Kafkas J Med Sci: 10 (2)
Cilt: 10  Sayı: 2 - Ağustos 2020
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Hastanemize Başvuran Maisonneuve Kırıkları Üzerine Retrospektif Araştırma: Kompartman İçi Basınçlarda Fark Var mı?
Retrospective Research on Maisonneuve Fractures Which Were Applied to Our Hospital: Is There Difference Between Intracompartmental Pressures?
Kadri Yıldız, Mehmet Fatih Turalıoğlu
doi: 10.5505/kjms.2020.82687  Sayfalar 68 - 73
Amaç: Bu çalışmanın amacı, özel bir kırık tipi olan Maisonneuve Kırığı (MK)’nı literatüre dayalı olarak yeniden değerlendirmek ve MK olmayan alt ekstremite kırıkları ile arasında kruris kompartman içi basınç (KKİB) ölçümü açısından karşılaştırmaktır. İkincil amaç, MK’yı travmayla ilgilenen bütün sağlık çalışanlarına hatırlatmaktır.
Materyal ve Metot: 2017 Kasım ve 2019 Nisan arasındaki süreyi kapsayan bu retrospektif çalışma, 58 “tibia kırığı” ön tanısı alan hastaların altısı MK kesin tanılıdır. A Grubunda, Maisonneuve kırığı olmayan 52 hasta [15 kadın, 37 erkek; yaş ortalaması 35,67 yıl (17–68)] mevcutken, B Grubunda ise, Maisonneuve kırığı olan altı hasta [iki kadın, dört erkek; yaş ortalaması 33,83 yıl (24–48)] mevcuttu. Her hastaya, stik kateterle KKİB ölçümleri ve bez mezro ile de orta 1/3 kruris çevresinden (tuberositas tibianın 10 cm inferiorundan) çap değişim ölçümleri günde iki kez yapıldı. B Grubunda, fibula proksimal kırığı standart iken ayak bileği ekleminde değişik tiplerde medial yapı yaralanmaları (medial malleol kırığı, deltoid bağ rüptürü veya sindesmoz yaralanması) mevcuttu. Hastalar 6–18 ay süresince klinik ve radyolojik olarak takip edildi. İstatistik programı olarak SPSS 20.0 (Windows Microsoft, IL, USA) ve Kikare ve Mann-Whitney U testi kullanıldı.
Bulgular: A ve B grubu arasındaki KKİB ölçümü ve orta 1/3 kruris çevresi ölçüm karşılaştırmasında istatistiki olarak farklılık tespit edilemedi (p=1,000). Mann-Whitney U testiyle yapılan istatistiki incelemede, p değeri yaş için 0,878; KKİB ölçüm değerleri ortalaması için 0,428; orta 1/3 kruris çevresi ölçümü için 0,798 olarak tespit edildi.
Sonuç: MK ile MK olmayan kırıklarda kruris içi kompartman basınçları arasında fark yoktur.
Aim: The aim of this study is to re-evaluate a special fracture type Maisonneuve Fracture (MF) based on the literature and to compare the cruris intracompartmental pressure (CICP) measurement between MF and non-MF lower extremity fractures. The secondary aim is to remind MF to all healthcare professionals dealing with trauma.
Material and Method: This retrospective study between November 2017 and April 2019, 6 of 58 diagnosed patients with as ‘tibia fracture’ were diagnosed as MF. In Group A, there were 52 patients without MF [ (15 females, 37 males); while the mean age was 35.67 years (17–68)]; in Group B 6 patients with MF [ (2 females, 4 males); the average age was 33.83 years (24–48)]. Each patient underwent CICP measurements with stic catheter, and limb diameters with tape measure around the middle 1/3 cruris, twice a day. In Group B, the proximal fracture of the fibula was standard, there were different types of medial structure injuries (medial malleolar fracture, deltoid ligament rupture or syndesmosis injury) in the ankle joint. The patients were followed as clinically and radiologically for 6–18 months. SPSS 20.0 (Windows Microsoft, IL, USA) were used as statistics program.
Results: No significant difference was found in the comparison of CICP measurements between A and B groups and the measurement of medium 1/3 cruris circumference (p=1.000). In the statistical analysis made with the Mann-Whitney U test, p value is 0.878 for the age; 0.428 for the average of the CICB measurements values; It was determined as 0.798 for medium 1/3 cruris circumference measurement.
Conclusion: There is no difference between compartment pressures in the cruris in MK and non-MK fractures.

3.
Ardahan İli 2013-2016 Yılları İntihar ve İntihar Girişimi Olgularının Sosyodemografik Paterni
Sociodemographic Pattern of Suicide and Attempted Suicide Cases in Ardahan Province in 2013-2016
Berkhan Topaktaş, Cihad Dündar, Zeynep Çağlayan
doi: 10.5505/kjms.2020.37791  Sayfalar 74 - 80
Amaç: Bu çalışmada Ardahan ilinde intihar teşebbüsünde bulunmuş ve intihar etmiş bireylerin sosyodemografik faktörler açısından incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Kayıt temelli kesitsel tipteki bu araştırmaya 01.01.2013 ile 31.12.2016 tarihleri arasında Ardahan ilinde resmi kayıtlara geçmiş tüm intihar teşebbüsü ve tamamlanmış intihar olguları dâhil edildi. İntihar girişimi verileri hastanelerin “Acil Servis Ünitesi İntihar Girişimi Kayıt Formları”ndan; intihar verileri ise İl Emniyet Müdürlüğü ve İl Jandarma Komutanlığı kayıtlarından elde edildi. Veri toplama işlemi Şubat ve Nisan 2018 tarihleri arasında gerçekleştirildi.
Bulgular: Tamamlanmış intihar sayısı 31, intihar girişimi sayısı ise 105 idi. 2013–2016 yılları arasında il geneli intihar hızları sırasıyla yüz binde 6,8; 5,9; 9,1 ve 9,1; intihar girişim hızları ise 35,0; 33,7; 9,1 ve 26,4 bulundu. İntihar hızları tüm yıllarda erkeklerde; intihar girişim hızları ise tüm yıllarda 25–34 yaş aralığında, bekâr veya ayrı yaşayanlarda ve kentsel yerleşim alanlarında ikamet edenlerde daha yüksek bulundu. İntiharlarda kendini asma yönteminin, intihar girişimlerinde ise ilaç-toksik madde kullanımının en sık kullanılan yöntem olduğu; intihar girişimi olgularında en sık sebeplerin ailevi problemler, ruhsal hastalık ve karşı cinsle sorunlar olarak kaydedildiği görüldü.
Sonuç: İntihar ve intihar girişim hızı yüksek olan gruplara yönelik önleyici çalışmalarının yapılması, intihara ilişkin uyarı belirtilerini taşıyan kişilerin erken tanısı, aile bireylerinin de sürece dâhil edilmesi, intihar teşebbüsünde bulunan bireylerle derinlemesine görüşmeler yapılarak sebeplerin tam olarak belirlenmesi öncelikle yapılması gereken eylemler arasında yer almaktadır
Aim: The aim of this study was to investigate the sociodemographic factors of individuals who attempted or committed suicide in Ardahan province.
Material and Method: All official records of suicide attempt and completed suicide cases were included in this record-based cross-sectional study carried out in the province of Ardahan between 01.01.2013 and 31.12.2016. Suicide attempt data were obtained from hospitals’ “Emergency Service Unit Attempted Suicide Registration Forms,” and completed suicide data from Ardahan Police Department and Provincial Gendarmerie Command records. Data collection was performed between February and April 2018.
Results: The number of completed suicides in the four-year period was 31, and that of attempted suicides was 105. Overall provincial suicide rates between 2013 and 2016 were 6.8, 5.9, 9.1 and 9.1, while suicide attempt rates were 35.0, 33.7, 9.1 and 26.4 per 100,000 people, respectively. Suicide rates were higher in men in all years, while suicide attempt rates were higher in the 25–34 age group, single individuals, and urban areas. Hanging was the most commonly employed method in suicides, and drug-toxic substance use the most commonly employed method in attempted suicides. Family problems, mental illness and boyfriend/girlfriend problem were the most common causes of attempted suicides.
Conclusion: Preventive measures aimed at groups with high suicide and suicide attempt rates, early diagnosis of patients with warning signs related to suicide, active monitoring of family members and in-depth interviews with individuals who have attempted suicide in order to accurately determine the causes are among the priority actions requiring implementation.

