Volume: 14 Issue: 2 - 2024 | |
Hide Abstracts | << Back | |
1. | Full Issue Pages I - II |
RESEARCH ARTICLE | |
2. | Determining the Concerns and Stress Levels of the Elderly Population About COVID-19: A Sectional Study Aygul Öztürk, Sinan Aslan doi: 10.5505/kjms.2024.88964 Pages 101 - 108 Amaç: Bu araştırmada 65 yaş üstü bireylerin COVID-19’a yönelik endişelerinin ve stres düzeylerinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Kesitsel olarak planlanan bu araştırmanın verileri 15 Şubat – 13 Mart 2022 tarihleri arasında çevrimiçi anket ve yüz yüze toplanmıştır. Veri kalitesine uygun 769 anket çalışmaya dâhil edilmiştir. Verilerin toplanmasında araştırmacılar tarafından hazırlanan yaşlıların sosyodemorafik özelliklerini ve COVID-19 sırasında endişe durumlarını belirlemeye yönelik soru formu ile Algılanan Stres Ölçeği-10 kullanılmıştır. Araştırmada elde edilen sonuçların istatistiksel analizleri Statistical Package for Social Sciences (IBM 25 Sosyal Bilimlerde İstatistik Paket Programı –SPSS) paket programı ile yapılmıştır. Bulgular: Araştırmadaki katılımcıların %49,9’u COVID-19 geçirmişlerdir. Katılımcıların %80,5’i pandemiden dolayı yaşam düzeninin değiştiğini, %88,2’si bu süreçte kendini endişeli hissettiğini ifade etmişlerdir. Katılımcıların algılanan stres ölçeğinden aldıkları toplam puan ortalaması 29,82±2,58’dır. Bireylerin medeni durum, gelir, kaldığı yer ve kronik hastalığın varlığı ile algılanan stress ölçeği puan ortalaması arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). Sonuç: Bu araştırmada katılımcıların algılanan stress düzeyinin orta düzeyde olduğu saptanmış olup bireylerin çoğunun kendini endişeli hissettiği dikkat çekmektedir. Aim: This study aims to determine the concerns and stress levels of individuals over the age of 65 towards COVID-19. Material and Method: The data of this sectional study was collected both through an online survey and face-to-face between February 15 and March 13, 2022. Seven hundred and sixty nine surveys that met the criteria for data quality were included in the study. Both a questionnaire prepared by the researchers to determine the socio-demographic characteristics of older people and their concerns state during COVID-19 and the Perceived Stress Scale-10 were used. Statistical analysis of the results obtained in the study was carried out with the Statistical Package for Social Sciences (SPSS) for IBM 25 package program. Results: 49.9% of the participants were diagnosed with COVID-19. Additionally, 80.5% of the participants reported experiencing changes in their living circumstances as a result of the pandemic, while 88.2% reported feeling anxious during this period. The participants were seen to have an average score of 29.82±2.58 on the perceived stress scale. A statistically significant difference was seen in the average score of the perceived stress scale when comparing individuals based on their marital status, income, place of residence, presence of chronic condition (p <0.05). Conclusion: The study revealed that the participants’ reported stress level was moderate, with a significant number of persons experiencing anxiety. |
3. | Laser Therapy for Grade II and III Hemorrhoids: Threeyear Clinical Experience Erkan Aksoy, Karaca Ocak Özlem, Zeynep Ertürk, Hasan Ergenç doi: 10.5505/kjms.2024.59751 Pages 109 - 114 Amaç: Hemoroidlerin tedavisi zordur. Heterojen kanıtlarla desteklenen birden fazla tedavi seçeneği mevcuttur. Çalışmamızda lazer tedavisinin klinik sonuçlarını ve etkinliğini analiz etmeyi amaçladık. Materyal ve Metot: Çalışmamız, 2018–2021 yılları arasında genel cerrahi kliniğimizde evre II ve III hemoroid tanısıyla Hemoroidal Lazer Prosedürü (HeLP) uygulanan 1096 hasta üzerinde gerçekleştirildi. Hastaların ameliyat öncesi ve sonrası klinik verileri hasta dosyalarından, elektronik kayıtlardan ve telefon görüşmelerinden elde edildi. Bulgular: Kanama ve idrar retansiyonu erken dönemde en sık görülen komplikasyonlardı. Uzun vadede anal fissürün en sık görülen komplikasyon olduğu bulundu. Hemoroidal hastalıkları erkeklerde 1,25 kat daha sık olduğu tespit edildi. Hastalar kliniğimize en sık kanama ve hemoroidal sendrom şikâyetleriyle başvurdu. Sonuç: Lazer tedavisinin kullanımı, konservatif yaklaşımlara yanıt vermeyen, minimal analjezik kullanımı, daha az yara bakımı ihtiyacı ve çok kısa süreli ağrı ve rahatsızlık gerektiren, yüksek hasta memnuniyeti sağlayan II. ve III. derece hemoroidler için uygun bir prosedürdür. Aim: Hemorrhoids are difficult to treat. Multiple treatment options are available, supported by heterogeneous evidence. In our study, we aimed to analyze laser therapy’s clinical outcomes and effectiveness. Material and Method: Our study was conducted on 1096 patients who underwent Hemorrhoidal Laser Procedure (HeLP) and were diagnosed with grade II and III hemorrhoids in our general surgery clinic between 2018 and 2021. The patients pre- and postoperative clinical data were obtained from patient files, electronic records, and telephone interviews. Results: Bleeding and urinary retention were the most common complications in the early period. In the long term, the anal fissure was found to be the most common complication. We detected hemorrhoidal diseases 1.25 times more frequently in males. The patients presented to our clinic with the most common complaints of bleeding and hemorrhoidal syndrome. Conclusion: The use of laser therapy is an appropriate procedure for grade II and grade III hemorrhoids that do not respond to conservative approaches, which require minimal analgesic use, less need for wound care and very short duration of pain and discomfort, with high patient satisfaction. |
4. | The Effect of Spirituality on Psychological Resilience in Women During the Pandemic Period Sibel Öztürk, Nazlı Akar doi: 10.5505/kjms.2024.78972 Pages 115 - 121 Amaç: Pandemi döneminde maneviyat ve maneviyatın kadınlarda psikososyal dayanıklılığa etkisini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır. Materyal ve Metot: Tanımlayıcı ve kesitsel bir çalışmadır. Araştırmanın örneklemini araştırma kriterlerini karşılayan 335 kadın oluşturmuştur. Araştırma, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’nde yer alan bir ilde Nisan 2022 ile Haziran 2022 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Verilerin toplamasında kişisel veri formu, Maneviyat ve Kısa Psikolojik Sağlamlık Ölçeği kullanılmıştır. Bulgular: Kadınların maneviyat ölçeğinden aldıkları ortalama puan 108,21±13,81, kısa dayanıklılık ölçeğinden aldıkları ortalama puan ise 19,84±4,65’tir. COVID-19 hastalık sürecini hastanede geçirenler ile evde geçirenler arasında maneviyat düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). Kadınların maneviyat düzeyleri arttıkça psikolojik dayanıklılık düzeylerinin de arttığı tespit edildi (p<0,05). Kadınların maneviyat düzeyleri ile psikolojik dayanıklılıkları arasında pozitif bir ilişki bulunmaktadır. Sonuç: Maneviyat düzeyi yüksek kadınların salgın ve pandemi gibi zorluklarla baş etme potansiyeli daha yüksektir. Aim: It was carried out to evaluate the effect of spirituality and spirituality on