (%44) öne çıkmıştır. Kariyer gelişimi ve mesleki memnuniyette katılımcılar Olumlu Geri Bildirimleri vurgulamıştır. Sağlık etkilerine uykusuzluk ve baş ağrısı gibi Fiziksel Sağlık Sorunları (%56) hâkimdir. Eğitim fırsatları konusunda Zaman Eksikliği ve Diğer alt kodlar eşit derecede belirgin problemlerdir (%32). Vardiyalar sırasında yaşanan zorluklar çoğunlukla Hastalar ve Hasta Yakınlarıyla İlişkiler (%33) olarak atfedilirken, en sık bahsedilen başa çıkma stratejisi Öz Motivasyon (%50) olmuştur. Çözüm önerileri Vardiya Düzenlemeleri ve Personel Artışı (%52) olarak vurgulanmıştır. Bu bulgular, nöbetçi sistemlerinin sağlık profesyonelleri üzerindeki kapsamlı etkilerinin altını çizmektedir.
Sonuç: Nöbetçi sistemler sağlık profesyonellerinin günlük yaşamlarını, aile dinamiklerini, kariyerlerini ve sağlıklarını etkiler. Özellikle fiziksel sağlık sorunlarını yönetme, hasta ilişkilerini geliştirme ve vardiya düzenlemelerini optimize etme konusunda iyileştirmeler şarttır.
Aim: The aim of this study is to investigate the difficulties encountered by healthcare personnel working with a shift system in training and research hospitals and to suggest solution-oriented approaches.
Material and Method: Designed as a qualitative case study, the study was conducted with 28 healthcare personnel working in research hospitals in Istanbul. Data were collected using a semistructured interview form and analyzed with MAXQDA 2020.
Results: The effects of the shift system and the proposed solutions were categorized under 10 main codes. Sleep Problems and Positive Feedback were the most emphasized subcodes for daily routines (28%). While Impact on Family Relationships (38%) was emphasized regarding family and social life, Resentment and Criticism (44%) were prominent in the perspectives of family and friends. Participants emphasized Positive Feedback in career development and job satisfaction. Health effects were dominated by Physical Health Problems such as insomnia and headache (56%). Lack of Time and Other subcodes were equally prominent problems regarding educational opportunities (32%). The difficulties experienced during shifts were mostly attributed to Relationships with Patients and Their Relatives (33%), while Self-Motivation (50%) was the most frequently mentioned coping strategy. Solution suggestions were highlighted as Shift Arrangements and Staff Increase (52%). These findings underline the extensive impact of on-call systems on healthcare professionals.
Conclusion: On-call systems affect healthcare professionals’ daily lives, family dynamics, careers and health. Improvements are essential, especially in managing physical health issues, improving patient relationships and optimizing shift arrangements.

8.
Hemodiyaliz Hastalarında Dermatolojik Bulguların Değerlendirilmesi
Evaluation of Dermatological Findings in Hemodialysis Patients
Zeynep Karaca Ural, Zeynep Utlu, Can Sevinc, Turkan Tuğba Yıldız
doi: 10.5505/kjms.2025.33269  Sayfalar 178 - 183
Amaç: Kronik böbrek hastalığı, giderek artan küresel bir halk sağlığı sorunudur. Hemodiyaliz, son dönem böbrek yetmezliği için en sık kullanılan tedavi yöntemidir. Hemodiyaliz hastalarında kaşıntı, kserozis ve tırnak veya mukozal değişiklikler gibi yaygın dermatolojik komplikasyonlar, yaşam kalitesini önemli ölçüde bozabilmektedir. Bu çalışma, hemodiyaliz hastalarındaki bu dermatolojik bulguların prevalansını ve özelliklerini değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metod: Bu kesitsel çalışma, 20 Eylül – 20 Kasım 2020 tarihleri arasında Türkiye’nin doğusunda bir şehirde gerçekleştirilmiştir. Toplam 132 hemodiyaliz hastası detaylı bir dermatolojik muayeneden geçirilmiştir. Tüm patolojik dermatolojik bulgular kaydedilmiş ve bunların eşlik eden hastalıklarla, hemodiyaliz süresi, hemodiyaliz sıklığı ve yaş ile ilişkileri değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen 132 hastanın tamamında (ortalama yaş: 58,06; %48,5’i kadın) en az bir dermatolojik bulgu saptandı. Hastaların %36,4’ünde kaşıntı, %50’sinde ise kseroz gözlendi. Tırnak değişiklikleri %60,6’sında kaydedildi. Oral mukozal bulgular arasında en sık kserostomi (%28) ve oral kandidiyazis (%18,2) görüldü. Hastaların %39,4’ünde pigmentasyon bozuklukları saptanırken, %38,6’sında fistül bölgesinde lokal komplikasyonlar bulundu. İleri yaş, kaşıntı (p=0,003), kserozis (p=0,039) ve oral kandidiyazis (p=0,008) prevalansının anlamlı şekilde daha yüksek olmasıyla ilişkiliydi.
Sonuç: Dermatolojik bulgular, hemodiyaliz hastalarında yaygın ve çeşitlidir. Kaşıntı, kserozis ve oral kandidiyazis yaşla birlikte anlamlı olarak artış göstermekte olup, hedeflenmiş dermatolojik bakım ihtiyacını vurgulamaktadır. Bu bulgular, düzenli dermatolojik değerlendirmelerin hasta sonuçlarını ve yaşam kalitesini iyileştirmedeki önemini ortaya koymaktadır.
Aim: Chronic kidney disease is an increasing global public health concern. Hemodialysis is the most commonly utilized replacement therapy for end-stage renal disease. Common dermatological complications in hemodialysis patients, such as pruritus, xerosis, and nail or mucosal changes, significantly impair quality of life. This study aims to assess the prevalence and characteristics of these dermatological findings in hemodialysis patients.
Materials and Methods: This cross-sectional study was carried out between September 20 and November 20, 2020, in a city in Eastern Türkiye. A total of 132 hemodialysis patients underwent a detailed dermatological examination. All pathological dermatological findings were documented, and their associations with comorbidities, duration of hemodialysis, frequency of hemodialysis, and age were evaluated.
Results: At least one dermatological finding was detected in all cases among the 132 patients included in the study (mean age: 58.06 years; 48.5% female). Pruritus was observed in 36.4% of the patients, while xerosis was noted in 50%. Nail changes were recorded in 60.6% of the patients. Among oral mucosal findings, the most common were xerostomia (28%) and oral candidiasis (18.2%). Pigmentation disorders were identified in 39.4% of the patients, whereas 38.6% exhibited local complications at the fistula site. Advanced age was significantly associated with a higher prevalence of pruritus (p=0.003), xerosis (p=0.039), and oral candidiasis (p=0.008).
Conclusion: Dermatological findings are common and diverse in hemodialysis patients. Pruritus, xerosis, and oral candidiasis significantly increase with aging, highlighting the need for targeted dermatological care. These findings underscore the importance of regular dermatological evaluations to improve patient outcomes and quality of life.