4.
Kafkas Üniversitesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkezi Jinekoloji Polikliniğine Başvuran Kadınların Toplumsal Cinsiyet Rollerine İlişkin Tutumlarının Belirlenmesi
Determination of the Attitudes of the Gender Roles of Women Applied to the Gynecology Polyclinic Center of Health Research and Application of Kafkas University
Gönül Gökçay, Doğan Akça
doi: 10.5505/kjms.2020.30075  Sayfalar 81 - 90
Amaç: Bu çalışma, Kafkas Üniversitesi Sağlık Araştırma ve Uygulama Merkezi jinekoloji polikliniğine başvuran kadınların toplumsal cinsiyet rollerine ilişkin tutumlarının belirlenmesi amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metot: Araştırma tanımlayıcı tiptedir. Araştırma örneklemini, bir üniversite hastanesinin jinekoloji polikliniğine 30.11.2017 ile 30.01.2018 tarihleri arasında başvuran, 15–49 yaş aralığında olan 350 kadın oluşturmaktadır. Veri toplama aracı olarak, sosyo-demografik özellikler anket formu ve “Toplumsal Cinsiyet Rolleri Tutum Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmadan elde edilen veriler, SPSS for Windows 17 paket programı ile analiz edilmiştir. Verilerin analizinde sayılar, yüzdelikler, en az ve en çok değerler ile ortalama, standart sapmaların yanı sıra; varyans analizi, bağımsız gruplarda t testi, korelasyon analizleri kullanılmıştır.
Bulgular: Araştırmada katılımcıların yaş ortalaması 27,87±7,04 yıl ve evlenme yaşları 20,24±3,95’tir. Katılımcılar eşitlikçi cinsiyet rolünden ortalama 29,77±6,96; kadın cinsiyet rolünden 22,85±5,29; evlilikte cinsiyet rolünden 27,38±6,51; geleneksel cinsiyet rolünden 23,09±6,68; erkek cinsiyet rolünden 20,05±5,81; toplumsal cinsiyet rolü toplamından ise 123,15±20,97 puan almışlardır.
Sonuç: Bu çalışma sonucunda; katılımcıların eşitlikçi cinsiyet rolleri tutumunu benimsedikleri; üniversite mezunu olanların, ilkokul mezunu olanlardan; çalışanların çalışmayanlardan; geliri iyi olanların, geliri düşük olanlardan daha eşitlikçi olduğu bulunmuştur. Anne, babası ilkokul mezunu olanların, üniversite mezunu olanlardan; eşi ortaokul, lise ve üniversite mezunu olanların, eşi ilkokul mezunu olanlardan; tanışıp anlaşarak evlenenlerin, görücü usulü ile tanımadan evlenenlerden; cinsiyet eşitliği hakkında eğitim alanların, eğitim almayanlardan ve cinsiyet ayrımcılığına maruz kalmadığını düşünenlerin, cinsiyet ayrımcılığına maruz kaldığını düşünenlerden daha eşitlikçi cinsiyet rol tutumuna sahiptir.
Aim: This study was carried out to determine the attitudes on gender roles of women who applied to Kafkas University Health Research and Application Center Gynecology Outpatient Clinic.
Material and Method: The research is descriptive type. The samples of this study consisted of 350 women aged 15–49 years who applied to the gynecology outpatient clinic of a university hospital between the dates 30.11.2017 and 30.01.2018. Sociodemographic characteristics questionnaire and “Gender Roles Attitude Scale” have been used as data collection tools. The data obtained from the study were analyzed with SPSS for Windows 17 package program. In the analysis of the data, numbers, percentages, minimum, maximum values, mean and standard deviations as well as variance analysis, independent samples t test, correlation analysis have been used.
Results: Average ages of the participants were 27.87±7.04 years and the age of marriage were 20.24±3.95 years. The participants have scored 29.77±6.96 for the egalitarian gender role, 22.85±5.29 for the female gender role, 27.38±6.51 for the gender role in marriage, 23.09±6.68 for the traditional gender role, 20.05±5.81 for the male gender role and 123.15±20.97 for the total gender role.
Conclusion: As a result of this study; it has been found that participants adopt the attitude of egalitarian gender roles and the participants who graduated from the university are more egalitarian than who graduated primary school; and participants who are employees are more egalitarian than non-employees; and participants who have good income are more egalitarian than low income. The parents of the primary school graduates, university graduates; spouses of secondary school, high school and university graduates; from those who have met and agreed to marry without getting acquainted with the blind manner; It has been found that those who received training on gender equality had more egalitarian gender role attitudes than those who did and who did not think that they were exposed to gender discrimination.