psychosocial resilience in women during the pandemic period. Material and Method: It is a descriptive and cross-sectional study. The study sample consisted of 335 women who met the research criteria. The research was carried out between April 2022 and June 2022 in a province in the Eastern Anatolia Region of Türkiye. Personal data formula, Spirituality and Brief Psychological Resilience Scale were used to collect data. Results: The average score women received from the spirituality scale was 108.21±13.81, and the average score they received from the short endurance scale was 19.84±4.65. Spirituality levels were statistically significant between those who spent the COVID-19 disease process in the hospital and those who spent it at home (p<0.05). As women’s spirituality levels increased, their psychological resilience levels also increased (p<0.05). There is a positive relationship between women’s spirituality levels and psychological resilience. Conclusion: Women with high levels of spirituality have a higher potential to cope with challenges such as epidemics and pandemics. |
5. | The Differences in Lactobacillus spp. Between Traditional and Industrial Vegetable Pickles Süleyman Köse, Hande Mortaş, Saniye Bilici doi: 10.5505/kjms.2024.70437 Pages 122 - 130 Amaç: Bu çalışmanın amacı geleneksel ve endüstriyel olarak hazırlanan lahana ve salatalık turşularında Lactobacillus acidophilus, Levilactobacillus brevis ve Lactiplantibacillus plantarum içeriğini araştırmaktır. Materyal ve Metot: Turşu örnekleri endüstriyel (n=20) ve geleneksel (n=38) üretim yöntemine göre sınıflandırılmıştır. Turşuların tuz içerikleri ve pH derecesi dâhil olmak üzere kimyasal bileşimleri değerlendirilmiştir. Geleneksel yöntemle üretilen turşuların tuz içerikleri üretici beyanı esas alınarak kayıt altına alınmış endüstriyel olarak üretilen turşularda ise etiket bilgileri değerlendirilmiştir. PH ölçümleri masaüstü pH metre kullanılarak yapılmıştır. Turşuların Lactobacillus acidophilus, Levilactobacillus brevis ve Lactiplantibacillus plantarum içeriği, Diagen Real-time PCR Kiti kullanılarak bir Realtime PCR cihazında (RotorGene-Q, Almanya) gerçekleştirilmiştir. İstatistiksel analiz IBM Sosyal Bilimlerde İstatistik Paket Programı (SPSS) sürüm 22.0 kullanılarak yapılmıştır. Bulgular: Geleneksel yöntemle üretilen turşular, endüstriyel ürünlere göre daha yüksek pH değerlerine sahiptir (p<0,05). Geleneksel ve endüstriyel turşular, endüstriyel lahana turşuları dışında benzer tuz içeriğine sahipti (3,16 g/100 g, p=0,002). Geleneksel salatalık turşularının Lactobacillus acidophilus ve Levilactobacillus brevis içerikleri (sırasıyla 4,25±0,88 ve 5,55±1,37 log10 kob/g) endüstriyel lahana turşularına göre (sırasıyla 3,33±0,55 ve 1,53±2,11 log10 kob/g) önemli ölçüde yüksek bulunmuştur (p <0,05). Sonuç: Geleneksel olarak üretilen turşularda Lactobacillus spp içeriğinin endüstriyel olanlara göre daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Bu çalışma Türkiye’de sıklıkla tüketilen fermente ürünler arasında yer alan turşularda bulunan bakteri türlerinin, baskın bakteri oranlarının araştırıldığı ilerideki çalışmalara ön veri sağlayacaktır. Aim: This study investigates the content of Lactobacillus acidophilus, Levilactobacillus brevis and Lactiplantibacillus plantarum in traditional and industrially prepared cabbage and cucumber pickles. Material and Method: Pickle samples were categorized according to the industrial (n=20) and traditional (n=38) production methods. The chemical compositions, including salt contents and pH of the pickles, were evaluated. The salt content of the pickles produced by the traditional method was recorded based on the manufacturer’s declaration. Label information was assessed in industrially produced pickles. pH measurements were made using a desktop pH meter. Microbial load, including Lactobacillus acidophilus, Levilactobacillus brevis and Lactiplantibacillus plantarum counts of the pickles was carried out in a Real-time PCR device (RotorGene-Q, Germany) using the Diagen Real-time PCR Kit. Statistical analysis was performed using IBM Statistical Package for Social Sciences (SPSS) program version 22.0. Results: The pH values of the pickles produced by the traditional method had higher pH values than the industrial products (p <0.05). Conventional and industrial pickles had similar salt content except for the industrial cabbage pickles (3.16 g/100 g, p=0.002). Lactobacillus acidophilus and Levilactobacillus brevis contents of traditional cucumber pickles (4.25±0.88 and 5.55±1.37 log10 cfu/g, respectively) were found to be significantly higher than those of industrial cabbage pickles (3.33±0.55 and 1.53±2.11 log10 cfu/g, respectively, p <0.05). Conclusion: This study’s results, which found higher Lactobacillus spp. content in traditionally produced pickles than industrial ones, provide preliminary data for future studies investigating the bacterial community patterns and the proportions of predominant bacteria in pickles, which are fermented products consumed frequently in Türkiye. |
6. | Comparison of KRAS Mutation, Microsatellite Instability and Histomorphologic Features in Metastatic Colorectal Carcinomas: Single Centre Experience Gızem Ay Haldız, Ümit Çobanoğlu doi: 10.5505/kjms.2024.44270 Pages 131 - 137 Amaç: Kolorektal karsinomlarda (KRK) mikrosatellit instabilite (MSİ) ve KRAS mutasyonu tedavi protokollerini değiştirir. Mikrosatellit instabilite ve KRAS mutasyonunu belirlemek için immünohistokimya ve PCR gibi ileri incelemeler gerekir. Diğer taraftan Crohn benzeri lenfoid reaksiyon (CBLR), tümörü infiltre eden lenfositler (TİEL), tümör tomurcuklanması (TT) ve desmoplastik yanıt (DY) yalnızca rutin hematoksilen-eozin (H&E) kesitlerle belirlenebilen histomorfolojik özelliklerdir. Çalışmamızda MSİ, KRAS mutasyonu ve histomorfolojik özellikler arasındaki ilişkilerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Saptanacak ilişkilerin sadece H&E kesitler değerlendirilerek MSİ ve KRAS mutasyonunu öngörmede faydalı olabileceği düşünülmüştür. Materyal ve Metot: Çalışmada 109 metastatik KRK olgusu retrospektif olarak incelenmiştir. Rutin patolojik inceleme yapılırken klinik istek üzerine KRAS mutasyonu tespiti için tüm olgulara uygulanmış olan PCR sonuçlarına moleküler patoloji rapor arşivinden ulaşılmıştır. Rutin patolojik inceleme yapılırken klinik istek üzerine MSİ yorumlaması için 70 olguya uygulanmış olan MLH1, MSH2, MSH6, PMS2 immünohistokimyaları standarizasyon amacıyla tekrar değerlendirilmiştir. Rutin tümörlü H&E kesitleri CBLR, TİEL, TT, DY açısından çalışma için oluşturulan kriterlere göre incelenmiştir. Bulgular: Olguların %35,77’sinde (39/109) KRAS mutasyonu, %24,28’inde (17/70) MSİ, %32,11’inde (35/109) CBLR, %44,95’inde (49/109) TİEL, %73,39’unda (80/109) TT, %84,40’ında (92/109) DY saptanmıştır. Mikrosatellit stabil (MSS) olgularda CBLR, TİEL, DY, KRAS mutasyonu, MSİ olgularda ise TT daha sıktır. KRAS wild olgularda CBLR, TİEL, DY, MSİ, KRAS mutant olgularında TT daha sıktır. Sadece MSS-DY korelasyonu istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Sonuç: Çalışmamıza göre MSS-DY korelasyonu