9.
Sepsis Ön Tanısı Alan Hastaların Kan Kültürü ve Multiplex PCR Sonuçlarının Karşılaştırılması
Comparison of Blood Culture and Multiplex PCR Results in Patients Prediagnosed with Sepsis
Nurullah Çiftçi, Nima Hassan Waberi, Yasemin Dostuoğlu, Murat Karamese, Özgür Çelebi
doi: 10.5505/kjms.2025.09735  Sayfalar 184 - 189
Amaç: Sepsis, birçok sistemi tutan, özellikle hemodinamik değişikliklere yol açabilen, şok, organ fonksiyon bozukluğu ve yetmezliğine kadar gidebilen öldürücü bir enfeksiyondur. Kan kültürü altın standart yöntem olduğu halde bazı durumlarda etken izole edilememekte ve bu durum tanı ve tedavide ciddi zorluklara yol açarak mortalite ve morbidite oranlarına etki etmektedir. Bu çalışmanın amacı, rutin laboratuvarımıza gönderilen kan kültürü ve Multiplex PCR sepsis paneli sonuçlarının retrospektif ve prospektif olarak değerlendirilmesidir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmada, 1 Eylül 2023 – 31 Ağustos 2024 tarihleri arasında laboratuvarımıza gönderilen kan kültürü ve sepsis panel istemi yapılan 100 örnek prospektif ve retrospektif olarak incelenmiştir. Kan kültür cihazında pozitif üreme sinyali veren tüm şişeler gram boyama yapılmış ve eş zamanlı olarak %5 koyun kanlı kanlı agar, EMB, SDA ve Çikolatamsı agar besiyerlerine ekimleri yapılmıştır. Tüm plaklar 37°C’de 24–48 saat inkübe edildikten sonra izole edilen suşlar konvansiyonel yöntemler (koloni morfolojisi, gram boyama vb.) ve biyokimyasal testler (katalaz testi, oksidaz testi, lam ve tüpte koagülaz) ile tanımlanmıştır. Sepsis paneli için örnekler laboratuvara geldiğinde örneklerin nükleik asit ekstraksiyonu, manyetik boncuk yöntemine dayanan toplam nükleik asit ekstraksiyon kiti kullanılarak, üretici firmanın talimatları doğrultusunda gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen 100 sepsisli hasta örneğinin PCR sonuçlarına göre dört örnekte Candida türleri saptanmıştır. Aynı örneklerden yapılan kan kültürlerinde de Candida türleri saptanmıştır. Suşların dağılımı sepsis panelinde C.tropicalis, C.albicans, C.glabrata ve C.krusei olarak tespit edilmiştir. Kan kültür sonucunda üç örnek sepsis paneli ile aynı sonuçlanırken bir örnek sepsis sonucuna kıyasla konvansiyonel olarak C.glabrata olarak tanımlanmıştır. Bakteriyel etkenler arasında en sık sırasıyla Staphylococcus spp. (56), ikinci sıklıkta E.coli raporlanmıştır.
Sonuç: Çalışmanın sonucunda, PCR’nin sepsis tanısı koymada etkin bir yöntem olduğu, ancak bazı sonuçların kan kültürü ile doğrulanması gerektiği ortaya çıkmıştır. PCR testi ile elde edilen sonuçlar, özellikle hızlı ve doğru bilgi sağlanması gerektiği durumlarda (örneğin, yoğun bakım ve acil servisler gibi) faydalıdır. Ancak, testin ölü bakteri DNA’sını çoğaltma özelliği nedeniyle dikkatli bir şekilde yorumlanması gerektiği unutulmamalıdır. Klinik uygulamalarda her iki testin birlikte kullanılması, hastaların daha etkili bir şekilde tedavi edilmesini sağlayacaktır.
Aim: Sepsis is a life-threatening infection that affects multiple systems, leading to hemodynamic changes, shock, organ dysfunction, and potentially organ failure. Although blood culture is the gold standard for identifying the causative agent, the pathogen cannot be isolated in some cases, posing significant challenges in diagnosis and treatment, affecting mortality and morbidity rates. The aim of this study is to retrospectively and prospectively evaluate the results of blood cultures and the Multiplex PCR sepsis panel sent to Microbiology laboratory.
Material and Method: In this study, 100 samples sent to our laboratory for blood culture and sepsis panel between September 1, 2023, and August 31, 2024, were analyzed retrospectively and prospectively. All bottles with a positive signal were subjected to Gram staining, and simultaneous inoculations were made on 5% sheep blood agar, EMB, SDA, and Chocolate agar. After 24–48 hours of incubation at 37°C, the isolated strains were identified using conventional methods (colony morphology, Gram staining, etc.) and biochemical tests (catalase test, oxidase test, tube and slide coagulase tests). For the sepsis panel, nucleic acid extraction was performed on samples received in the laboratory using a total nucleic acid extraction kit based on magnetic bead technology, following the manufacturer’s instructions.
Results: According to the PCR results of the 100 blood samples included in the study, Candida species were detected in 4 samples. Candida species were also identified in the blood culture. The distribution of strains in the sepsis panel included C.tropicalis, C.albicans, C.glabrata, and C.krusei. Among the blood culture samples, three demonstrated results that were consistent with the sepsis panel findings, while one sample was identified as C.glabrata through conventional methods, in contrast to the result from the sepsis panel. Among bacterial pathogens, Staphylococcus spp. was the most frequently identified (56 cases), followed by Escherichia coli.
Conclusion: The results of this study demonstrate that PCR is an effective method for diagnosing sepsis; however, some results need to be confirmed by blood culture. PCR testing provides rapid and accurate information, particularly in situations where quick results are essential, such as in intensive care units and emergency departments. However, it should be noted that PCR can amplify DNA from dead bacteria, so results should be interpreted with caution. In clinical practice, the combined use of both tests will contribute to more effective patient management and treatment.

10.
Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Öğrencilerinin Yaşlılara Yönelik Tutumları ile Şefkatli İletişim Düzeyleri Arasındaki İlişki
The Relationship Between the Attitudes of Vocational School of Health Services’ Students Towards Elderly People and Their Compassionate Communication Levels
Aydın Şafak, Meltem Çapar Çiftçi
doi: 10.5505/kjms.2025.20688  Sayfalar 190 - 198
Amaç: Bu çalışma, Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu öğrencilerinin şefkatli iletişim düzeyleri ile ilgili faktörler arasındaki ilişkiyi belirlemek ve yaşlılara yönelik tutumlarını ölçmek amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu’nda öğrenim gören toplam 527 öğrenci dâhil edilmiştir. Bu anket üç bölümden oluşmaktadır: tanımlayıcı bir anket, Kogan yaşlılara yönelik tutum ölçeği ve bakım iletişimi ölçeği.
Bulgular: Katılımcıların yaş ortalaması 20,94±1,98, şefkatli iletişim toplam puan ortalaması 90,90±20,70, Kogan’ın yaşlı tutum toplam puanı 137,16±9,79 olarak bulundu. Öğrencilerin şefkatli iletişim ölçeği toplam puanı ile cinsiyet, yaşlı hastalara bakım verme isteği, geriatri alanında çalışma isteği, yaşlılara bakım verme etkisi ve yaşlılarla destekleyici ve ilgili iletişim kurma durumu arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur (p <0,05). Kogan öğrencilerin yaşlılara yönelik tutum ölçeği ile medeni durum ve yaşlı akrabaların varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmuştur (p<0,05).
Sonuç: Çalışmanın sonuçları, çalışmaya katılan öğrencilerin şefkatli iletişim düzeyinin orta düzeyin üzerinde olduğunu ve kız öğrencilerin şefkatli iletişim toplam puanının erkek öğrencilerden daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Aim: This study was conducted to determine the relationship between the level of compassionate communication and related factors, and to measure the attitudes of students at the Vocational School of Health Services towards older people.
Material and Method: A total of 527 students of the Vocational School of Health Services were included in the study. This questionnaire consisted of three sections: a descriptive questionnaire, a Kogan scale of attitudes towards older people and a caring communication scale.
Results: Mean age of participants was 20.94±1.98, mean total score of compassionate communication was 90.90±20.70, Kogan’s total score of elderly attitude was found 137.16±9.79. Statistically significant relationships were found between the total score of the students on the caring communication scale and gender, willingness to care for older patients, willingness to work in geriatrics, effect of care for older people, and status of supportive and caring contact with older people (p <0.05). Statistically significant relationship was found between Kogan scale of students attitude towards older people and marital status and presence of older relatives (p<0.05).
Conclusion: The results of the study show that the level of compassionate communication of the students participating in the study is above the medium level, and the total score of compassionate communication of the female students is higher than that of the male students.