5.
Femur Kollodiafizer Açısı ve Femur Başı Horizontal Ofseti Açısından Anatomik ve Proksimal Femur Eksenine Göre Yapılan Ölçümlerin Karşılaştırılması
Comparison of Measurements Made According to Anatomical and Proximal Femoral Axis in Terms of Femoral Collodiaphyseal Angle and Femoral Head Horizontal Offset
Burhan Yarar, Mehmet Ali Malas
doi: 10.5505/kjms.2020.90277  Sayfalar 91 - 98
Amaç: Çalışmamızda, femur kollodiafizer açısı (collodiaphyseal angle –CDA) ve femur başı horizontal offseti (FHO) parametrelerini farklı iki eksen olan “femur anatomik ekseni” ve “proksimal femur ekseni”ne göre ölçerek ölçüm yöntemleri arasında fark olup olmadığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Bu çalışma 156 kuru femur üzerinde gerçekleştirildi. Yöntem 1; femur anatomik eksenine göre yapılan ölçümler (CDAA ve FHOA), Yöntem 2; proksimal femur eksenine göre yapılan ölçümler (CDAP ve FHOP) olarak tanımlandı. Ölçümler bu iki yönteme göre kuru kemiklerin dijital görüntüleri üzerinde ImageJ yazılımı kullanılarak gerçekleştirildi.
Bulgular: Ortalama CDAA, 131,39±6,84°; CDAP, 132,56±7,05°; FHOA, 42,59±6,22 mm ve FHOP, 40,83±6,33 mm olarak bulundu. CDA açısından ölçüm yöntemleri arasında anlamlı fark olmadığı (p>0,05), ancak sağ tarafta ve tüm vakalarda FHO ölçümleri açısından ölçüm yöntemleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark olduğu görüldü (p<0,05).
Sonuç: Femur anatomik eksenine ve proksimal femur eksenine göre yapılan kollodiafizer açı (CDA) ölçümlerinde, ölçüm yöntemleri arasında anlamlı bir fark olmadığı belirlendi. Fakat femur başı horizontal ofset (FHO) ölçümlerinde bu iki yönteme göre yapılan ölçümler arasında anlamlı fark olduğu gözlendi.
Aim: In this study, we aimed to determine whether there is a difference between measurement methods by measuring the femoral collodiaphyseal angle (CDA) and femoral head horizontal offset (FHO) parameters according to the “femoral anatomical axis” and “proximal femoral axis”.
Material and Method: This study was performed on 156 dry femurs (63 right, 93 left). In Method 1; measurements made according to the femoral anatomical axis (CDAA and FHOA) and in method 2; measurements made according to the proximal femoral axis (CDAP and FHOP) were defined as. The measurements were performed on digital images of dry bones using ImageJ software according to these two methods.
Results: The average values found are as follows: CDAA, 131.39±6.84°; CDAP, 132.56±7.05°; FHOA, 42.59±6.22 mm, and FHOP, 40.83±6.33 mm. There was no significant difference between the measurement methods in terms of CDA (p>0.05), but there was a significant difference between the measurement methods on the right side and in all cases in terms of FHO (p<0.05).
Conclusion: There was no significant difference between measurement methods in collodiaphyseal angle (CDA) measurements made according to the femoral anatomical axis and proximal femoral axis. However, it should be kept in mind that different results can be obtained according to these two methods in femoral head horizontal offset (FHO) measurements.

6.
Göğüs Cerrahisi Kliniğine Yatırılarak Tedavi Edilen Geriatrik Popülasyondaki 80–100 Yaş Arası Hastaların Analizi; Beş Yıllık Deneyim
Analysis of Patients in the Geriatric Population Between Ages 80 and 100 Years Admitted to and Treated in a Thoracic Surgery Clinic: 5 years’ Experience
İbrahim Ethem Özsoy, Mehmet Akif Tezcan
doi: 10.5505/kjms.2020.83723  Sayfalar 99 - 103
Amaç: Göğüs Cerrahisi Kliniğine kabul edilen 80 yaş üzerindeki hastaların profilleri, başvuru nedenleri, tanı ve tedavi yaklaşımları ile morbidite ve mortaliteyi etkileyen faktörler ve oranlarının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Hastane bilgi yönetim sisteminden hastalara ait datalar retrospektif olarak incelendi. Hastalar demografik bulguları, yatış nedeni, klinik bulgular, eşlik eden kronik rahatsızlıklar, uygulanan tanı ve tedavi yöntemi, yoğun bakım ihtiyacı, toplam yatış süresi ve sonuçlar açısından değerlendirildi.
Bulgular: 2013–2018 arasındaki beş yıllık sürede Göğüs Cerrahi kliniğine 80 yaşından büyük 422 hasta yatırılarak tedavi edildi. Hastaların yaş ortalaması 84,7 (80–99 yaş) idi. Plevral efüzyon ve toraks travmasına bağlı nedenler en sık etiyolojik faktörlerdi. Ortalama hastanede yatış süresi 4,4 gündü. Kırk yedi hasta yoğun bakımda takip edildi, 17 (%4) hasta kaybedildi.
Sonuç: Nüfusumuz yaşlanmaya devam etmekte ve 80 yaşından büyük hastalarla Göğüs Cerrahisinde daha sık karşılaşmaktayız. Bu hastaların profilleri, başvuru nedenleri, tanı ve tedavi yaklaşımları ile morbidite ve mortaliteyi etkileyen faktörleri bilmemiz Göğüs Cerrahisi kliniklerine yol gösterici olacaktır.
Aim: The aim of this study was to determine the profiles of the patients aged 80 years and over admitted to the thoracic surgery clinic, their reasons for admission, the diagnostic and therapeutic approaches adopted for these patients, and the factors affecting their morbidity and mortality rates.
Material and Method: Patient data retrieved from the hospital information management system were retrospectively analyzed. The patients were evaluated in terms of demographic information, reason for hospitalization, clinical findings, concomitant chronic diseases, diagnostic and treatment methods used, intensive care need, total hospitalization duration, and outcome.
Results: In the 5-year period between 2013 and 2018, 422 patients aged ≥80 years were hospitalized and treated in the thoracic surgery clinic. The average age of the patients was 84.7 years (80–99 years). Pleural effusion and thoracic trauma were among the most common reasons for admission. The average length of stay in the hospital was 4.4 days. Forty-seven patients were treated in the intensive care unit, and overall 17 patients (4%) were dead.
Conclusion: Our population continues to age, which means that we will more frequently encounter patients ≥80 years of age in thoracic surgery in the near future. Our experience with these patients, their profiles, their reasons for admission, and the diagnostic and therapeutic approaches adopted for these patients, and the factors affecting their morbidity and mortality will serve as a guide to the thoracic surgery clinics that will frequently encounter geriatric patients.