istatistiksel olarak anlamlıdır. Ancak MSS olguların %92,45’inde saptanan desmoplazi, MSİ olguların da %58,82’sinde gözlenmiştir. Desmoplastik yanıtın tümör stromasında beklenen bir bulgu olması sebebiyle MSİ açısından yönlendiriciliğinin sınırlıdır. Ayrıca Türkçe ve İngilizce literatürler tarandığında MSİ ile DY arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunamamıştır. Çalışmamızda histomorfolojik özellikler MSİ ve KRAS mutasyonunu öngörmede yetersiz kalmıştır. İmmünohistokimya ve PCR olanakları bulunmayan merkezlerde değerlendirilen hastaların KRK tanısı konulduktan sonra MSİ ve KRAS mutasyonu tayini için ivedilikle ileri bir merkeze sevk edilmesi tedavi seçimi açısından hayati önem taşımaktadır. Aim: Microsatellite instability (MSI) and KRAS mutations change colorectal carcinoma (CRC) treatment protocols. Advanced examinations such as immunohistochemistry and polymerase chain reaction (PCR) are required to determine MSI and KRAS mutations. On the other hand, Crohn-like lymphoid reaction (CLR), tumor-infiltrating lymphocytes (TIL), tumor budding (TB), and desmoplastic response (DR) are histomorphologic features that can be determined only with routine hematoxylin-eosin (H&E) sections. Our study aimed to evaluate relationships between MSI, KRAS mutations, and histomorphologic features. It was thought that the relationships to be determined may be useful in predicting KRAS mutations and MSI by evaluating only H&E sections. Material and Method: One hundred nine metastatic CRC cases were reviewed retrospectively. Polymerase chain reaction results were obtained from the molecular pathology report archive and performed on all cases for KRAS mutation detection upon clinical request during routine pathologic examinations. MLH1, MSH2, MSH6, and PMS2 immunohistochemistry, performed on 70 cases for MSI interpretation upon clinical request during routine pathological examinations, was re-evaluated for standardization. Routine H&E sections with tumors were examined for CLR, TIL, TB, and DR according to study-specific criteria. Results: KRAS mutations were found in 35.77% (39/109), MSI in 24.28% (17/70), CLR in 32.11% (35/109), TIL in 44.95% (49/109), TB in 73.39% (80/109), DR in 84.40% (92/109) of the cases. CLR, TIL, DR, and KRAS mutations were higher in microsatellite stable (MSS) cases, and TB was higher in MSI cases. Crohn-like lymphoid reaction, TIL, DR, and MSI were higher in KRAS wild cases, and TB in KRAS mutant cases. Only the MSS-DR correlation was statistically significant. Conclusion: The MSS-DR correlation was statistically significant in our study. However, desmoplasia was determined in 92.45% of MSS cases, and was also determined in 58.82% of MSI cases. Because DR is an expected feature in tumor stroma, its guidance in terms of MSI was limited. Also, no significant relationship was found between MSI and DR in Turkish or English literature. In our study, histomorphologic features were insufficient to predict MSI and KRAS mutations. It is vital to immediately refer patients with metastases evaluated in centers without immunohistochemistry and PCR facilities to an advanced center for MSI and KRAS mutation determination diagnosing CRC, especially for treatment selection. |
7. | Relationship Between Nonobstructive Coronary Arteries and Metabolic Parameters Muammer Karakayalı, Mehmet Altunova, Turab Yakisan, Serkan Aslan, Inanc Artac, Timor Omar, Ayça Arslan, Doğan İliş, Ezgi Güzel, Ibrahim Rencüzoğulları, Yavuz Karabağ doi: 10.5505/kjms.2024.86300 Pages 138 - 143 Amaç: Plazmanın aterojenik endeksi (AIP) ve trigliserit-glikoz (TyG) endeksi, koroner arter aterosklerozu ile güçlü bir şekilde ilişkilidir. Ancak bu metabolik parametreler ile nonobstrüktif koroner arter hastalıkları (INOCA) arasındaki ilişki bilinmemektedir. Bu nedenle AIP ve TyG endeksinin INOCA hastaları ile ilişkisini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Bu çalışmaya toplam 529 hasta dâhil edildi ve INOCA grubuna (n=264) ve kontrol grubuna (n=265) atandılar. Klinik veriler ve hesaplanan AIP, TyG endeksi kayıt edildi. INOCA için AIP ve TyG endekslerini değerlendirmek üzere çok değişkenli lojistik regresyon kullanıldı. Bulgular: INOCA’yı öngörmek için TyG’nin optimal kesme değeri %52,24 duyarlılık ve %70 özgüllük ile 8,87 idi ([AUC]: 0,634 [%95 GA: 0,592–0,675, p=0,023]). INOCA’yı öngörmek için AIP’nin optimal kesme değeri, %45,15 duyarlılık ve %70,57 özgüllük ile 0,54 idi ([AUC]: 0,590 [%95 GA: 0,547–0,632, p=0,025]). TyG ve AIP’nin ROC eğrileri karşılaştırıldığında TyG’nin daha iyi bir öngörücü olduğu görülmektedir ([Alanlar arasındaki fark]: 0,045 [%95 GA: 0,0180–0,0711, p=0,001]). Sonuç: AIP ve TyG endeksi INOCA grubunda kontrol grubuyla karşılaştırıldığında anlamlı derecede yüksekti. Ayrıca temel bulgu olarak, TyG endeksi ve AIP metabolik parametreleri birbirleriyle karşılaştırıldığında TyG endeksinin daha güçlü bir öngörü sağladığı ve INOCA için bağımsız bir risk faktörü olduğu tespit edildi. Aim: The atherogenic index of plasma (AIP) and triglyceride-glucose (TyG) index are strongly associated with atherogenesis of the coronary artery. However, the relationship between these metabolic parameters and ischaemia with nonobstructive coronary artery diseases (INOCA) is unknown. Therefore, we aimed to investigate the relationship between AIP and TyG index and INOCA patients. Material and Method: A total of 529 patients were enrolled in this study and assigned to the INOCA group (n=264) and control group (n=265). The clinical data and calculated AIP, TyG index, were collected. Multivariate logistic regression was set up to assess the AIP and TyG indices for INOCA. Results: The optimal cut-off value of TyG for predicting INOCA was 8.87 with a sensitivity of 52.24% and a specificity of 70% ([AUC]: 0.634 [95% CI: 0.592–0.675, p=0.023]). The optimal cutoff value of AIP for predicting INOCA was 0.54 with a sensitivity of 45.15% and a specificity of 70.57% ([AUC]: 0.590 [95% CI: 0.547–0.632, p=0.025]). When the ROC curves of TyG and AIP are compared, it is seen that TyG is a better predictor ([Difference between areas]: 0.045 [95% CI: 0.0180–0.0711, p=0.001]). Conclusion: AIP and TyG index were significantly higher in the INOCA group when compared to the control group. In addition, the main finding was that when the metabolic parameters TyG index and AIP were compared with each other, the TyG index provided a stronger prediction and was found to be an independent risk factor for INOCA. |