11.
Sol Ventriküler Diyastolik Fonksiyonu Tahmin Etmek için bir Parametre Olarak Sol Ventriküler Diyastolik Longitidunal Strain Açısı (Yeni Araç)
Left Ventricular Diastolic Longitudinal Strain Angle as a Parameter (New Tool) to Predict Left Ventricular Diastolic Function
Ahmet Karakurt
doi: 10.5505/kjms.2025.00008  Sayfalar 199 - 207
Amaç: Günümüzde, sol ventrikül diyastolik disfonksiyonu (LVDD), trans-mitral kapak giriş hızı (TMIV), pulmoner ven akımı ve sol ventrikül (LV) diyastolik anüler doku hızı (DATV) ile elde edilen endirekt parametrelerle değerlendirilir. Bu parametrelerin hiçbiri doğrudan LV global miyokardından elde edilmemektedir. Bu çalışmanın amacı, direkt miyokard fonksiyonunu değerlendiren sol ventrikül global longitudinal diyastolik strain eğri açısı (DSCA) ile TMIV ve DATV parametreleri arasındaki ilişkiyi gözlemlemek ve DSCA’nın yeni bir araç olarak LVDD’yi tespit edip edemeyeceğini belirlemektir.
Materyal ve Yöntem: Sinüs ritminde olan 114 hasta çalışmaya dâhil edildi. Konvansiyonel nabız dalgası Doppler parametreleri [TMIV E ve A pik hızı, E/A oranı (E/AR), yavaşlama zamanı (DT), yavaşlama eğimi (DS)], DATV parametreleri [Septal é (Sé), E/Septal é oranı (E/SéR)] ve apikal iki, dört ve beş apikal boşluk görüntülemeden (ACV) elde edilen DSCA parametreleri [(E strain eğri açısı (EεE), A strain eğrisi açısı (AεA), Eε/AεA oranı)] karşılaştırıldı.
Bulgular: Tüm görünümlerde Eε/AεAR ile E/AR, E/SéR arasında anlamlı pozitif güçlü bir korelasyon bulundu (sırasıyla r=0,620, r=0,548, r=0,570 ve r=-0,431, r=-0,279, r=-0,255). Ayrıca, EεA ile E hızı, Eε/AεAR, DS arasında tüm görünümlerde anlamlı pozitif korelasyon bulunurken, A4CV hariç, AεA ile E hızı, DS arasında A2CV ve A5CV’de anlamlı negatif korelasyon bulundu.
Sonuç: EεA, AεA ve Eε/AεAR, DD’nin değerlendirilmesinde basit, tekrarlanabilir, kullanışlı ve yeni bir araçtır. LVDD’nin değerlendirilmesinde tek başına veya geleneksel diyastolik parametrelerle birlikte kullanılabilir.
Aim: Currently, left ventricular diastolic dysfunction (LVDD) is evaluated using indirect parameters derived from trans-mitral valve inflow velocity (TMIV), pulmonary vein flow, and LV diastolic annular tissue velocity (DATV). None of these parameters is obtained directly from the LV global myocardium. This study aimed to examine the relationship between left ventricular (LV) global longitudinal diastolic strain curve angle (DSCA), which directly assesses myocardial function, and TMIV and DATV parameters, and to determine whether DSCA can serve as a new tool for detecting LVDD.
Material and Methods: 114 patients with sinus rhythm were included in the study. Conventional pulse wave Doppler parameters [TMIV E and A peak velocity, E/A ratio (E/AR), deceleration time (DT), deceleration slop (DS)], DATV parameters [Septal é (Sé), E/Septal é ratio (E/SéR)], and DSCA parameters, including early (EεA) and late (AεA) diastolic strain angles and their ratio (Eε/AεAR) obtained from apical 2, 4 and 5 apical chamber views (ACV) were compared.
Results: A significantly positive strong correlation was found between Eε/AεAR and E/AR, E/SéR on all views (r=0.620, r=0.548, r=0.570, and r=-0.431, r=-0.279, r=-0.255, respectively). Also, a significantly positive correlation was found between the EεA and E velocity, Eε/AεAR, DS on all views, and, except for A4CV, a significantly negative correlation was found between AεA and E velocity, DS on A2CV and A5CV.
Conclusion: The EεA, AεA, and Eε/AεAR are a simple, repeatable, useful and new tool for the evaluation of LVDD, and they can be used alone or together with conventional diastolic parameters for the assessment of LVDD.

12.
Gastrointestinal Maligniteli Yaşlı Hastaların Preoperatif Risk Skorları: Ameliyat Sonrası Mortalite ve Morbidite Yönünden Prediktif Önemi
Preoperative Risk Scores in Elderly with Gastrointestinal Malignancies: Their Predictive Value for Postoperative Mortality and Morbidity
Dogan Gonullu, Mert Guler, Feyza Kaya, Fırat Yetis, Fatma Teksar, Muhammed Ozdemir, Ahmet Muzaffer Er
doi: 10.5505/kjms.2025.77861  Sayfalar 208 - 213
Amaç: Gastrointestinal kanserlerin insidansı, küresel nüfusun yaşlanmasıyla birlikte daha ileri yaş gruplarına kaymıştır. Yaşlı hastalar genellikle azalmış rezervler ve artmış komorbiditelerle başvurduğundan, bireyselleştirilmiş risk değerlendirmesi gerekmektedir. Bu çalışma, küratif amaçlı gastrointestinal kanser cerrahisi geçiren yaşlı hastalarda erken postoperatif sonuçları öngörmede Fizyolojik ve Operatif Şiddet Skoru (POSSUM), Amerikan Anesteziyologlar Derneği (ASA) skoru ve Eastern Cooperative Oncology Group Performance Status (ECOG-PS) gibi preoperatif risk değerlendirme araçlarının kullanımını değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Bu çalışma retrospektif bir çalışma olup 2019– 2023 yılları arasında gastrointestinal sistem malignitesi nedeniyle küratif cerrahi geçiren ≥75 yaş (n=65) ve 50–65 yaş (n=60) hastalar çalışmaya dâhil edilmiştir. Hastalara ilişkin komorbiditeler, ASA skorları, ECOG-PS, POSSUM skorları, postoperatif komplikasyonlar ve erken mortalite durumları analiz edilmiştir.
Bulgular: Yaşlı hastaların komorbidite oranları; ASA, ECOG-PS ve POSSUM skorları istatistiksel anlamlı olarak daha yüksektir. Erken mortalite ve YBÜ yatışları ileri yaş hastalarda daha sık olsa da multivariant analizlerde yaş ≥75 olması bağımsız bir risk faktörü olarak görülmemiştir. ASA skoru istatistiksel anlamlı olarak postoperatif mortalite ile ilişkili bulunmuştur (OR: 3,2, 95% CI: 1,5–6,7); ancak POSSUM ve ECOG – PS skorları erken mortalite için prediktif görülmemiştir.
Sonuç: Yaş, postoperatif takip ve sonuçlar açısından tek başına bağımsız bir risk faktörü değildir. Yüksek ASA skorları morbidite ile güçlü ilişkilidir. Bu durum, kapsamlı bir preoperatif değerlendirmenin ve bu değerlendirme doğrultusunda cerrahiye hazırlık için gerekli olan nütrisyonel destek, hastanın genel kondisyonunun optimize edilmesi vb. müdahalelerin yapılmasının (prehabilitasyon) önemini gösterir.
Aim: The incidence of gastrointestinal cancers has shifted to older age groups with global population aging. Elderly patients often present with diminished reserves and comorbidities, necessitating individualized risk assessment. This study aimed to evaluate preoperative risk assessment tools, including the Physiological and Operative Severity Score for the Enumeration of Mortality and Morbidity (POSSUM), American Society of Anesthesiologists (ASA) score, and Eastern Cooperative Oncology Group Performance Status (ECOG-PS), in predicting early postoperative outcomes in elderly patients undergoing curative gastrointestinal cancer surgery.
Material and Methods: This retrospective study included patients aged ≥75 years (n=65) and 50–65 years (n=60) who underwent curative surgery between 2019 and 2023. Comorbidities, ASA scores, ECOG-PS, POSSUM scores, postoperative complications, and early mortality were analyzed.
Results: Elderly patients had significantly higher comorbidity rates, ASA, ECOG-PS, and POSSUM scores. Although early mortality and ICU stays were more frequent in elderly patients, multivariate analysis did not identify age ≥75 as an independent risk factor. The ASA score was significantly associated with postoperative morbidity (OR: 3.2, 95%CI: 1.5–6.7), whereas POSSUM and ECOG-PS scores were not predictive of early mortality.
Conclusion: Age alone is not an independent predictor of postoperative outcomes. Higher ASA scores are strongly associated with morbidity, emphasizing the need for comprehensive preoperative assessments.