7.
Anormal Uterin Kanamalı Kadınlarda Pipelle ile Alınan Endometrial Biyopsi Sonuçları ile Histerektomi Patoloji Sonuçları Ne Kadar Uyumlu?
How Compatible are Hysterectomy Pathology Results with Endometrial Biopsy in Abnormal Uterine Bleeding Women?
Gökçe Turan, Pınar Yalçın Bahat, Berna Aslan Çetin, Nura Fitnat Topbaş Selçuki
doi: 10.5505/kjms.2020.80148  Sayfalar 104 - 109
Amaç: Anormal uterin kanama (AUK) şikâyeti olan ve histerektomi planlanan hastalarda ameliyat öncesi yapılan pipelle ile alınan endometrial örnekleme sonuçları ile histerektomi sonrası incelen patoloji spesimenlerinin sonuçlarını karşılaştırmak ve biyopsinin tanıdaki doğruluğunu araştırmaktır.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmada, Ocak 2014 – Ocak 2018 tarihleri arasında kliniğimize AUK nedeniyle başvuran, pipelle ile endometrial biyopsisi yapılmış ve sonrasında histerektomisi yapılan hastaların kayıtları araştırıldı. Hastaların demografik verileri kaydedildi, endometrial biyopsilerinin ve histerektomilerin histopatolojik sonuçları çıkarıldı. Tanısal doğruluk, sensitivite, spesifite, pozitif ve negatif prediktif değerler hesaplandı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 387 hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortalaması 46,6±6,2 olarak bulundu. Pipelle endometrial biyopsi ile histerektomi materyallerindeki nihai patolojideki sensitivesi en yüksek olan endometrium kanseri (%33,3), spesifitesi en yüksek olan basit atipili hiperplazi (%99,1), pozitif prediktif değeri en yüksek olan basit atipisiz hipeplazi (%42), negatif prediktif değeri en yüksek olan ise kompleks atipili hiperplazi (%97,6) ve tanısal doğruluğu en yüksek olan kompleks atipisiz hiperplazi (%95,8) olarak bulunmuştur.
Sonuç: Endometrial biyopsi, endometrial patolojinin tanısında duyarlı ve spesifik bir testtir ancak yine de fokal lezyonlarda ek tanı yöntemlerine gerek duyulabilir. Bu çalışmada tanısal doğruluk kompleks atipisiz hiperplazide ve endometrium kanserinde daha yüksek bulunmuştur
Aim: To compare the preoperative results of endometrial sampling taken with pipelle and the results of pathology specimens examined after hysterectomy in patients who are planned to have hysterectomy with Abnormal Uterine Bleeding (AUB), and to examine the accuracy of biopsy in the diagnosis.
Material and Method: In this retrospective study, the records of the patients who referred to our clinic with AUB between January 2014 and January 2018, who underwent endometrial biopsy with pipelle and then had hysterectomy were investigated. The demographic data of the patients were recorded, and the histopathological results of the endometrial biopsies and hysterectomies were received. The diagnostic accuracy, sensitivity, specificity, and positive and negative predictive values were calculated.
Results: A total of 387 patients were included in the present study. The mean age of the patients was 46.6±6.2 years. With pipelle endometrial biopsy, the highest sensitivity in the final pathology in hysterectomy materials was endometrium cancer (33.3%), simple endometrial hyperplasia with atypia was the highest specificity (99.1%), simple endometrial hyperplasia without atypia was the highest positive predictive value (42%), complex endometrial hyperplasia with atypia was with the highest negative predictive value (97.6%), and complex endometrial hyperplasia without atypia was with the highest diagnostic accuracy (95.8%).
Conclusion: Endometrial biopsy is a sensitive and specific test in the diagnosis of endometrial pathology, but additional diagnostic methods may also be necessary in focal lesions. In this study, the accuracy of the diagnosis was found to be at the highest level in the complex endometrial hyperplasia and endometrial cancer

8.
İskemik Modifiye Albumin (İMA) ile Kronik Hepatit B Arasındaki İlişki
Relationship Between Ischemic Modified Albumin (IMA) and Chronic Hepatitis B
Neslihan Çelik, Cemile Biçer, Ayşe Çarlıoğlu, Onur Çelik, Salim Neşelioğlu
doi: 10.5505/kjms.2020.29577  Sayfalar 110 - 115
Amaç: İskemik Modifiye Albumin (İMA) kronik karaciğer hastalıklarında, karaciğerdeki hasarla birlikte yükseldiği saptanan bir moleküldür. Bizim çalışmamızda İMA’nın kronik hepatit B (KHB) ile ilişkisi irdelendi.
Materyal ve Metot: Nisan 2016 – Eylül 2016 tarihleri arasında Enfeksiyon Hastalıkları polikliniğine başvuran KHB hastaları ve sağlıklı kontrol grubu çalışmaya dâhil edildi. Hastaların 53’ü (24 kadın, 29 erkek) KHB ve 51’i (21 kadın, 30 erkek) sağlıklı kontrol grubunu oluşturuyordu. Kanları alınıp santrifüj edildi ve serumlar -80°C derecede saklandı. Bu serumlardan daha sonra, spektrofotometrik yöntemle, İMA düzeyleri ölçüldü. İMA/albumin oranı (İMAR) hesaplandı.
Bulgular: İMA düzeyi KHB hastalarında 1,08±0,13, kontrol grubunda ise ise 0,96±0,11 ölçüldü (r=0,42, p<0,000). İMAR düzeyi ise KHB’de 0,23±0,03 kontrol grubunda 0,20±0,03 olarak ölçüldü (r=0,43, p<0,000). KHB’de kontrol grubuna göre İMA ve İMAR düzeyindeki yükseklik istatistiksel olarak çok anlamlıydı. Ancak KHB’de İMA ve İMAR düzeyleri arasında istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda serum İMA ve İMAR düzeyleri KHB’li hastalarda yüksek olarak tespit edildi. Bu anlamlı yükseklik KHB’li hastalarda takip edilen diğer noninvazif parametreler ile birlikte yapılacak geniş çalışmalarda karaciğer hasarını yansıtması açısından irdelenmelidir.
Aim: Ischemic Modified Albumin (IMA) is a molecule that is found to be elevated in liver diseases with liver damage. In our study, the relationship between IMA and chronic hepatitis B (CHB) was investigated.
Material and Method: Patients with CHB who were admitted to the Infectious Diseases polyclinic in between April 2016 and September 2016 and the healthy control group were included in the study. Fifty-three of the patients (24 female, 29 male) with CHB and 51 (21 female, 30 male) were the healthy control group. Blood samples were taken and centrifuged and serums were stored at -80°C. IMA levels were measured by spectrophotometric method. IMA/albumin ratio (IMAR) was calculated.
Results: IMA level was measured as 1.08±0.13 in CHB patients and 0.96±0.11 in control group (r=0.42, p<0.000). And, also, IMAR level was measured as 0.23±0.03 in CHB and 0.20±0.03 in control group (r=0.43, p<0.000). According to the control group, the IMA and IMAR level elevation was statistically very significant in CHB. However, there was no statistically significant difference between IMA and IMAR levels in CHB.
Conclusion: In our study, IMA and IMAR levels were found to be high in patients with CHB. This significant elevation should be investigated in terms of reflecting liver damage in large studies with other noninvasive parameters followed in patients with CHB.