8. | Evaluation of the Dietary Risk Factors in Calcium Oxalate Stone Forming Cases in Turkey Rasim Güzel, Mehmet Ezer, Selcuk Guven, Kemal Sarıca doi: 10.5505/kjms.2024.78989 Pages 144 - 149 Amaç: Kalsiyum oksalat (CaOx) taşı olan hastalarda diyet içeriğini değerlendirmek ve ilişkili olası risk faktörlerini değerlendirmek. Materyal ve Metot: CaOx taş hastalığı olan toplam 2348 hasta ve taş hastalığı belirtisi olmayan 1024 vaka, taş oluşumu için diyet içeriğine bağlı olası risk faktörleri açısından değerlendirildi. Sıvı alımı, sodyum, hayvansal protein, siyah çay, meyve suyu, kahve ve sebzeleri içeren diyetle ilişkili risk faktörlerine odaklanan iyi hazırlanmış kapsamlı bir anket kullanıldı. Üriner risk faktörleri tanımlanmış ve ayrıca hastaya bağlı faktörler, fiziksel egzersiz ve sigara içmenin olası etkileri de iyi değerlendirilmiştir. Bulgular: Bulgularımız değerlendirildiğinde, çalışma grubu vakalarının %46,2’sinin günde bir litreden az su tükettiği; CaOx taşı bulunan olgularda siyah çay tüketiminin de daha yüksek olduğu (%28,9 siyah çay tüketimi >451 cc/gün) saptanmıştır. Benzer şekilde bu olgularda günlük kahve, protein, tuz ve süt ürünleri tüketiminin kontrol grubu olgularına göre daha yüksek olduğu görüldü. Ayrıca bu hasta grubunda günlük fiziksel aktivite miktarları daha düşüktü. Son olarak CaOx taş hastalığı olan hastalarda üriner sistem taşı oluşturan risk faktörleri yaygındı. Sonuç: Kalsiyum içeren taşları diğer taşlarla karşılaştırdığımızda bulgularımız yüksek tuz, siyah çay ve hayvansal protein tüketiminin taş oluşumuna neden olan ana risk faktörleri olduğunu ortaya koydu. Bu hastalarda genel popülasyona göre daha yüksek düzeyde üriner risk faktörleri vardı. Aim: To evaluate the dietary content and evaluate the possible related risk factors in patients with calcium oxalate (CaOx) stones Material and Method: A total of 2348 patients with CaOx stone disease and 1024 cases with no signs of stone disease were evaluated concerning the possible dietary content-related risk factors for stone formation. A well-prepared comprehensive questionnaire focused on the diet-related risk factors including fluid intake, sodium, animal protein, black tea, fruit juice, coffee, and vegetables was utilized. Urinary risk factors have been identified and additionally, the patient-related factors and possible effects of physical exercise, and smoking were also well evaluated. Results: Evaluation of our findings demonstrated that 46.2% of study group cases consumed water less than 1 liter per day; black tea consumption was also found to be higher (28.9% consuming black tea >451 cc/day) in cases with CaOx stones. Similarly, consumption of daily coffee, protein, salt, and dairy products was higher in these cases than in the control group. Also, daily physical activity amounts were lower in this group of patients. Lastly, urinary stone-forming risk factors were common in patients with CaOx stone disease. Conclusion: When comparing calcium-containing stones to others, our findings revealed that high salt, black tea, and animal protein consumption were the main stone-forming risk factors. These patients had higher levels of urinary risk factors than the general population. |
9. | Evaluation of Cardiac Mechanics in Asthmatic Female Patients During Exacerbation and After Stabilization: A Speckle-tracking Echocardiography Study Timor Omar, Gokhan Perincek, İnanc Artac, Muammer Karakayalı, Doğan İliş, Ayça Arslan, Yavuz Karabağ, Ibrahim Rencüzoğulları doi: 10.5505/kjms.2024.52296 Pages 150 - 155 Amaç: Astım ve kardiyak fonksiyonlar arasında karmaşık bir ilişki vardır. Yapılan speckle-tracking ekokardiyografy araştırmalarına göre, astım, özellikle şiddetli astım, sol ve sağ ventrikül subklinik disfonksiyonu ile bağlantılı olduğu tespit edilmişitir. Astımlı hastalarda alevlenme ve stabil dönemlerde kardiyak fonksiyonları karşılaştıran bir çalışma yoktur. Bu çalışmada, astımlı kadın hastalarda alevlenme sırasında ve stabil fazda speckle-tracking ekokardiyografi ile kardiyak fonksiyonları araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Astım alevlenmesi nedeniyle ardışık olarak merkezimize yatırılan toplam 51 kadın yetişkin astım hastası bu çalışmaya dâhil edildi. Tüm katılımcılarda daha önce astım tanısı mevcut idi. Hastalara hem hastaneye yatış sırasında hem de astım atağı stabilize edildikten sonra transtorasik ekokardiyografi çekildi. Bu iki ekokardiyografik bulgular karşılaştırıldı. Tüm hastalar astım atağı stabil olduktan sonra iyi hal ile taburcu edildi. Bulgular: Alevlenme sırasında beyaz kan hücresi sayımı (WBC) ve C-reaktif protein (CRP) seviyeleri stabil faza göre anlamlı derecede yüksekti. Ekokardiyografik bulgulara bakıldığında, stabil faza göre alevlenme sırasında izovolümetrik kontraksiyon süresinin (IVCT) anlamlı derecede uzun olduğu ve sol ventriküler global longitudinal strain’in (LVGLS) anlamlı derecede düşük olduğu görüldü.[medyan (IQR), sırasıyla, 70 (61–76) msn’ye karşılık 66 (57–72) msn, p=0,011 ve -12,9 (-13,8 – -12,1) vs. -14,2 (-14,8 – -13,2), p<0,001]. Çok değişkenli analize göre IVCT, LVGLS ve WBC bağımsız olarak astım alevlenmesiyle ilişkiliydi. Sonuç: Çalışmamız astım alevlenmesinin özellikle speckle-tracking ekokardiyografi ile analiz edildiğinde kalp fonksiyonları üzerinde baskılayıcı ve olumsuz bir etkiye sahip olabileceğini gösterdi. Aim: There is a complex relationship between asthma and cardiac functions. According to speckle-tracking echocardiography studies, asthma, especially severe asthma, was associated with left and right ventricular subclinical dysfunction. The literature lacks data comparing the cardiac functions during exacerbations and stable periods in patients with asthma. In this study, we aimed to investigate cardiac functions using speckle-tracking echocardiography during exacerbations and in the stable phase in female patients with asthma. Material and method: A total of 51 female adult asthma patients who were admitted to our center due to asthma exacerbations were included in this study. All participants had a previous diagnosis of asthma. Transthoracic echocardiography was performed both during hospitalization and after the asthma exacerbation was stabilized. Echocardiographic findings, including left ventricular longitudinal strain, in the two periods were compared. All patients were discharged in good condition after their asthma attacks stabilized. Results: White blood cell count (WBC) and C-reactive protein (CRP) levels were significantly higher during exacerbation than in the stable phase. Regarding echocardiographical findings, isovolumetric contraction time (IVCT) was significantly longer and left ventricular global longitudinal strain (LVGLS) was significantly lower during exacerbation compared to the stable phase [median (IQR), 70 (61–76) msec vs. 66 (57–72) msec, p=0.011 and -12.9 (-13.8 – -12.1) vs. -14.2 (-14.8 – -13.2), p<0.001, respectively]. According to the multivariate analysis, IVCT, LVGLS, and WBC were independently associated with asthma exacerbation. Conclusion: Our study showed that asthma exacerbations might have an oppressive and adverse impact on cardiac functions, particularly when analyzed by STE. |