13.
Cerrahi Uygulanan Çocuk Travmatik Kırıklarının Covid-19 Pandemisi ve Pandemi Öncesindeki Dönemde Dağılımı
Comparison of the Epidemiological Distribution of Pediatric Fractures Requiring Surgical Intervention: Insights from the COVID-19 Pandemic and Beyond
Ali Murat Başak, Mustafa Aydın
doi: 10.5505/kjms.2025.88864  Sayfalar 214 - 218
Amaç: Covid-19 pandemisi ve ardı sıra gelişen karantina ve izolasyon önlemleri, travma mekanizmalarında ve sonuçlarında önemli farklılıklara yol açtı. Bu çalışmanın amacı pandemi sırasında cerrahi olarak tedavi edilen pediatrik kırıkların epidemiyolojik verilerini, kırık tiplerini, travma mekanizmalarını ve cerrahi müdahalelerini pandemiden önce tedavi edilenlerle karşılaştırmaktır.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmaya, pandemiden önceki bir yıl ve pandemi sırasında bir yıl boyunca kırık nedeniyle ameliyat edilen 10 ve 10 yaş altı pediatrik hastalar dâhil edildi. Analiz edilen değişkenler arasında cinsiyet, yaş, kırığa maruz kalan çocuğun yaşadığı evdeki çocuk sayısı, kırık tipleri, yaralanma mekanizmaları, yaralanma yeri, yaralanma zamanı ve gerçekleştirilen cerrahi türü yer aldı. Pandemi öncesi dönem Nisan 2019 – Nisan 2020, pandemi dönemi ise Nisan 2020 – Nisan 2021 olarak tanımlandı.
Bulgular: Pandemi öncesinde kırık şikâyetiyle gelen hastaların yaş ortalaması 6,02±2,62 yıl iken, pandemi döneminde bu yaş 5,39±2,48 yıldı. Pandemi öncesinde kırık şikâyetiyle gelen hastaların %57,6’sı (n=38) erkekti ve en sık görülen kırık bölgesi distal humerustu (%56,1, n=37). Düşmeler yaralanmanın önde gelen mekanizmasıydı (%95,5, n=63). Yaralanmaların %40,9’u (n=27) iç mekanda meydana geldi ve vakaların %40,9’u (n=27) kapalı redüksiyon ve perkütan pinleme (CRPP) ile tedavi edildi. Pandemi sırasında hastaların %71,4’ü (n=40) erkekti ve en sık görülen kırık bölgesi distal humerustu (%62,5, n=35). Düşmeler yaralanmanın önde gelen mekanizması olmaya devam etti (%92,9, n=52). Yaralanmaların %48,2’si (n=27) iç mekanda meydana geldi ve vakaların %50’si (n=28) CRPP ile tedavi edildi. Pandemi öncesi döneme kıyasla, erkek-kadın hasta oranı pandemi sırasında daha yüksekti (p=0,001). Çoğunlukla daha yüksek enerjili travma sonrası gelişen ön kol kırıkları, pandemi sırasında önemli ölçüde daha az izlendi (p=0,003).
Sonuç: Bulgular COVID-19 pandemisinin pediatrik kırıkları üzerindeki etkisine ilişkin fikir vermektedir.
Aim: The COVID-19 pandemic and its quarantine and isolation measures led to notable differences in trauma mechanisms and their outcomes. This study aims to compare the epidemiological data, fracture patterns, trauma mechanisms, and surgical interventions of pediatric fractures treated surgically during the pandemic with those treated before the pandemic.
Material and Method: In this retrospective study, pediatric patients aged 10 years or younger who underwent surgery for fractures during one year before the pandemic and one year during the pandemic were included. The variables analyzed included gender, age, number of children experiencing fracture at home, fracture patterns, mechanisms of injury, injury location, time of injury, and type of surgery performed. The pre-pandemic period was defined as April 2019 – April 2020, and the pandemic period as April 2020 – April 2021.
Results: The mean age of patients presenting with fractures before the pandemic was 6.02±2.62 years, compared to 5.39±2.48 years during the pandemic. Before the pandemic, 57.6% (n=38) of the patients presenting with fractures were male, with the most common fracture site being the distal humerus (56.1%, n=37). Falls were the leading mechanism of injury (95.5%, n=63). 40.9% (n=27) of the injuries occurred indoors, and 40.9% (n=27) of the cases were treated with closed reduction and percutaneous pinning (CRPP). During the pandemic, 71.4% (n=40) of the patients were male, with the most common fracture site being the distal humerus (62.5%, n=35). Falls remained the leading mechanism of injury (92.9%, n=52). 48.2% (n=27) of the injuries occurred indoors, and 50% (n=28) of the cases were treated with CRPP. Compared to the pre-pandemic period, the male-to-female patient ratio was higher during the pandemic (p=0.001). Forearm fractures, which typically require higher-energy trauma, were significantly less common during the pandemic (p=0.003).
Conclusion: The findings provide insights into the impact of the COVID-19 pandemic on pediatric fractures.

14.
Büyük Depremden Etkilenen Bireylerden İzole Edilen Escherichia coli ve Klebsiella pneumoniae Suşlarında Genişletilmiş Spekturum Beta Laktamaz Sıklığının Araştırılması
Investigation of Extended Spectrum Beta Lactamase Frequency in Escherichia coli and Klebsiella pneumoniae Strains Isolated From Individuals Affected By a Major Earthquake
Hamdullah Suphi Bayraktar, Funda Çimen Açıkgül
doi: 10.5505/kjms.2025.08831  Sayfalar 219 - 228
Amaç: Genişletilmiş spekturum beta laktamaz (GSBL) üreten Escherichia coli (E.coli) ve Klebsiella pneumoniae (K.pneumoniae) türleri dünya genelinde sağlık hizmetleri açısından yüksek oranlarda antibiyotik dirençleri sebebiyle önemli patojenler arasında yer almaktadır. Bu patojenlerin yayılımı deprem ve sel gibi doğal afetler sebebiyle tetiklenebilmektedir.
Materyal ve Metod: Bu çalışmaya, büyük depremin hemen öncesi ve sonrasında Ocak 2023 ile Temmuz 2024 tarihleri arasında sağlık kuruluşuna başvuran hastalardan alınan 3129 örnek retrospektif olarak dâhil edilmiştir. Suşların identifikasyonu için VITEK® 2 kompakt otomatize sistem kullanılmıştır. Genişletilmiş spekturum beta laktamaz üretimi çift disk sinerji testi ve kombine disk sinerji testi ile belirlenmiştir. Suşların antibiyotik direnci VITEK® 2 kompakt otomatize sistemle belirlenmiştir. Tüm istatistiksel veriler IBM Sosyal Bilimlerde İstatistik Paket Programı (SPSS) kullanılarak analiz edildi. Gruplar arasındaki değişkenlerin karşılaştırılmasında Ki-kare testi uygulandı. İstatistiksel anlamlılık eşiği P <0,05 olarak belirlendi.
Bulgular: Klinik örneklerden izole edilen 3129 mikroorganizmadan 952’sinin E.coli ve 355’inin K.pneumoniae suşu olduğu tespit edilmiştir. E.coli suşlarından 478’i (%50,21) ve K.pneumoniae suşlarından 102’sinin (%28,73) GSBL-pozitif suşlar olduğu belirlenmiştir. GSBLpozitif E.coli suşlarının çoğunlukla sefuroksim (%97,48), seftriakson (%84,51) dirençli olduğu belirlenirken, GSBL-pozitif K.pneumoniae suşlarının %97,05 oranda seftriakson direnci olduğu bulunmuştur.
Sonuç: Genişletilmiş spekturum beta laktamaz pozitifliği E.coli suşlarında yüksek ancak literatürle karşılaştırıldığında anlamlı farklılık göstermemesine rağmen K.pneumoniae suşlarında nispeten orta düzeyde bulundu. Bölgemizde yaşadığımız büyük deprem felaketine rağmen elde edilen bu bulgular, umut vaat edici denilebilir.
Aim: Extended-Spectrum β-Lactamase (ESBL) - producing Escherichia coli (E.coli) and Klebsiella pneumoniae (K.pneumoniae) are threatening pathogens which are more resistant to antibiotics in healthcare settings all around the world. The spread of these pathogens may be triggered by natural disasters such as earthquake and flood.
Material and Method: A total of 3129 subjects were included in this study and evaluated retrospectively between January 2023 and July 2024 just before and after a major earthquake. VITEK® 2 compact automatized system was used to identify the strains. Extendedspectrum β-lactamase production was determined by double disc synergy test and combine disc synergy test. VITEK® 2 compact automatized system was used to determine the antibiotic resistance of strains. All statistical analyses were performed using IBM Statistical Package for Social Sciences (SPSS) program. Chi-square test was applied in comparing the variables between the groups. Statistical significance threshold was found to be P value of <0.05.
Results: Nine hundred and fifty two E.coli and 355 K.pneumoniae strains were isolated from 3129 clinical samples. The 478 E. coli (50.21%) and 102 K.pneumoniae strains (28.73%) were found to be ESBL-positive. ESBL-producing E.coli strains were mostly resistant to cefuroxime (97.48%), ceftriaxone (84.51%) and 97.05% resistance rate was determined in ESBL-positive K.pneumoniae strains against ceftriaxone.
Conclusion: Although ESBL positivity was high in E.coli strains and not significantly different when compared with literature, it was found to be relatively moderate in K.pneumoniae strains. It can be said that despite the major earthquake disaster, these findings are promising.