9.
Ebelerin Maneviyat ve Manevi Bakıma İlişkin Görüşlerinin Belirlenmesi: Kars Örneği
Determination of Midwives’ Opinions as to Spirituality and Spiritual Care: the Case of Kars Province
Rukiye Türk
doi: 10.5505/kjms.2020.51196  Sayfalar 116 - 121
Amaç: Bu çalışma, ebelerin maneviyat ve manevi bakıma ilişkin görüşlerinin belirlenmesi amacıyla tanımlayıcı/kesitsel olarak yapıldı.
Materyal ve Metot: Araştırmanın örneklemini Kars ilinde ebe olarak çalışan 150 ebe oluşturdu. Çalışmanın verileri Mart/Mayıs 2019 tarihleri arasında tanıtıcı bilgi formu ve “Maneviyat ve Manevi Bakım Dereceleme Ölçeği” kullanılarak toplandı. Verilerin değerlendirilmesinde, sayı, yüzde, ortalama, standart sapma, medyan, minimum, maksimum değerleri ve Mann-Whitney U ve Kruskal-Wallis analizleri kullanıldı.
Bulgular: Çalışmada ebelerin %64,7’sinin 20–30 yaş grubunda ve %47,3’ünün çalışma süresinin 1–5 yıl olduğu bulundu. Haftalık çalışma saati 48 olan ebelerin maneviyat ve manevi bakım dereceleme ölçeği puanları haftalık çalışma saati 72 saat olan ebelerden anlamlı derecede daha yüksek olduğu belirlendi (p<0,05). Ebelerin %92,7’sinin manevi bakım kavramını duyduğu ve tamamının bu konuda bilgi almadığı bulundu. Çalışmada ebelerin maneviyat ve manevi bakım dereceleme ölçeği puan ortalamasının 55,78±9,106, olduğu belirlendi. Ölçeğin üç alt boyutuna ilişkin puan ortalamalarının; maneviyat ve manevi bakım (33,64±6,15), dinsellik (8,66±3,52), bireysel bakım (13,48±2, 69) olduğu bulundu.
Sonuç: Çalışmamızda ebelerin maneviyat ve manevi bakım düzeylerinin iyi olduğu ama istendik düzeyde olmadığı belirlendi. Bu nedenle de ebelerin maneviyat ve manevi bakıma ilişkin bilgi ve eğitim gereksinimlerinin olduğu düşünülmektedir
Aim: This study was carried out descriptively/cross-sectionally to determine the opinions of midwives regarding spirituality and spiritual care.
Material and Method: The sample of the research consisted of 150 midwives working in Kars province. The data of the study were collected between March/May 2019 using the introductory information form and the “Spirituality and Spiritual Care Rating Scale”. In the evaluation of the data, number, percentage, mean, standard deviation, median, minimum, maximum values and Mann-Whitney U and Kruskal-Wallis analyzes were used.
Results: It was determined that 64.7% of the midwives were in the 20–30 age group and working period of 47.3% of them was 1 to 5 years in the study. Spirituality and spiritual care rating scale scores of midwives with 48 working hours per week were significantly higher compared to midwives 72 working hours per week (p<0.05). It was observed that 92.7% of the midwives heard the spiritual care concept while all of them did not have information about it. It was seen in the study that the mean score of the grading of spirituality and spiritual care of the midwives was 55.78±9.106. The mean scores of the three subscales of the scale were found to be morale and spiritual care (33.64±6.15) being religious (8.66±3.52) and personal care (13.48±2.69). The Cronbach α value of the scale was 0.79 within the scope of this study.
Conclusion: It was determined in our study that the spirituality and spiritual care levels of midwives were good however they were not at the desired level. As such, it is thought that midwives are required to have information and education as regards spirituality and spiritual care.

10.
Tiroidin Benign ve Malign Epitelyal Tümörleri ile Nonneoplastik Lezyonlarında Sitokeratin-19 ve Galektin-3 Ekspresyonu
Cytokeratin-19 and Galectin-3 Expression in Benign and Malignant Epithelial Tumors and Nonneoplastic Lesions of Thyroid
Mahi Balcı, Selda Seçkin
doi: 10.5505/kjms.2020.59862  Sayfalar 122 - 130
Amaç: Tiroidin benign ve malign epitelyal tümörlerinde ve nonneoplastik lezyonlarında sitokeratin-19 ve galektin-3 ekspresyonunu değerlendirmek, bu belirteçlerin tanısal doğruluğu geliştirip geliştirmeyeceğini saptamaktır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya 40 papiller karsinom, 16 folliküler karsinom, beş medüller karsinom, 10 folliküler adenom, 10 nodüler hiperplazi ve 10 Hashimoto tiroiditi olgusu dahil edilmiştir. İmmünreaksiyon, boyanan folliküler hücrelerin boyanma yoğunluğuna göre semikantitatif olarak değerlendirilmiştir. İstatiksel analiz için ki-kare ve kappa testleri kullanılmıştır.
Bulgular: Sitokeratin-19 ile tüm gruplarda immünpozitivite izlenmiş olmakla birlikte kuvvetli ve yaygın boyanmanın izlendiği olguların büyük bir kısmının (32/40) papiller karsinom grubunda yer aldığı görülmüştür. Çalışmamızda sitokeratin-19’un papiller karsinomu saptama duyarlılığı %90 olarak bulunmuştur. Ancak papiller karsinom dışındaki lezyonlarda da ekspresyonun görülmesi sitokeratin-19’un papiller karsinom için özgüllüğünü %39,2’ye düşürmüştür. Galektin-3 ile papiller karsinomlu olguların %92,5’inde (37/40), folliküler karsinomlu olguların %37,5’inde (6/16) immünpozitivite izlenmiş, medüller karsinomlu olguların hiçbirinde boyanma görülmemiştir. Galektin-3’ün malign lezyonları saptama duyarlılığı %70,4, özgüllüğü %70 olarak bulunmuştur.
Sonuç: Bu çalışmada sitokeratin-19’un papiller karsinom için duyarlılığının yüksek olduğu ancak bu tümöre spesifik olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Galektin-3’ün folliküler karsinomlu olguların büyük bir kısmında, özellikle yaygın invaziv folliküler karsinomda eksprese olmaması ve medüller karsinomda boyanma göstermemesi, bu markırın malign tümörleri saptamada çok güvenilir olmadığını düşündürmüştür. Bununla birlikte daha çok papiller karsinomlu olguların galektin-3’ü eksprese etmesi, bu markırın papiller karsinoma yönelik bir markır olduğunu göstermiştir. Sitokeratin-19 ve galektin-3’ü içeren bir immünhistokimyasal panelin özellikle papiller karsinom açısından şüphe uyandıran lezyonlarda faydalı olacağı düşünülmüştür
Aim: To evaluate the expression of cytokeratin-19 and galectin-3 in benign and malignant epithelial tumors and non-neoplastic lesions of the thyroid, and to determine whether these markers will improve accuracy of diagnosis.
Material and Method: Forty papillary carcinomas, 16 follicular carcinomas, 5 medullary carcinomas, 10 follicular adenomas, 10 nodular hyperplasia and 10 Hashimoto thyroiditis cases were included in the study. Immunoreaction was evaluated semi-quantitatively according to staining intensity of follicular cells. Chi-square and kappa tests were used for statistical analysis.
Results: Although cytokeratin-19 showed immunopositivity in all groups, it was observed that most of the cases (32/40) with strong staining were in the papillary carcinoma group. In our study, the sensitivity of cytokeratin-19 to detect papillary carcinoma was 90%. However, the presence of expression in lesions other than papillary carcinoma reduced the specificity of cytokeratin-19 for papillary carcinoma to 39.2%. Galectin-3 was detected in 92.5% (37/40) of papillary carcinoma and 37.5% of follicular carcinoma (6/16). None of the patients with medullary carcinoma had staining with galectin-3. The sensitivity and specificity of galectin-3 for detecting malignant lesions were 70.4% and 70%, respectively.
Conclusion: In this study, it was concluded that the sensitivity of cytokeratin-19 for papillary carcinoma was high but not tumor specific. The fact that galectin-3 was not expressed in most of the follicular carcinoma cases, especially in the widely invasive follicular carcinoma and medullary carcinoma, suggested that this marker was not very reliable in detecting malignant tumors. However, more cases expressing galectin-3 in cases with papillary carcinoma showed that this marker is an indicator of papillary carcinoma. An immunohistochemical panel containing cytokeratin-19 and galectin-3 is thought to b