10. | Investigation of Possible Antenatal and Perinatal Risk Factors in Patients with Congenital Epiphora Elif Sedanur Utlu, Bahadir Utlu, Mustafa Bayraktar doi: 10.5505/kjms.2024.81598 Pages 156 - 161 Amaç: Konjenital nazolakrimal kanal tıkanıklığı (LDO) olan hastalarda tedavi seçeneklerinin artırılması için etkili faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmamız retrospektif olarak planlanmıştır. Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Polikliniğine başvuran daha önce sulanma, çapaklanma, kese bölgesinde şişlik, kronik konjonktivit gibi bulguları olan < 4 yaş altı 200 çocuğun anne yaşı, gebe kalma şekli, cinsiyet, doğum ağırlığı, doğum şekli, çoğul gebelik varlığı, kardeş öyküsü, hastanede yatış süresi, invaziv mekanik ventilatör ihtiyacı, annede preeklampsi, gestasyonel DM gibi faktörler ve tıkanıklığın her iki taraflı yada tek taraflı olması, cerrahi gereksinimi, cerrahi sayısı, anizometropi varlığı, epiforanın ne zaman başlayıp hangi zamanda sonlandığı gibi bilgileri toplanıp değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya alınan çocukların %52’si (n=103) erkek, %48’i (n=95) kadın idi. Konjenital nazolakrimal kanal tıkanıklığına bağlı sulanma, kızarıklık, çapaklanma gibi şikayetlerin çoğunlukla ilk haftalarda (%7,1) başladığı, bu şikayetlerin çoğunun da cerrahi müdahale olmaksızın, kese bölgesine masaj ve topikal damlalarla (%90,3) giderildiği gösterildi. Konjenital epiforası mevcut olan ve olmayan çocuklar arasında cinsiyet, çoğul gebelik, doğum şekli, doğum haftası, doğum sonrası yoğun bakım ihtiyacı, annenin gebe kalış şekli, anne yaşı ve kronik hastalıkları açısından önemli istatistiksel farklılıklar bulunmadı (p>0,05). Doğum kilosu ve pozitif kardeş öyküsü varlığı konusunda ise anlamlı farklılık saptandı (p<0,05). Sonuçlar: Bu çalışma konjenital epiforanın olası antenatal ve perinatal risk faktörleriyle ilişkisinin değerlendirilmesi için yapılmıştır. Düşük doğum kilosu ve pozitif kardeş öyküsünün epifora etiyopatogenezinde yer alabileceği sonuçlarına ulaşılmıştır ancak bu konudaki çalışmaların geniş kitlelere ulaşılarak yapılması kanaatine varılmıştır. Aim: We aimed to investigate the effective factors to increase treatment options in patients with congenital nasolacrimal duct obstruction (LDO). Materyal and Methods: Our study was planned retrospectively. The patients admitted to Erzurum Regional Training and Research Hospital Family Medicine Outpatient Clinic with symptoms such as watering, burring, swelling in the sac area, chronic conjunctivitis < In 200 children under 4 years of age, information on maternal age, mode of conception, gender, birth weight, mode of delivery, presence of multiple pregnancies, sibling history, duration of hospitalization, need for invasive mechanical ventilation, maternal pre-eclampsia, gestational DM, and bilateral or unilateral occlusion, need for surgery, number of surgeries, presence of anisometropia, when epiphora started and when it ended were collected and evaluated. Results: Of the children included in the study, 52% (n=103) were male and 48% (n=95) were female. It was shown that complaints such as watering, redness, and burring due to congenital nasolacrimal duct obstruction mostly started in the first weeks (7.1%), and most of these complaints were relieved by massaging the sac area and topical drops (90.3%) without surgical intervention. There were no significant statistical differences between children with and without congenital epiphora in terms of gender, multiple pregnancies, mode of delivery, delivery week, need for postnatal intensive care, mother’s mode of conception, maternal age and chronic diseases (p>0.05). Significant differences were found in birth weight and the presence of positive sibling history (p<0.05). Conclusion: This study was conducted to evaluate the association of congenital epiphora with possible antenatal and perinatal risk factors. It was concluded that low birth weight and positive sibling history may be involved in the etiopathogenesis of epiphora, but it was concluded that studies on this subject should be conducted by reaching large populations. |
11. | The Relationship of Serum Beta Defensin-2 and Surfactant Protein A and B Levels with the Clinical Course and Prognosis of COVID-19 Infection Gulcin Sahingoz Erdal, Pinar Kasapoglu, Tamay Seda Taşçı, Ramazan Korkusuz, Mehmet Emirhan Işık, Sevgi Kalkanlı Taş, Kadriye Kart Yaşar, Nilgun Isiksacan doi: 10.5505/kjms.2024.33404 Pages 162 - 169 Amaç: Defensin ve sürfaktan, mikroorganizmalara karşı doğal konak savunmasında önemli rol oynayan antimikrobiyal peptitlerdir. Bu çalışmanın amacı, klinik olarak hafif ve şiddetli COVID-19 pnömonisi olan hastalarda serum beta-defensin2 (ß-def2), serum sürfaktan protein-A (sSPA) ve B (sSPB) seviyeleri ile respiratuvar sürfaktan protein A (rSPA) ve B (rSPB) seviyelerini karşılaştırmaktır. Materyal ve Metot: Herhangi bir tedaviye başlamadan önce hastaneye başvurduklarında venöz kan örnekleri alındı ve rSPA ve rSPB için nazofarengeal sürüntü örneği alındı. ß-def2, SPA ve SPB seviyelerinin ileri analizi ELISA yöntemiyle yapıldı. Bulgular: Akut faz reaktanları olan ß-def2, sSPA, sSPB ve beyaz kan hücresi (WBC), nötrofil sayımı, ferritin, prokalsitonin ve C-reaktif protein (CRP) seviyelerinin, klinik ve radyolojik olarak şiddetli hastalarda daha yüksek olduğu belirlendi. rSPA ve rSPB seviyelerinin bu hasta grubunda istatistiksel olarak anlamlı olmayacak şekilde daha düşük olduğu eğilimi gösterdi. ß-def2, sSPA ve sSPB değerleri, WBC, nötrofil sayımı, NLR, ferritin, prokalsitonin ve CRP seviyeleri ile pozitif korelasyon gösterirken albümin seviyesi ile negatif korelasyon gösterdiği belirlendi. Sonuç: Doğal konak savunmasında rol oynayan ß-def2, sSPA, sSPB, WBC, nötrofil sayımı, NLR, ferritin, prokalsitonin ve CRP gibi klinik ve radyolojik şiddetin akut faz reaktanları ile korele olup, şiddetli hastalığı olan hastalarda rSPA ve rSPB seviyelerinin istatistiksel olarak anlamlı olmasa da düşük olduğu eğilimindedir ve bu konu üzerinde daha fazla çalışma, tedavide surfactant kullanımı için rehberlik edebilir. Aim: Defensin and surfactant-related peptides are antimicrobial peptides that play an essential role in the natural host defense against micro-organisms. The objective is to compare the serum beta-defensin 2 (ß-def2), serum surfactant protein-A (sSPA) and B (sSPB) levels and respiratory surfactant protein A (rSPA) and B (rSPB) levels in patients with clinically mild and severe COVID-19 pneumonia. Material and Method: On presentation at the hospital before any treatment, venous blood samples and a nasopharyngeal smear sample were taken for rSPA and rSPB. The ß-def2, SPA, and SPB levels were advanced and analyzed using the ELISA method. Results: The levels of acute phase reactants of ß-def2, sSPA, sSPB and white blood cell (WBC), neutrophil count, ferritin, procalcitonin, and C-reactive protein (CRP) were determined to be higher in the clinically and radiologically severe patients. The rSPA and rSPB levels showed a tendency to be lower in this patient group but not to a statistically significant level. The ß-def2, sSPA and sSPB values were determined to be positively correlated with WBC, neutrophil count, NLR, ferritin, procalcitonin, and CRP levels and negatively correlated with the albumin level. Conclusion: ß-def2, sSPA, and sSPB, which play a role in the natural host defense, are correlated with the acute phase reactants of the clinical and radiological severity of COVID-19: WBC, neutrophil count, NLR, ferritin, procalcitonin, and CRP. In patients with severe disease, rSPA and rSPB levels tended to be low, although not statistically significant, and further studies on this subject could guide the use of surfactants in treatment. |