15.
Hastaneye Yatırılan Reküren Derin Ven Trombozlu Hastalarda: Tek Merkezli Retrospektif Bir Çalışmadan Demografik, Klinik ve Laboratuvar Bilgileri
Hospitalized Recurrent Deep Vein Thrombosis: Demographic, Clinical, and Laboratory Insights from a Single-Center Retrospective Study
Mustafa Oğuz Cumaoğlu, Turgut Dolanbay, Abdussamed Vural, Ömer Yüceer, Alpay Tuncar, Seyyid Rasim Yanmaz
doi: 10.5505/kjms.2025.04710  Sayfalar 229 - 236
Amaç: Bu çalışmada hastanede yatan tekrarlayan derin ven trombozlu (rDVT) hastaların demografik, klinik ve laboratuvar özelliklerinin analiz edilmesi ve ilişkili risk faktörlerinin ve tedavi sonuçlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntemler: Ekim 2021 ve Ekim 2023 tarihleri arasında rDVT ile hastaneye yatırılan 45 hasta üzerinde retrospektif bir inceleme yapıldı. Aktif kanser, hematolojik veya romatolojik hastalıklar, immünosüpresyon veya organ yetmezliği olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. Demografik veriler, klinik özellikler, venöz Doppler görüntüleme ve acil laboratuvar sonuçları analiz edildi. Hastalar proksimal veya distal trombüs yerleşimi, enfeksiyon yükü ve hastanede kalış süresine göre gruplandırıldı. İstatistiksel analizler Student’s t-testi, Mann-Whitney U testi ve Spearman korelasyonunu içeriyordu.
Bulgular: Çalışma popülasyonunun medyan yaşı 72 idi ve erkeklerde daha yüksek bir prevalans vardı (%55,6). Temel risk faktörleri arasında iki yıl içinde geçirilmiş büyük cerrahi (%40), diabetes mellitus (%37,8) ve hormon replasman tedavisi (%22,2) vardı. Hastaların %51’inde proksimal trombüs tespit edilmiş olup, bu durumdan ağırlıklı olarak erkekler etkilenirken, kadınlarda daha yüksek oranda distal trombüs görülmüştür. Medyan hastanede kalış süresi beş gündü ve daha uzun kalış süresi CRP ve ürik asit düzeyleri dâhil olmak üzere yüksek enflamatuvar belirteçlerle ilişkiliydi. D-dimer ile ürik asit arasında anlamlı bir korelasyon gözlenmiştir (r=0,40, p=0,005). Düşük molekül ağırlıklı heparin ve rivaroksaban ile ikili tedavi proksimal trombüs olgularında daha yaygındı.
Sonuç: Bu çalışma, hastanede yatan rDVT hastalarının farklı klinik ve laboratuvar özelliklerini vurgulamakta ve cinsiyet ile bölgeye özgü farklılıkların yönetim stratejilerini etkilediğini göstermektedir. D-dimer ve ürik asit arasındaki pozitif korelasyon, ürik asidin kaynakların sınırlı olduğu ortamlarda bir biyobelirteç olarak potansiyel rolüne işaret etmektedir. RDVT’nin genetik ve kalıtsal yönlerini ele almak için daha fazla araştırma yapılması gerekmektedir.
Aim: This study aimed to analyze the demographic, clinical, and laboratory characteristics of hospitalized patients with recurrent deep vein thrombosis (rDVT) and to identify associated risk factors and treatment outcomes.
Material and Methods: A retrospective review was conducted on 45 patients hospitalized with rDVT between October 2021 and October 2023. Patients with active cancer, hematological or rheumatological diseases, immunosuppression, or organ failure were excluded. Demographic data, clinical characteristics, venous Doppler imaging, and emergency laboratory results were analyzed. Patients were grouped based on proximal or distal thrombus location, infection burden, and hospital length of stay. Statistical analyses included Student’s t-test, Mann-Whitney U test, and Spearman correlation.
Results: The median age of the study population was 72 years, with a higher prevalence in males (55.6%). Key risk factors included major surgery within two years (40%), diabetes mellitus (37.8%), and hormone replacement therapy (22.2%). Proximal thrombus was identified in 51% of patients, with males predominantly affected, while females showed higher rates of distal thrombus. Median hospital stay was five days, and longer stays were associated with elevated inflammatory markers, including CRP and uric acid levels. A significant correlation between D-dimer and uric acid was observed (r=0.40, p=0.005). Dual therapy with low molecular weight heparin and rivaroxaban was more common in proximal thrombus cases.
Conclusion: This study highlights the distinct clinical and laboratory characteristics of hospitalized rDVT patients, with gender– and location-specific differences influencing management strategies. The positive correlation between D-dimer and uric acid suggests a potential role of uric acid as a biomarker in resource-limited settings. Further research is warranted to address the genetic and hereditary aspects of rDVT.