11.
Gebelik Anemisinin Perinatal Sonuçlara Etkisinin Değerlendirilmesi
Evaluation of the Effect of Pregnancy Anemia on Perinatal Results
Kazım Uçkan, İzzet Çeleğen, Taner Uçkan
doi: 10.5505/kjms.2020.03206  Sayfalar 131 - 135
Amaç: Çalışmada anemisi olan gebelerde, gebelik anemisinin perinatal sonuçlara etkisini araştırmak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmada, 1 Ocak 2017–31 Aralık 2018 tarihleri arasında bir Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde doğumu gerçekleştirilen 933 hastadan elde edilen veriler kullanıldı. Çalışmaya hemoglobin (Hb) değeri 11 g/dL’nin altında 305 gebe kadın (anemik grup) ve Hb değeri 11 g/dL’nin üzerinde 628 gebe (kontrol grup) dâhil edildi. Dosyalardan hastaların yaşları, gebelik öyküleri, gravida, parite, doğum haftası, yenidoğanın kilosu, bebek cinsiyetleri, doğum şekli, annenin hemoglobin, 1. ve 5. dakika Apgar skorları, oligohidroamnioz, intrauterin gelişme kısıtlılığı sıklığı (IUGR) ve preterm doğum, intra uterin ölü doğum olup olmadığı gibi veriler elde edildi. Anemik olan ve normal hemoglobin seviyelerine sahip gebelerin gebelik seyri ve perinatal sonuçları karşılaştırıldı.
Bulgular: Gruplar arasında parite, gravida, yaş, doğum haftası, intrauterin ölü fetüs doğum oranı, ortalama bebek doğum ağırlığı, normal spontan vajinal doğum, sezaryen doğum, bebek cinsiyetleri, 1. ve 5. dakika Apgar skorları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). İki grup arasında oligohidroamnioz, intrauterin gelişme kısıtlılığı sıklığı (IUGR) ve preterm doğum oranı açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0,05). Anemik grupta preterm eylem, IUGR, oligohidroamnioz oranları (sırasıyla %11,8; %9,5; %13,1) kontrol grubu oranlarından (%3,3; %2,8; %5,5) daha yüksek bulunmuştur.
Sonuç: Anemi özellikle düşük sosyoekonomik düzeydeki ülkelerde gebelik sürecini etkileyen yaygın bir durum olmakla beraber gebelik anemisinin antenatal takipler sırasında belirlenmesi ve tedavisi perinatal komplikasyonların azaltılması bakımından önemlidir. Anemisi olan gebelere demir desteği verilmeli ve anemiyi etkileyen beslenmeyle ilişkili faktörler konusunda üzere ilgili sağlık personeli tarafından bilgilendirilmelidir.
Aim: The aim of this study was to investigate the effect of pregnancy anemia on perinatal outcomes in pregnant women.
Material and Method: In this retrospective study, the data obtained from 933 patients who were delivered at the Gynecology and Obstetrics Clinic of a Training and Research Hospital between 1 January 2017 and 31 December 2018 were used. The study was conducted with 305 pregnant women with hemoglobin (Hb) values below 11 g/dL (anemic group) and 628 pregnant women with Hb values above 11 g/dL (control group). Age of the patients, pregnancy history, gravida, parity, birth week, newborn weight, infant sex, birth type, maternal hemoglobin, 1st and 5th minute Apgar scores, oligohydramniosis, frequency of intrauterine growth restriction (IUGR) and preterm birth, intra uterine stillbirth data were obtained from files. Pregnancy status and perinatal outcomes of pregnant women with anemia and pregnant women with normal hemoglobin levels were compared.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of parity, gravida, age, birth week, intrauterine stillbirth fetus birth rate, mean infant birth weight, normal spontaneous vaginal delivery, cesarean delivery, infant gender, 1st and 5th minute Apgar scores (p>0.05). Oligohydramnios, intrauterine growth restriction frequency (IUGR) and preterm delivery rate were statistically significant difference between two groups (p<0.05). Preterm labor, IUGR and oligohydramnios rates were higher in the anemic group (11.8%, 9.5%, 13.1% respectively) than the control group (3.3%, 2.8%, 5.5% respectively).
Conclusion: Although anemia is a common condition affecting the pregnancy, especially in low socioeconomic countries, it is important to identify and treat pregnancy anemia during antenatal follow-up in order to reduce perinatal complications. Pregnant women with anemia should be given iron supplementation and informed by the relevant health personnel about the nutritional factors affecting anemia.