12. | Food Neophobia and Disgust Sensitivity in Medical Students Meltem Puşuroglu, Begüm Aydın Taslı, Mehmet Baltacioğlu, Çiçek Hocaoglu doi: 10.5505/kjms.2024.29805 Pages 170 - 176 Amaç: Yeni tatları denemekten kaçınma olarak tanımlanan gıda neofobisi küreselleşen dünya ile birlikte giderek daha fazla gözlenmektedir. Hem bir kişilik özelliği hem de bir semptom olarak ele alınabilecek olan gıda neofobisinin altında yatan farklı sebepler bulunabilir. Araştırmamızda tıp fakültesi öğrencilerinde gıda neofobisi ile tiksinme duyarlılığının ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Araştırmaya 01.04.2023 – 01.07.2023 tarihleri arasında 2022–2023 eğitim ve öğretim döneminde eğitimlerini sürdürmekte olan toplam 163 Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi dâhil edilmiştir. Tüm katılımcılara Sosyodemografik özellikler veri formu, Gıda Neofobisi Ölçeği (GNÖ), Tiksinme Duyarlılığı Ölçeği Revize Formu (TDÖ-R) çevrimiçi olarak uygulanmıştır Bulgular: Kadın cinsiyette TDÖ-R (ort=48,07±10,447) erkek cinsiyetten (ort=43,8±9,57) istatistiksel olarak anlamlı olarak yüksek saptanmıştır. (p=0,01). Kadın ve erkek cinsiyette GNÖ düzeyleri arasında anlamlı farklılık elde edilmemiştir (p=0,911). TDÖ-R ile GNÖ arasında pozitif yönde anlamlı bir ilişki saptanmıştır (p=0,08 r=0,208). Sonuç: Tiksinme duyarlılığı ile gıda neofobisi arasında pozitif bir ilişki mevcuttur. Önemli beslenme sorunlarına yol açabilecek olan gıda neofobisinin altta yatan faktörlerinin araştırılması önemlidir. Tiksinme duyarlılığı gıda nefobisinin bir nedeni olarak ele alınabilir. Özellikle yetişkinlik döneminde beslenme yetersizliği, obezite gibi sağlık sorunlarına yol açabilen gıda neofobisi ile ilgili yeni araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Aim: Food neophobia, the avoidance of trying new flavours, is increasingly observed in the globalised world. There may be different reasons underlying food neophobia, which can be considered both as a personality trait and a symptom. In our study, we aimed to explore the relationship between food neophobia and disgust sensitivity in medical students. Material and Method: A total of 163 Recep Tayyip Erdoğan University Faculty of Medicine students who were continuing their education in the 2022–2023 academic year between 01.04.2023 and 01.07.2023 were included in the research. Sociodemographic data form, Food Neophobia Scale (FNS), Disgust Sensitivity Scale Revised Form (DSS-R) were applied online to all participants Results: DSS-R (mean=48.07±10.447) in females was statistically significantly higher than male gender (mean=43.8±9.57). (p=0.01). There was no significant difference between the FNS levels of the female and male genders (p=0.911). A significant positive correlation was found between DSS-R and FNS (p=0.08 r=0.208). Conclusions: There is a positive relationship between disgust sensitivity and food neophobia. It is important to explore the underlying factors of food neophobia, which may lead to significant nutritional problems. Disgust sensivity can be a cause of food nephobia. New research is needed on food neophobia leading to malnutrition and obesity in older age. |
13. | Unpleasant Traumas of Orthopedics: Firearm Wounds Mehmet Şah Sakçı, Mümin Karahan doi: 10.5505/kjms.2024.40221 Pages 177 - 182 Amaç: Bu çalışmada son beş yılda ortopedi kliniğinde yatarak tedavi gören ateşli silah yaralanması olan hastaların klinik sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı. Materyal ve Metot: Araştırma 41 hasta ile yapılan tanımlayıcı bir çalışmadır. Hastaların cinsiyetleri, yaş ve hastanedeki yatış süreleri, yaralanan ekstremiteler ve bölgeler, kırık varlığı ve kırık tespit edilen kemiklerin dağılımları, cerrahi gereksinim varlığı, diğer branşlara gereksinim varlığı, gereksinim duyulan diğer branşların dağılımları, ek yaralanma ve komplikasyon durumları ve dağılımları incelenmiştir. Bulgular: Hastaların %92,70’i (n=38) erkek iken, %7,30’u (n=3) kadındır. Hastaların yaş ortalaması ve standart sapması 39,76±12,77 yıldır. Hastaların yatış sürelerinin ortalaması ve standart sapması 5,68±3,38 gündür. Hastalarda en fazla yaralanmanın %80,50’si (n=33) alt ekstremite bölgesinde olduğu görülmüştür. Hastaların %70,70’inde (n=29) ateşli silah yaralanmasına eşlik eden kırık mevcuttur. En fazla kırılan kemiğin femur olduğu görülmüştür. Hastaların %82,90’nında (n=34) cerrahi gereksinim duyulmuştur. Hastaların %53,70’inde (n=22) ek yaralanma ve komplikasyon mevcuttur. Sonuç: Ateşli silah yaralanmaları günümüzde özellikle bireysel olarak silahlanmanın artması ile sıklığı giderek artan ve ciddi ortopedik yaralanmaya sebep olan bir yaralanmadır. Bu sebeple acil servis ve ortopedi hekimleri erken ve etkili müdahale için donanımlı olmalıdır. Aim: This study aimed to examine the clinical outcomes of patients presenting with gunshot wounds who were hospitalized in the orthopedic clinic in the last five years. Material and Method: The study is a retrospective study with 41 patients. Gender, age, length of hospitalization, injured extremities and regions, presence of fractures and distribution of fractured bones, need for surgery, need for other specialties, distribution of different specialties, additional injuries and complications, and their distribution were investigated. Results: The mean age of the patients was 39.76±12.77. 92.70% (n=38) of the patients were male, and 7.30% (n=3) were female. The mean duration of hospitalization among the patients was 5.68±3.38 days. It was observed that 80.50% (n=33) of the patients had the most injuries in the lower extremities. 70.70% (n=29) of the patients had a fracture accompanying the firearm injury. The femur was the most commonly fractured bone. Surgery was required in 82.90% (n=34) of the patients. 53.70% (n=22) of the patients had additional injuries and complications. Conclusion: Firearm injuries are an increasingly frequent and severe orthopedic injury, especially with the increase in individual armament. Therefore, emergency and orthopedic physicians should be equipped for early and effective intervention. |