16.
Distal Sol Ana Koroner Arter Stentlemede Bifürkasyon ve Trifürkasyon Anatominin Karşılaştırılması
Comparison of Bifurcation and Trifurcation Anatomy in Distal Left Main Coronary Artery Stenting
Ahmet Anıl Başkurt, Yusuf Demir, Oktay Şenöz, İlker Gül
doi: 10.5505/kjms.2025.25665  Sayfalar 237 - 241
Amaç: Sol ana koroner arter (LMCA) perkütan koroner girişiminde (PKG) bifurkasyon ve bifurkasyon dışı lezyonları karşılaştıran çok sayıda veri olmasına rağmen, trifurkasyon anatomisinin prosedürel sonuçlar ve uzun vadeli prognoz üzerindeki spesifik etkisi tam olarak anlaşılamamıştır. Teknik karmaşıklıklar ve klinik sonuçlardaki olası farklılıklar göz önüne alındığında, bu anatomik alt grupların kapsamlı bir şekilde araştırılması gerekmektedir. Bu çalışma, bifurkasyon ve trifurkasyon LMCA lezyonları arasındaki prosedürel ve klinik sonuçları karşılaştırmayı amaçlamıştır.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmada, Ocak 2019 ile Haziran 2024 tarihleri arasında distal LMCA stentleme yapılan hastalar analiz edildi. Daha önce koroner arter baypas greftleme (KABG) yapılmamış stabil koroner arter hastalığı (KAH) olan ve intravasküler ultrason (IVUS) kılavuzluğunda stent uygulanan ve bir kalp ekibi tarafından değerlendirildiği üzere yüksek cerrahi riski olan veya PKG hasta tercihi olan hastalar dâhil edildi. Başvuru sırasında akut koroner sendromu olanlar, daha önce KABG geçirmiş olanlar veya IVUS kılavuzluğu olmadan PKG uygulanmış olanlar çalışma dışı bırakılmıştır. Kurumsal kayıtlardan toplam 43 uygun hasta tespit edildi. Prosedürel ayrıntılar, klinik sonuçlar ve takip bulguları dâhil olmak üzere veriler retrospektif olarak toplandı.
Bulgular: İki grup arasında biyokimyasal parametreler ve komorbiditeler dâhil olmak üzere başlangıç özellikleri açısından anlamlı fark yoktu (p>0,05). Trifurkasyon lezyonları anlamlı olarak daha uzun stent gerektirdi (p=0,008). İskemik olaylar trifurkasyon grubunda daha yaygındı (%33,3’e karşı %4,5, p=0,015) ve majör advers kardiyak olay (MACE) oranları trifurkasyon grubunda bifurkasyon grubuna kıyasla anlamlı derecede yüksekti (%57,1’e karşı %9,1, p=0,001). Kanama olayları ve mortalite oranları gruplar arasında anlamlı farklılık göstermedi (p>0,05).
Sonuç: PKG uygulanan LMCA trifurkasyon lezyonlu hastalar, IVUS kılavuzluğuna rağmen, bifurkasyon lezyonlu hastalara kıyasla daha yüksek iskemik olay oranları ve MACE sergilemektedir. Bu yüksek riskli popülasyona yönelik tedavi stratejilerini optimize etmek için daha ileri prospektif çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Although there is a lot of data comparing bifurcation and non-bifurcation lesions in left main coronary artery (LMCA) percuteneous coronary intervention (PCI), the specific influence of trifurcation anatomy on procedural outcomes and long-term prognosis is poorly understood. Given the technical complexities and probable disparities in clinical outcomes, a thorough research of these anatomical subgroups is required. This study aimed to compare procedural and clinical outcomes between bifurcation and trifurcation LMCA lesions.
Material and Methods: This retrospective study analyzed patients who underwent distal LMCA stenting between January 2019 and June 2024. Patients with stable coronary artery disease (CAD) without prior coronary artery bypass grafting (CABG) and who underwent intravascular ultrasound (IVUS)-guided stenting and who have high surgical risk, as assessed by a heart team, or patient preference for PCI were included. Those with acute coronary syndrome at presentation, prior CABG, or PCI performed without IVUS guidance were excluded. A total of 43 eligible patients were identified from institutional records. Data were collected retrospectively, including procedural details, clinical outcomes, and follow-up findings.
Results: There were no significant differences in baseline characteristics, including biochemical parameters and comorbidities, between the two groups (p>0.05). Trifurcation lesions required significantly longer stents (p=0.008). Ischemic events were more common in the trifurcation group (33.3% vs. 4.5%, p=0.015), and major adverse cardiac event (MACE) rates were significantly higher in the trifurcation group compared to the bifurcation group (57.1% vs. 9.1%, p=0.001). Bleeding events and mortality rates did not significantly differ between the groups (p>0.05).
Conclusion: Patients with LMCA trifurcation lesions undergoing PCI exhibit higher ischemic event rates and MACE compared to those with bifurcation lesions, despite IVUS guidance. Further prospective studies are warranted to optimize treatment strategies for this high-risk population.

17.
Tiroid Cerrahisi Sırasında İatrojenik Paratiroidektomi ve Etki Eden Faktörler
Iatrogenic Parathyroidectomy and Affecting Factors During Thyroid Surgery
Atakan Özkan
doi: 10.5505/kjms.2025.37630  Sayfalar 242 - 246
Amaç: Bu çalışmada tiroid cerrahisi sonrasında iatrojenik paratiroidektomi görülen olguların irdelenmesi ve buna yol açan faktörlerin analiz edilmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya 2019–2023 tarihleri arasında Özel Esencan Hastanesi hastanemiz çeşitli kliniklerinde tiroidle ilişkili bozukluk tanısı konulan ve tiroid cerrahisi kararı verilere opere edilen toplam 287 hasta dâhil edildi. Hastaların tiroidit varlığı açısından operasyon öncesi yapılan ultrason görüntüleme sonuçlar ve multinödül guatırları olan hastlarda en büyük 4 cm üstünde nodül saptananların nodül olanlar kaydedildi. Operasyon sırasında alınan tiroid dokuları patoloji laboratuvarında histopatolojik olarak incelendi ve tiroit malignitesi varlığı belirlendi. Ayrıca operasyon sonrası süreçte hipokalsemi gelişen hastalar iatrojenik paratiroidektomi olarak kabul edildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 55,6±17,3 (Aralık: 18–83) yıl idi ve 154’ü (%55,4) erkekti. Hastaların 26’sında (%9,4) iatrojenik paratiroidektomi saptandı. Tiroid malignitesi olanlarda iatrojenik paratiroidektomi görülme oranı malignitesi olmayanlara göre anlamlı yüksek bulundu (%13,9 vs. %5,8; p=0,02). Tiroidit saptananlarda iatrojenik paratiroidektomi oranı tiroiditi olmayanlara göre anlamlı yüksekti (%18,2 vs. %7,2; p=0,012). Dominant nodül çapı bulunanlarda iatrojenik paratiroidektomi görülme oranı dominant nodül çapı olmayanlara göre anlamlı yüksek bulundu (%27,0 vs. %6,6; p<0,001). Yapılan lojistik regresyon analizlerinde tiroid malignitesi (p=0,024), tiroidit (p=0,015) ve dominant nodül çapı (p<0,001) varlığı iatrojenik paratiroidektomi gelişmesi açısından bağımsız risk faktörleri idi. Buna göre iatrojenik paratiroidektomi görülme riskini tiroid malignitesi varlığı 2,6 kat; tiroidit varlığı 2,9 kat; dominant nodül çapı varlığı ise 5,2 kat artırmaktaydı. Çoklu değişken analizinde ise malignite ile dominant nodül çapının birlikte bulunması iatrojenik paratiroidektomi gelişmesi açısından bağımsız risk faktörü olarak saptandı.
Sonuç: Çalışmamızdan elde edilen bulgular tiroid cerrahisinde iatrojenik paratiroidektomi görülme oranının %10 civarında olduğunu, özellikle tiroiditi, tiroid malignitesi ya da dominant nodül çapı olan hastalarda iatrojenik paratiroidektomi görülme riskinin belirgin olarak artmış olduğunu, bu hastalar opere edilirken çok daha dikkatli olunması ve bu hastaların cerrahi sonrasında daha yakından takip edilmesi gerektiğini göstermiştir.
Aim: This study aimed to investigate cases of iatrogenic parathyroidectomy following thyroid surgery and to analyze the causes.
Material and Methods: A total of 287 patients diagnosed with thyroid-related disorders and surgically treated at various clinics of Private Esencan Hospital between 2019 and 2023 were included in the study. Preoperative ultrasound imaging results and data on patients with multinodular goiter presenting a dominant nodule larger than 4 cm in diameter were recorded, specifically noting the presence of thyroiditis. Thyroid tissues obtained during surgery were examined histopathologically in the pathology laboratory, and the presence of thyroid malignancy and parathyroid tissue was confirmed.
Results: The mean age of the patients was 55.6±17.3 years, ranging from 18 to 83 years, and 154 (55.4%) were male. Iatrogenic parathyroidectomy was identified in 26 (9.4%) of the patients. The rate of iatrogenic parathyroidectomy was significantly higher in patients with thyroid malignancy compared to those without (13.9% vs. 5.8%; p=0.02). Patients with thyroiditis also had a higher rate of iatrogenic parathyroidectomy than those without (18.2% vs. 7.2%; p=0.012). Additionally, patients with a dominant nodule diameter showed a significantly increased rate of iatrogenic parathyroidectomy compared to those without (27.0% vs. 6.6%; p<0.001). In the logistic regression analysis, the presence of thyroid malignancy (p=0.024), thyroiditis (p=0.015), and dominant nodule diameter (p<0.001) were identified as independent risk factors for developing iatrogenic parathyroidectomy.
Conclusion: Our study shows that the risk of iatrogenic parathyroidectomy is significantly higher, especially in patients with thyroiditis, thyroid malignancy, or large nodules. These patients should be handled more carefully during surgery and should be considered for surgical treatment.