12.
Sleeve Gastrektomi Operasyonu Geçirmiş Hastaların Yeme Tutum ve Davranışlarını ile Beden Kütle İndeksi Değişiminin Değerlendirilmesi
Comparison of Eating Attitudes and Behaviors and Body Mass Index Changes in Patients Who Had Undergone Sleeve Gastrectomy
Şükran Yıldız, Emel Alphan, Nazlı Batar
doi: 10.5505/kjms.2020.98958  Sayfalar 136 - 144
Amaç: Bu araştırma Sleeve Gastrektomi operasyonundan sonra beden kütle indeksi (BKİ) değişimi, görülebilen ağırlık geri kazanımının yeme tutum ve davranışlarla olan ilişkisini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metot: Bu araştırma Haziran 2018 – Eylül 2018 tarihleri arasında Liv Hospital Ulus Hastanesi’nde Sleeve Gastrektomi operasyonu olmuş ve operasyon öncesinde yeme tutum ölçeği olan Yeme Tutum Testi 26 (EAT 26) ölçeğini doldurmuş randomize olarak seçilen 200 obez ve morbid obez olgu üzerinde retrospektif klinik çalışma olarak yürütülmüştür.
Bulgular: Belirtilen tarihler arasında Sleeve Gastrektomi operasyonu olan 200 hastanın ameliyat sonrası 1., 2., 3., 4. yılındaki ağırlık kayıpları istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,01). Hastaların yıllara göre Yeme Tutum Testi 26 (EAT 26) ölçek puanları arasında anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0,01). Yeme Tutum Testi 26 (EAT 26) ölçek puanlarında ameliyat sonrası 3. yıl ve 4. yıllarda anlamlı fark saptanmazken (p>0,05); 1. yıl ve 2. yıllar arasında görülen azalma anlamlı bulunmuştur (p<0,05). Hastaların vücut ağırlık değişim yüzdeleri ile Yeme Tutum Testi 26 (EAT 26) ölçek puanları arasında anlamlı ilişki saptanmamıştır (p>0,05). Yıllara göre 1. yılında olan hastaların operasyon sonrası Yeme Tutum Testi 26 (EAT 26) puanları ile 1 yıllık BKİ değişim değerleri arasında pozitif yönde 0,287 (zayıf) düzeyde istatistiksel olarak anlamlı ilişki olduğu saptanmışken (r=0,287, p=0,043), diğer yıllar için anlamlı bir ilişki saptanamamıştır.
Sonuç: Bariatrik cerrahi planlanan her hasta operasyon öncesi ve sonrası diyetisyen ve psikiyatristin de içinde bulunduğu multidispliner bir ekip tarafından değerlendirilmeli, bu yaklaşımın istenen yaşam tarzı ve beslenme alışkanlıklarının değişmesinde önemli olacağı düşünülmektedir.
Aim: This study was carried out to evaluate the relationship of body mass index (BMI) change and visible weight recovery with eating attitudes and behaviors after Sleeve Gastrectomy operation.
Material and Method: This study was carried out between June 2018 and September 2018 at Liv Hospital Ulus Hospital. This study was carried out as a retrospective clinical study on 200 obese and morbidly obese patients randomly selected who had a Sleeve Gastrectomy operation and completed the Eating Attitude Test 26 (EAT 26) scale before the surgery.
Results: Weight loss was found to be statistically significant in 200 patients with Sleeve Gastrectomy operation in the 1 st, 2nd, 3rd and 4th postoperative period (p<0.01). There was a significant difference between the scores of the Eating Attitude Test 26 (EAT 26) according to years of patients (p<0.01). While no significant difference was found in the score of Eating Attitude Test 26 (EAT 26) in the postoperative 3 years and 4 years (p>0.05); The decrease seen between the 1st and 2nd years was found to be significant (p<0.05). There was no significant relationship between body weight change percentages and Eating Attitude Test 26 (EAT 26) scores (p>0.05). Patients in the 1st year after surgery there was a statistically significant low positive correlation (0.287) between Eating Attitude Test (EAT 26) scores and one year BMI values after the operation (r=0.287, p=0.043) and there was no significant correlation for the other years.
Conclusion: Each patient planned for bariatric surgery should be evaluated by a multidisciplinary team including the dietitian and psychiatrist before and after the operation, this approach is thought to be important in changing the desired lifestyle and eating habits.

13.
Mide Kanserinde Adjuvan Radyoterapide Kullanılan Planlama Tekniğine Göre Kritik Organ Dozlarının Karşılaştırılması
Comparison of Critical Organ Doses According to Planning Technique Used in Adjuvant Radiotherapy in Gastric Cancer
Alaettin Arslan, Burak Şengül
doi: 10.5505/kjms.2020.60934  Sayfalar 145 - 151
Amaç: Radyoterapi (RT), lokal ileri evre mide kanseri tanılı hastalarda uygulanan adjuvan tedavilerden biridir. Operasyon sebebiyle hem normal anatominin bozulmuş olması hem de yaygın lenf ağı nedeniyle RT planlaması oldukça zordur. Bu çalışmada farklı RT teknikleri kullanılarak hedef volüm değerlerinin uygunluğu ile kritik organların aldığı dozların karşılaştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Adjuvan RT almış 10 hastanın planlama için çekilmiş olan bilgisayarlı tomografi (BT) görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi. Kontrastlı ve kontrastsız BT görüntülerden yararlanarak üç boyutlu konformal RT (3B-KRT), yoğunluk ayarlı RT (YART) ve volümetrik ark tedavisi (VMAT) planları yeniden yapıldı. Planlanan hedef volümün (PTV) %95’inin, dozun %95’ini alması hedeflendi. Üç ayrı teknikle yapılan planlamalar sonucu PTV değerleri ve kritik organ dozları istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
Bulgular: D %2 (maksimuma yakın doz) ve D %98 (minimuma yakın doz) parametreleri YART ve VMAT tekniklerinde 3B-KRT’ye göre doz dağılımında daha iyi bulundu (p<0,05). Monitor unit (MU) değeri ise 3B-KRT’de YART ve VMAT tekniklerine göre düşük bulundu (p<0,05). Kritik organ dozlarının karşılaştırılmasında, spinal kord dozlarında teknikler arasında bir fark gözlenmedi (p>0,05). Karaciğerin aldığı dozlar YART ve VMAT tekniklerinde, 3B-KRT’den daha düşük bulundu (p<0,05). Sol böbrek dozlarında da YART ve VMAT, 3B-KRT tekniğine göre daha düşük doz sonuçları verdi (p<0,05). Body V5 volümü 3B-KRT’de diğer iki tekniğe kıyasla daha düşük bulundu (p<0,05).
Sonuç: Teknikler karşılaştırıldığında kritik organ dozlarında YART ve VMAT, 3B-KRT’ye göre daha uygun sonuçlar vermiştir. Body V5 volümü ile MU değerlerinde ise 3B-KRT üstün bulunmuştur
Aim: Radiotherapy (RT) is one of the adjuvant therapies in patients with locally advanced gastric cancer. RT planning is very difficult because of the diffuse lymph nodes and the distorted normal anatomy of the patient due to surgery. In this study, it was aimed to compare the appropriateness of target volume values and the doses of critical organs by using different RT techniques.
Material and Method: Computed tomography (CT) images of 10 patients who underwent total gastrectomy operation between 2014–2018 and received adjuvant RT in our hospital were evaluated retrospectively. Three-dimensional conformal RT (3D-CRT), intensity-modulated RT (IMRT), and volumetric arc treatment (VMAT) plans were re-performed using contrast and non-contrast CT images. It was aimed that 95% of the planned target volume (PTV) would receive 95% of the dose. PTV values and critical organ doses were compared statistically with three different techniques.
Results: D 2% (near-maximum dose) and D 98% (near-minimum dose) parameters were better in dose distribution in IMRT and VMAT techniques than in 3D-CRT (p<0.05). The monitor unit (MU) value was lower in 3D-CRT than IMRT and VMAT techniques (p<0.05). When comparing critical organ doses, no difference was observed between the techniques in spinal cord doses (p>0.05). The doses taken by the liver were lower in IMRT and VMAT techniques than in 3D-CRT (p<0.05). IMRT and VMAT also showed lower dose results in left kidney doses compared to the 3D-CRT technique (p<0.05). Body V5 volume was lower in 3D-CRT compared to the other two techniques (p<0.05). Conclusion: Comparing the techniques, IMRT and VMAT yielded more favorable results than 3D-CRT in critical organ doses. The body volume with 5 Gy dose and MU values were found to be superior in 3D-CRT.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
14.
Çoklu Gram Negatif Basillere Bağlı Menenjit: İki Olgu Sunumu ve Literatür Taraması
Meningitis Due to Multiple Gram-negative Bacilli: A Report of Two Cases and the Literature Review
Filiz Orak, Recep Eken, Kutsal Devrim Seçinti, Kasım Zafer Yüksel
doi: 10.5505/kjms.2020.75418  Sayfalar 152 - 156
Çoklu Gram negatif bakteri üremesine bağlı görülen menenjit, nadir görülen bir durumdur. Menenjitin sıklıkla paravertebral alan enfeksiyonu, karmaşık nöroşirürji prosedürleri veya kolorektal hastalıkları takiben karmaşıklaşan bir nozokomiyal enfeksiyon ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu çalışmanın amacı nöroşirurjik müdahalelerden sonra beyin omurilik sıvısı kültürlerinde çoklu Gram negatif bakteriyel büyüme gösteren iki hastayı bildirmektir. Polimikrobiyal menenjit, omurga cerrahisinden sonra nadir görülen bir komplikasyon olmasına rağmen, genel önlemler ile büyük ölçüde önlenebilir.
Meningitis due to multiple Gram-negative bacilli is a rare condition. It has been reported that meningitis is often associated with an infection of the paravertebral space, a nosocomial infection that becomes complicated following complex neurosurgical procedures or colorectal diseases. The aim of this study is to report two Syrian refugee patients with multiple Gram negative bacterial growth in cerebrospinal fluid cultures after neurosurgical interventions.