14. | The Relationship Between Primary Ventricular Arrhythmias and In-hospital Mortality and Resuscitated Cardiopulmonary Arrest in Patients with Acute ST Segment Elevation Myocardial Infarction Evliya Akdeniz, Barış Şimşek, Veysel Ozan Tanık, Mehmet Saygı, Levent Pay, Kemal Emrecan Parsova, Furkan Durak, Ahmet Çağdaş Yumurtaş, Osman Uzman, Duygu İnan, Duygu Genç, Can Yucel Karabay doi: 10.5505/kjms.2024.40336 Pages 183 - 189 Amaç: Akut koroner sendrom hastalarının hastanede yatış sürecinde gelişen aritmik komplikasyonlar kardiyoloji pratiğinde nadir karşılaşılan durumlar değildir. Retrospektif çalışmamızda ST yükselmeli miyokard infarktüsü ile gelen hastaların hastaneye yatışı sonrası ilk 48 saatte gelişen primer ventriküler aritmilerin kardiyovasküler mortalite ve resussite kardiyopulmoner arrest üzerine etkilerini araştırdık. Materyal ve Metot: 18 yaş ve üzeri iskemik semptomlarla Sağlık Bilimleri Üniversitesi Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne başvuran ve ST yükselmeli miyokard enfarktüsü tanısı ile hastaneye yatışı yapılan hastalar tek merkezli ve retrospektif çalışmamıza alındı. Birincil sonlanım noktası hastane içi ölüm ve resussitasyon yapılmış kardiyopulmoner arrest olarak belirlendi. Bulgular: Çalışmamıza 1.137 hasta dâhil edildi. Hastaneye yatış sonrası ilk 48 saatte gelişen Primer VT/VF oranı %8,2 (93 hasta) idi. Miyokard enfarktüsü öyküsü (3,47 RR, %95 GA 1,41–8,55 p=0,0068, LASSO: 0,388), başvuru esnasındaki KILLIP sınıflaması (1,52 RR, %95 GA 0,94–2,45 p=0,0813, LASSO: 0,627), Primer VT/ VF (4,02 RR, %95 GA 1,44–11,21 p=0,0077, LASSO: 0,440), transtorasik ekokardiyografide hesaplanan sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (0,88 RR, %95 GA 0,78–0,99 p=0,0444, LASSO: -0,032) ve serum CRP düzeyi (1,81 RR, %95 GA 0,22–14,53 p=0,57, LASSO: 0,036) hastane içi ölüm ve resussitasyon yapılmış kardiyopulmoner arrestti de içeren majör kardiyovasküler olumsuz olayların bağımsız öngördürücüleri olarak belirlendi. Sonuç: ST yükselmeli miyokard enfarktüsü hastalarında Primer VT/ VF, hastane içi ölüm ve resussitasyon yapılmış kardiyovasküler arrest olaylarının bağımsız öngördürücüleridir. Aim: Arrhythmic complications in patients with acute coronary syndromes during hospitalization are not uncommon in cardiology practice. In our retrospective study, we investigated the effect of primary ventricular arrhythmias occurring within the first 48 hours from the time of hospitalization on cardiovascular mortality and resuscitated cardiopulmonary arrest in patients with ST-segment elevation myocardial infarction. Introduction: Although the rate of myocardial infarction has decreased over the years, it is responsible for hundreds of thousands of deaths worldwide. Arrhythmic complications take an essential place for morbidity and mortality in the course of myocardial infarction. Ventricular arrhythmias play a pivotal role in terms of mortality in acute terms of myocardial infarction. Material and Method: In our single center and retrospective study, 18-year-old and older patients who presented to Sağlik Bilimleri University Dr. Siyami Ersek Thoracic and Cardiovascular Surgery Training and Research Hospital emergency department with ischemic symptoms and were admitted to hospital with the diagnose of ST-segment elevation myocardial infarction were enrolled. The primary endpoint was in-hospital mortality and resuscitated cardiopulmonary arrest. Results: 1,137 patients were included in the study. Primary VT/VF which occurred within the first 48 hours from the time of hospitalization was observed in 8.2% of patients (n: 93). Previous MI history (3.47 OR, 95% CI 1.41–8.55 p=0.0068, LASSO: 0.388), KILLIP class at the time of admission (1.52 OR, 95% CI 0.94–2.45 p=0.0813, LASSO: 0.627), Primary VT/VF (4.02 OR, 95% CI 1.44–11.21 p=0.0077, LASSO: 0.440), left ventricle ejection fraction calculated by transthoracic echocardiography (0.88 OR, 95% CI 0.78–0.99 p=0.0444, LASSO: -0.032) and serum CRP level (1.81 OR, 95% CI 0.22–14.53 p=0.57, LASSO: 0.036) were independent predictors of MACE including in-hospital mortality and resuscitated cardiopulmonary arrest. Conclusion: Primary VT and VF are independent predictors of inhospital mortality and resuscitated cardiopulmonary arrest events in patients with ST-segment elevation acute MI. |
15. | Clinical and Demographic Characteristics of Uveitis Patients: Eastern Black Sea Region Sample Nurcan Gürsoy, Nurettin Akyol, Adem Türk doi: 10.5505/kjms.2024.76753 Pages 190 - 195 Amaç: Üveit, küresel ölçekte görme bozukluklarının başlıca etkenlerinden biridir. Bu çalışmada, kurumumuzda tedavi ve izlem süreçlerine tabi tutulan üveit hastalarının demografik ve klinik özelliklerinin ayrıntılı bir şekilde çıkarımını yapmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi Üvea-Behçet Ünitesi’nde izlenen üveit hastalarının tıbbi kayıtları üzerinden retrospektif bir değerlendirme gerçekleştirildi. 1997 ile 2020 yılları arasında, çalışma kriterlerini eksiksiz olarak sağlayan 450 üveit hastası analiz için ele alındı. Bulgular: Çalışma grubunda kadınlar %56,2 (n=253) oranında iken, erkekler %43,8 (n=197) oranında temsil edilmekteydi. Hastaların ortalama yaşı 35,85±16,79 yıl olarak belirlendi. En yaygın klinik sunum, hastaların %84,9’u (n=382) tarafından bildirilen görme keskinliğindeki azalmaydı. İdiyopatik uveit, vakaların %23,5’ini (n=106) oluşturarak en yaygın alt tip olarak ortaya çıktı. Çalışma grubunun %78,4’üne (n=353) başlıca tedavi olarak topikal steroidler uygulandı. Tüm gözlerin (n=900) 611’inde tutulum mevcut idi. Tüm gözler incelendiğinde, %38,7 oranla (n=349) anatomik olarak en yaygın form anterior üveit idi. Tutulum izlenen gözlerin %59,1’i (n=367) tamamen iyileşirken, %38,5’i (n=239) devam eden tedavi ile semptom yönetimi yaşadı ve gözlerin %2,4’ü (n=15) tedaviye yanıt vermedi. Sonuç: Üveitin prevalansı, alt tip dağılımı ve klinik gösterimleri coğrafi bölgelere göre değişiklik gösterebilir. Bu çalışma, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki üveit hastalarının demografik ve klinik özelliklerini sunmaktadır. Aim: Uveitis is one of the leading causes of visual impairment worldwide. This study aims to delineate the demographic and clinical characteristics of uveitis patients who underwent treatment and monitoring at our facility. Material and Methods: A retrospective examination was conducted on the medical records of uveitis patients monitored at the Uvea-Behçet Unit of Karadeniz Technical University Faculty of Medicine Farabi Hospital between 1997 and 2020. Four hundred and fifty uveitis patients, whose records comprehensively met the study criteria, were evaluated for analysis. Results: Females constituted 56.2% (n=253) while males represented 43.8% (n=197) of the study group. Patients exhibited a mean age of 35.85±16.79 years. The predominant clinical presentation was a decline in visual acuity reported by 84.9% (n=382) of the patients. Idiopathic uveitis emerged as the most prevalent subtype accounting for 23.5% (n=106) of cases. Topical steroids were the primary treatment administered to 78.4% (n=353) of the study group. Six hundred eleven of a total of 900 eyes were involved. Anatomically, anterior uveitis was the most common form in all eyes, with 38.7% (n=349). Of the eyes with involvement, 59.1% (n=367) fully recovered, while 38.5% (n=239) experienced symptom management with ongoing treatment, and 2.4% (n=15) of patients were non-responsive to treatment. Conclusion: The prevalence, subtype distribution, and clinical manifestations of uveitis can exhibit regional variations. This study demonstrates the demographic and clinical characteristics of uveitis patients in the Eastern Black Sea Region. |