18.
Duygusal ve Bilişsel Gerileme Hafif Bilişsel Bozuklukta Kaygının Rolü
Emotional Burdens and Cognitive Decline: the Role of Anxiety in Mild Cognitive Impairment
Ceyhun Sayman, Uğur Aylak, Şeyda Çankaya, Burak Yuluğ
doi: 10.5505/kjms.2025.39129  Sayfalar 247 - 253
Amaç: Bu çalışma, hafif bilişsel bozukluğu (HBB) olan bireylerde depresyon ve anksiyetenin bilişsel işlevler ile hastalığın ilerleme riski üzerindeki etkilerini incelemeyi amaçlamaktadır. Bu etkileşimleri anlamak, HBB’li bireylerde erken tanı stratejilerinin ve hedefe yönelik tedavi müdahalelerinin geliştirilmesini sağlayabilir. Hafif Bilişsel Bozukluk (HBB), normal yaşlanma ile demans arasında kilit bir köprü görevi görür ve çoğunlukla depresyon ile anksiyete gibi nöropsikiyatrik semptomlarla kendini gösterir. Bu semptomlar bilişsel gerilemeyi şiddetlendirebilir ve altta yatan nörodejeneratif sürecin en erken göstergeleri olabilir. Bu çalışma, HBB ile depresyon ve anksiyete arasındaki karmaşık ilişkileri araştırmayı, özellikle bu faktörlerin bilişsel sonuçlar ve hastalığın ilerleyişi üzerindeki ortak etkisine odaklanmayı amaçlamaktadır. Elde edilecek bulgular, HBB’li bireylere yönelik tarama yaklaşımlarının ve müdahale stratejilerinin iyileştirilmesine katkıda bulunacaktır.
Yöntemler: Hafif Bilişsel Bozukluk tanılı 45 hastadan oluşan (ortalama yaş: 66,1 yıl; %51 erkek) prospektif bir kohorta, şu test protokolleri uygulanmıştır: Montreal Bilişsel Değerlendirme (MoCA), Standartlaştırılmış Mini Mental Durum Testi (SMMT), Hamilton Depresyon Derecelendirme Ölçeği (HDRS) ve Hamilton Anksiyete Ölçeği (HAS). Hastalar anksiyete şiddetine göre sınıflandırılmış ve bu grupların bilişsel performansları karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Montreal bilişsel değerlendirme ve SMMT puanlarında cinsiyetler arasında anlamlı bir farklılık görülmezken, sözel akıcılık ve soyut düşünme testlerinde erkekler kadınlardan daha yüksek puan almıştır. Anksiyete düzeyleri kadınlarda anlamlı derecede daha yüksek bulundu (p=0,001). Montreal bilişsel değerlendirme skorlarına göre, artan anksiyete şiddetiyle birlikte bilişsel işlevlerde belirgin bir düşüş gözlenmiştir.
Sonuç: Anksiyete ve depresyon, HBB hastalarında bilişsel işlevleri belirgin ölçüde etkilemekte ve MoCA alt testlerinde anlamlı etkilere yol açmaktadır. Bu bulgular, bilişsel gerilemeyi azaltmak ve yaşam kalitesini iyileştirmek için psikiyatrik komorbiditeleri ele alan erken tanı ve hedefe yönelik müdahalelerin önemini vurgulamaktadır.
Aim: This study investigates the complex interactions between mild cognitive impairment (MCI), depression, and anxiety, focusing on how these factors affect cognitive function and progression risks. The goal is to inform early diagnostic strategies and targeted therapeutic interventions in individuals with MCI
Matherial and Methods: This prospective study included 45 patients diagnosed with MCI (mean age: 66.1±7.7 years; 23 males [51%], 22 females [49%]) at a neurology outpatient clinic. Sociodemographic data, including education level and medical history, were collected. Cognitive and psychiatric assessments were conducted using the Montreal Cognitive Assessment (MoCA), Standardized Mini-Mental State Examination (SMMT), Hamilton Depression Rating Scale (HDRS), and Hamilton Anxiety Scale (HAS). Stratification was done according to anxiety severity, and comparisons were made across these groups on the cognitive performances.
Results: Anxiety levels were significantly higher in females than males (p=0.001). While global MoCA and SMMT scores did not differ significantly by gender, males showed significantly better performance in verbal fluency (p=0.025) and a trend in abstract thinking (p=0.057). A significant decline in MoCA total scores was observed with increasing anxiety severity (p=0.024), with verbal fluency (p=0.011), abstract thinking (p=0.005), and attention (p=0.050) notably affected in the severe anxiety group.
Conclusions: This study highlights anxiety as a key modifiable risk factor for cognitive impairment in MCI, with domain-specific deficits in executive function. Unlike depression, anxiety showed a stronger correlation with cognitive decline. These findings suggest that early identification and targeted treatment of anxiety in MCI could help delay progression to dementia and improve clinical outcomes.

19.
Helichrysum arenarium’un HepG2 Hücreleri Üzerindeki Sitotoksik Etkileri
Cytotoxic Effects of Helichrysum arenarium on HepG2 Cells
Duygu Kirkik, Derya Sultan Karabulut, Sevgi Kalkanlı Taş
doi: 10.5505/kjms.2025.31391  Sayfalar 254 - 259
Amaç: Hepatoselüler karsinom (HCC), dünya genelinde kansere bağlı ölümlerin önde gelen nedenlerinden biridir. Potansiyel antikanser özelliklere sahip doğal bileşiklerin araştırılması giderek artan bir ilgi görmektedir. Helichrysum arenarium, biyoaktif bileşenleri ile bilinen tıbbi bir bitkidir, ancak karaciğer kanseri hücreleri üzerindeki sitotoksik etkileri henüz araştırılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, Helichrysum arenarium ekstraktının HepG2 karaciğer kanseri hücreleri üzerindeki sitotoksik etkilerini hücre canlılığı ve morfolojik değişiklikler açısından değerlendirmektir.
Materyal ve Metot: HepG2 hücreleri, farklı konsantrasyonlarda (0,025–0,1 mg/mL) Helichrysum arenarium ekstraktı ile 24 saat süreyle muamele edilmiştir. Morfolojik değişiklikler faz-kontrast mikroskobu kullanılarak gözlemlenmiş, hücre canlılığı ise WST-1 testi ile değerlendirilmiştir. İstatistiksel analiz, tek yönlü ANOVA ve Tukey’nin post-hoc testi kullanılarak gerçekleştirilmiş olup, p <0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular: Helichrysum arenarium’un HepG2 hücreleri üzerinde doz-bağımlı sitotoksik bir etkisi olduğu gözlemlenmiştir. Morfolojik gözlemler apoptotik benzeri değişikliklere işaret etmiş ve WST-1 testi hücre canlılığında önemli bir azalma göstermiştir; en yüksek konsantrasyon (0,1 mg/mL) canlılığı kontrolün %30’unun altına düşürmüştür (p <0,05).
Sonuç: Bu bulgular, Helichrysum arenarium’un HepG2 karaciğer kanseri hücreleri üzerinde güçlü sitotoksik etkiler gösterdiğini ve bunun muhtemelen apoptozla ilişkili mekanizmalar yoluyla gerçekleştiğini düşündürmektedir. Moleküler yolların aydınlatılması ve hepatoselüler karsinom için potansiyel bir terapötik ajan olarak değerlendirilmesi için ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Hepatocellular carcinoma (HCC) is one of the leading causes of cancer-related mortality worldwide. The search for natural compounds with potential anticancer properties has gained increasing attention. Helichrysum arenarium is a medicinal plant known for its bioactive compounds, but its cytotoxic effects on liver cancer cells remain unexplored. This study aimed to evaluate the cytotoxic effects of Helichrysum arenarium extract on HepG2 liver cancer cells by assessing cell viability and morphological changes.
Material and Method: HepG2 cells were treated with different concentrations (0.025–0.1 mg/mL) of Helichrysum arenarium extract for 24 hours. Morphological alterations were observed using phase-contrast microscopy, while cell viability was assessed using the WST-1 assay. Statistical analysis was performed using oneway ANOVA with Tukey’s post-hoc test, considering p <0.05 as statistically significant.
Results: Helichrysum arenarium exhibited a dose-dependent cytotoxic effect on HepG2 cells. Morphological observations indicated apoptotic-like changes, and the WST-1 assay showed a significant decrease in cell viability, with the highest concentration (0.1 mg/mL) reducing viability to below 30% of the control (p <0.05).
Conclusion: These findings suggest that Helichrysum arenarium exhibits potent cytotoxic effects on HepG2 liver cancer cells, likely through potential apoptotic pathways. Further studies are needed to elucidate the molecular pathways involved and to evaluate its potential as a therapeutic agent for hepatocellular carcinoma.