15.
Mezenterik Venöz Tromboz: Üç Vaka Takdimi
Mesenteric Venous Thrombosis: Three Consecutive Cases
Deniz Fındık, Aylin Hasanefendioğlu Bayrak, Doğan Gönüllü
doi: 10.5505/kjms.2020.37801  Sayfalar 157 - 160
Erken tanı konulmuş akut mezenterik venöz tromboz (MVT) olguların prognozu, akut arterial trombozlara göre daha iyidir. Görüntüleme tekniklerindeki ilerleme, MVT erken tanısına katkısı ve aynı zamanda aspirasyon trombektomi veya trombolitik uygulaması gibi noninvaziv tedavilerin uygulamasında önemlidir. Bu çalışmada trombozun farklı klinik evrelerinde olan üç MVT vakası sunduk: birinci ve üçüncü olgulara laparotomi veya laparoskopi sayesinde bağırsak nekrozu tanısı konuldu, nekrotik kısım rezeksiyonu yapıldı. İkinci hastaya nekrotik olmayan iskemi tanısı konuldu, girişimsel radyoloji tarafından kısmi SMV rekanalizasyonu sağlandı, takip eden 9 ay boyunca tromboz nüks etmedi.
Erken tanı konulmuş akut mezenterik venöz tromboz (MVT) olguların prognozu, akut arterial trombozlara göre daha iyidir. Görüntüleme tekniklerindeki ilerleme, MVT erken tanısına katkısı ve aynı zamanda aspirasyon trombektomi veya trombolitik uygulaması gibi noninvaziv tedavilerin uygulamasında önemlidir. Bu çalışmada trombozun farklı klinik evrelerinde olan üç MVT vakası sunduk: birinci ve üçüncü olgulara laparotomi veya laparoskopi sayesinde bağırsak nekrozu tanısı konuldu, nekrotik kısım rezeksiyonu yapıldı. İkinci hastaya nekrotik olmayan iskemi tanısı konuldu, girişimsel radyoloji tarafından kısmi SMV rekanalizasyonu sağlandı, takip eden dokuz ay boyunca tromboz nüks etmedi.

DERLEME
16.
Telositlerin Morfolojisi ve Fonksiyonları
Morphology and Functions of Telocytes
Özlem Deli&775;baş, Serpil Ünver Saraydın
doi: 10.5505/kjms.2020.25986  Sayfalar 161 - 170
Birçok organ ve dokunun stromasında ortaya çıkan bir hücre popülasyonu olan telositler, telopod olarak adlandırılan değişken sayıda çok uzun ince sitoplazmik uzantılarıyla ve göze çarpmayan küçük hücre gövdeleri ile karakterizedir. Bu hücreleri belirlemek için immünohistokimsayasal boyama teknikleri ve elektron mikroskop yöntemleri kullanılmıştır. Telopodlar, telositlerin homo- veya hetero-hücresel temaslar oluşturmasına yardımcı olur, böylece organların stromal ve parankimal bileşenlerini düzenleyen üç boyutlu ağlar oluşturur. Telositler, kısa mesafeli bir iletişim sağlayarak komşu hücrelere bilgi aktarabilir ve eksozomlar, ektozomlar ve multiveziküler kargolar gibi çeşitli hücre dışı vezikülleri ile hücre içi sinyal iletişimine karışmaktadır. Bu derlemede telositlerin morfolojik özelikleri, farklı organlarda ve dokulardaki dağılımlarına, fonksiyonlarına ve moleküler belirteçlerine değinilmiştir.
Telocytes, a population of cells that appear in the stroma of many organs and tissues, are characterized by a variable number of very long thin cytoplasmic extensions which called telopods, and inconspicuous small cell bodies. Immunohistochemical staining techniques and electron microscopy have been used to identify these cells. Telopodes help telocytes in forming homo- or heterocellular contacts thus; building three-dimensional networks that organizes the stromal and the parenchymal components of the organs. Telocytes can transfer information to neighboring cells by providing short-space communication and interfere with intracellular signal communication with various extracellular vesicles, such as exosomes, extosomes, and multi-vesicular cargoes. In this review, the morphological properties of telocytes, their distribution, functions and molecular markers in different organs and tissues are mentioned.

EDITÖRE MEKTUP
17.
Psikiyatrik Bozukluklarda Optik Koherans Tomografi Bulguları Üzerine Son Çalışmalar: 2018 Yılı Verileri
Recent Studies on Optical Coherence Tomography Findings in Psychiatric Disorders: 2018 Data
Mehmet Hamdi Örüm
doi: 10.5505/kjms.2020.42204  Sayfalar 171 - 172
Makale Özeti | Tam Metin PDF

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git