16. | The Impact of Physical Activity Level and Sexual Activity During Pregnancy on Labor İlkhan Keskin, İsa Yesilyurt, Arzu Bilge Tekin doi: 10.5505/kjms.2024.55631 Pages 196 - 201 Amaç: Türkiye’de gebelik sırasında fiziksel aktivite düzeyi, gebelerin fiziksel aktivite engelleri ve gebelik sırasında cinsel aktivite hakkında epidemiyolojik veri elde etmeyi amaçladık. Gebe kadınlarda fiziksel ve cinsel aktivite ile doğumla ilgili değişkenler arasındaki ilişkileri araştırdık. Materyal ve Metot: Çalışmaya üçüncü basamak eğitim ve araştırma hastanesinin doğum servisinde doğum yapan gönüllüler dâhil edilmiştir. Gebelikteki fiziksel aktivite düzeylerini belirlemek için “International Physical Activity Questionnaire” (IPAQ) ve “Physical Activity Readiness Medical Examination (PARMED-X)” ölçekleri kullanılmıştır. Ayrıca, katılımcılara gebelik sırasında cinsel aktiviteleri hakkında sorular sorulmuştur. Katılımcıların doğumun birinci ve ikinci evresinin süresi, doğum sonrası kanama, doğum endüksiyonu için oksitosin uygulaması ve planlanmamış sezaryen (Cs) ile ilgili verileri hastaların elektronik tıbbi kayıtlarından elde edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 173 gebe kadın dâhil edilmiştir. Katılımcıların 77’si (%44,50) nullipardı. Katılımcıların yaşları arttıkça fiziksel olarak daha az aktif oldukları bulunmuştur (p=0,235). Fiziksel aktivite düzeyleri ile doğumun evrelerinin süresi, gebelik yaşı, oksitosin kullanımı, doğum sonrası kanama ve doğum şekli arasında bir ilişki bulunmamıştır. Fiziksel olarak aktif grupta daha düşük gestasyonel kilo alımı gözlenmiştir. Gebelik sırasında cinsel aktivitelerin artması ile doğumun ikinci evresinin daha kısa sürmesi arasında bir ilişki saptanmıştır (p=0,018). Sonuç: Çalışmamız, gebelerde fiziksel aktivite düzeylerinin azalma eğiliminde olduğunu ve bu durumdan esas olarak gebeliğe bağlı yan etkilerin sorumlu olduğunu göstermiştir. Fiziksel aktivite düzeylerinin ve cinsel aktivitenin doğum eylemi üzerinde sınırlı etkileri olduğu gözlenmiştir. Aim: We aimed to obtain epidemiologic data on the level of physical activity during pregnancy, physical activity barriers of pregnant women, and sexual activity during pregnancy in Türkiye. We investigated the relationships between physical and sexual activity in pregnant women and labor-related variables. Materials and Methods: The study included volunteers who gave birth in the maternal ward of tertiary training and research hospital. To determine the physical activity levels in pregnancy, “International Physical Activity Questionnaire (IPAQ)” and “Physical Activity Readiness Medical Examination (PARMED-X)” scales were used. In addition, participants were questioned about their sexual activity during pregnancy. Participants’ data on the duration of the first and second phases of labor, postpartum hemorrhage, oxytocin administration for labor induction, and unplanned Cesarean section (Cs) were obtained from patients’ electronic medical records. Results: The study included 173 pregnant women. Seventy-seven (44.50%) participants were nulliparous. With increasing age, participants were found to be less physically active (p=0.235). There was no correlation between physical activity levels and duration of the phases of labor, gestational age, oxytocin usage, postpartum hemorrhage, and type of delivery. Lower gestational weight gain was observed in the physically active group. There was a relationship between an increase in sexual activities during pregnancy and a shorter duration of the second phase of labor (p=0.018). Conclusion: Our study showed that physical activity levels tended to decrease in pregnant women, and pregnancy-related side effects were mainly responsible for this situation. It was observed that physical activity levels and sexual activity had limited effects on labor. |
CASE REPORT OR CASE SERIES | |
17. | Taenia saginata Removed Via Nasogastric Route: Case Report Neriman Mor, Bedri Burak Sucu doi: 10.5505/kjms.2024.33341 Pages 202 - 208 İnguinal herni onarımı, genel cerrahide elektif şartlarda en sık gerçekleştirilen ameliyatlardan biridir. Ancak, bu ameliyat bazen inkarserasyon ve özellikle strangülasyon gibi acil cerrahi müdahale gerektiren komplikasyonlarla karşı karşıya kalabilir. Bu tür acil vakalarda, basit bir fıtık onarımından bağırsak rezeksiyonuna kadar varabilen ve yüksek morbidite ile hatta mortaliteye yol açabilen ciddi durumlar ortaya çıkabilir. Cerrahi sırasında veya sonrasında ortaya çıkan paraziter enfeksiyonlar literatürde nadir olarak bildirilmiştir. Bu vaka sunumunda, nazogastrik yolla çıkan Taenia saginata (T. saginata) helmint parazitinin önemini vurgulamak istedik. Bulantı ve kusma şikâyetleriyle acil servise gelen 66 yaşındaki kadın bir hastada, inkarsere herniden kaynaklı ileus tanısı konulmuş ve bu nedenle ince bağırsak rezeksiyonu gerçekleştirilmiştir. Mide içeriği aspirasyonu sırasında nazogastrik sondaya sarılı gastrointestinal bir parazit bulunmuştur. Makroskobik ve mikroskobik incelemeler sonucunda bu parazitin T. saginata olduğu tespit edilmiştir. Hastaya oral alım uygun görüldükten sonra antihelmintik tedavi uygulandıktan sonra genel durumu iyileşen hasta taburcu edilmiştir. Klinik ve laboratuvar testlerinde tespit edilemeyen ve rastlantısal olarak ortaya çıkan T. saginata paraziter enfeksiyonunun, özellikle sanitasyonun yetersiz olduğu, çiğ veya iyi pişmemiş et tüketiminin yaygın olduğu, sosyo-ekonomik düzeyi düşük bölgelerde yaşayan inguinal herni hastalarında inkarserasyon gelişimine katkıda bulunabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Inguinal hernia repair is one of the most frequently performed elective surgeries in general surgery. However, this surgery may sometimes encounter complications such as incarceration and especially strangulation, which require urgent surgical intervention. In such emergency cases, severe conditions may occur, ranging from simple hernia repair to bowel resection, which may lead to high morbidity and even mortality. Parasitic infections occurring during or after surgery have rarely been reported in the literature. In this case report, we wanted to emphasize the importance of the Taenia saginata (T. saginata) helminth parasite removed by the nasogastric route. A 66-year-old female patient who came to the emergency room with complaints of nausea and vomiting was diagnosed with ileus due to an incarcerated hernia and, therefore, underwent small bowel resection. During aspiration of stomach content, a gastrointestinal parasite wrapped around a nasogastric tube was found. Macroscopic and microscopic examinations revealed that this parasite was T. saginata. After oral intake was deemed appropriate, anthelmintic treatment was administered, and the patient’s general condition improved, and she was discharged. It should be kept in mind that T. saginata parasitic infection, which cannot be detected in clinical and laboratory tests and occurs coincidentally, may contribute to the development of incarceration in inguinal hernia patients living in areas with low socio-economic status, especially where sanitation is inadequate, consumption of raw or undercooked meat is common. |
This work is licensed under a Creative Commons Attribution-NonCommercial-NoDerivatives 4.0 International License..
Kafkas University Faculty of Medicine Dean of Kafkas Medical Sciences Journal Editor
Kars, Turkey
Telephone: +90 474 225 18 04 Fax: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com