DERLEME
20.
Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde Tamamlanan Lisansüstü Tezlerin Yayın Durumu (1984-2023): Biyometrik Bir Çalışma
Publication Status of Postgraduate Theses Completed in Ankara University’s Health Sciences Institute (1984- 2023): A Biometric Study
Burcu Ağdemir, Handan Özdemir, Neriman Yükseltürk Şimşek, Meltem Özduyan Kılıç, Ayten Demir, Büşra Naz Çakır, Hilal Başak Erol, Dilara Çalışkan, Aybuke Çelik, Derya Cıcek Polat, Işıl Özakça, Banu Kaskatepe, Fügen Aktan
doi: 10.5505/kjms.2025.06926  Sayfalar 260 - 269
Amaç: Bu çalışma 1984–2023 yılları arasında, Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde yürütülen lisansüstü tezlerin yayın olma durumları ve yayımlandıkları dergilerin endeks türünü belirlemek amacıyla yapıldı.
Materyal ve Metot: Çalışma bibliyometrik, retrospektif ve tanımlayıcı desende yürütüldü. Verilerinin analizinde performans analizi yönteminden yararlanıldı. Tanımlayıcı istatistiklerden yararlanılarak verilerin sayı ve yüzde dağılımları hesaplandı.
Bulgular: Araştırma sonucunda, Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü’nde toplam 3783 lisansüstü tez yürütüldüğü (%39,2’si yüksek lisans tezi, %60,7’si doktora tezi) belirlenmiştir. Yüksek lisans tezlerinin %25,2’si, doktora tezlerinin %34,26’sı yayımlanmıştır. Bu doğrultuda lisansüstü tezlerinin toplam yayımlanma oranı %30,7’dir. Yüksek lisans ve doktora tezlerinden üretilen yayınların %59,6’sı uluslararası endekste, %22’si ulusal endekste, %16,7’si atıf endeksinde, %1,5’i ulusal hakemli dergilerde yayımlanmıştır.
Sonuç: Çalışma sonucunda, ilgili üniversitenin sağlık bilimleri enstitüsünde yürütülmüş olan lisansüstü tezlerin yayımlanma oranlarının yüksek olmadığı ortaya konmuştur. Bu kapsamda, lisansüstü tezlerin yayına dönüşmesini etkileyen faktörler araştırılmalı ve çözümler üretilmelidir. Ayrıca, tezlerin yayımlanmasını sağlayacak kurumsal düzenlemeler yapılmalı ve etkili politikalar geliştirilmelidir.
Aim: This study determined the publication status and index type of the journals in which the postgraduate theses were published in the Ankara University Institute of Health Sciences between 1984 and 2023.
Material and Method: The study was prepared using a bibliometric, retrospective and descriptive design. The data were analyzed using performance analysis, and descriptive statistics were used to calculate the number and percentage distributions of the data.
Results: The study determined that 3783 graduate theses (39.2% master’s theses and 60.7% doctoral theses) were prepared at Ankara University’s Institute of Health Sciences. 25.2% of master’s theses and 34.26% of doctoral theses were published, resulting in a total publication rate of 29.8% for graduate theses. Of the publications from master’s and doctoral theses, 59.6% were published in international indexes, 22% in national indexes, 16.7% in citation indexes, and 1.5% in national refereed journals.
Conclusion: The study revealed that the publication rate of postgraduate theses conducted in the health sciences institute of the relevant university was not high. In this context, the factors affecting the conversion of postgraduate theses into publications should be investigated, and solutions should be produced. Additionally, institutional arrangements should be established to ensure the publication of theses, and effective policies should be implemented to support this process.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
21.
Parkinson Hastalığında El Deformitesi: Romatoid Artriti Taklit Eden Striatal El Deformite Olgusu
Hand Deformity in Parkinson’s Disease: A Case of Striatal Hand Deformity Mimicking Rheumatoid Arthritis
Ismail Tuncekin, Murat Toprak, Umit Kaya
doi: 10.5505/kjms.2025.87003  Sayfalar 270 - 272
Parkinson hastalığında el ve ayaklarda anormal postur ve deformiteler görülebilir. Üst extremitelerde görülen en tipik deformite metakarpofalangiel eklemlerde fleksiyon, proksimal interfalangiel eklemlerde extansiyon, distal interfalangiel eklemlerde fleksiyon ve ulnar deviasyondur. Bu deformiteler; tremor, bradikinezi, rijidite gibi parkinson bulgularının tam yerleşmediği hastalarda yanlışlıkla romatoid artrit tanısı konmasına ve gereksiz medikal tedavi verilmesine sebep olabilir. Olgumuzda Parkinson hastalığına bağlı sağ üst extremitesinde el deformiteleri olan hasta mevcut olup romatoid artrit ile ayırıcı tanısı yapılmıştır. Hastaya tanı konulduktan sonra fizik tedavi başlanarak deformitelerin progresyonunun engellenmesi amaçlanmıştır. Bu olgu; romatoid artrit ve parkinson hastalığında benzer el deformitelerinin olması sebebiyle bir tanı karışıklığı yaşanabileceğini göstermektedir. Bu duruma dikkat çekmek amacıyla striatal el deformitesine sahip parkinsonlu bir vaka sunulmuştur.
Abnormal postures and deformities can be seen in the hands and feet in parkinson’s disease. The most typical deformities seen in the upper extremities are flexion of the metacarpophalangeal joints, extension of the proximal interphalangeal joints, flexion of the distal interphalangeal joints, and ulnar deviation. These deformities may cause rheumatoid arthritis to be misdiagnosed and unnecessary medical treatment given to patients whose Parkinson’s findings, such as tremor, bradykinesia, and rigidity, are not fully established. In our case, there was a male patient with hand deformities in his right upper extremity due to Parkinson’s disease, and his differential diagnosis was made with rheumatoid arthritis. It was aimed to prevent the progression of deformities by starting physical therapy after the diagnosis was made. This case shows that there may be a diagnosis confusion due to the similar hand deformities in rheumatoid arthritis and Parkinson’s disease. To draw attention to this situation, a case of Parkinson’s disease with striatal hand deformity is presented.

DÜZELTME
22.
Düzeltme
Erratum

doi: 10.5505/kjms.2025.52280  Sayfa 273
Makale Özeti | Tam Metin PDF

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git