Kafkas J Med Sci: 13 (2)
Cilt: 13  Sayı: 2 - Ağustos 2023
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Mide Kanserinde Mast Hücresi Değerlendirmesinde Hangi Material Kullanılmalı: Endoskopik Materyal mi, Rezeksiyon Materyali mi?
Which Material Should Be Used for Mast Cell Evaluation in Gastric Cancer: Endoscopic Material or Resection Material?
Yasemen Adali, Kenan Binnetoğlu, Hatice Beşeren, Hasan Çantay, Turgut Anuk, Tülay Diken Allahverdi, Barlas Sülü, Dogan Gönüllü
doi: 10.5505/kjms.2023.93709  Sayfalar 109 - 113
Amaç: Mide tümörlerinin prognozunda önemli olan parametrelerin değerlendirilmesinde histopatolojik inceleme önemli bir yer tutmaktadır. Histopatolojik incelemede kılavuzlarda yer alan prognostik verilerin dışında gözlenen tümör davranışı için önemli olabilecek diğer veriler de değerlendirilmektedir. İmmun sistem elemanları arasında yer alan mast hücreleri bu veriler arasında yer almaktadır. Bu çalışmada mast hücrelerinin değerlendirilmesi için kullanılabilme potansiyeli olan endoskopik biyopsi materyalleri ile rezeksiyon materyallerinin karşılaştırılması amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya aynı hastaya ait endoskopik biyopsi ve rezeksiyon materyali bulunan 19 mide tümörü olgusu dâhil edilmiştir. Tümörü temsil eden preparatlara ait parafin bloklardan elde edilen kesitlere toludin blue histokimyası uygulanmıştır. Işık mikroskopik değerlendirmede mast hücrelerinin en yoğun olduğu alan 100× büyütmede seçilmiş ve sonrasında 400× büyütmede tümör içinde ve çevresinde 100 hücre sayılmıştır. Bu 100 hücrenin içinde yer alan toludin blue ile pozitif boyanan mast hücreleri not edilmiştir. Mast hücresi sayısının gruplar arası anlamlılığı analizlerinde Mann-Whitney U, gruplar arası korelasyonda Pearson testi kullanılmıştır.
Bulgular: Endoskopik biyopsi materyalinde tümör içinde yer alan mast hücre sayısı (TİMH) ortalama 1,32±2,65, tümör çevresi mast hücresi sayısı (TÇMH) ortalama 1,0±1,76; rezeksiyon materyallerinde TİMH sayısı ortalama 4,84±4,86, TÇMH sayısı ortalama 5,63±6,99 olarak hesaplanmıştır. Analizlerde endoskopik biyopsiler ve rezeksiyon materyalleri arasında TİMH sayısı (p=0,001) ve TÇMH sayısı (p=0,000) arasında istatistiksel anlamlı farklılık izlenmiştir. Tüm olgular incelendiğinde TİMH sayısı ile TÇMH sayısının pozitif korelasyon gösterdiği saptanmıştır. Ancak endoskopik biyopsiler ile rezeksiyon materyalleri kıyaslandığında TİMH veya TÇMH açısından herhangi bir korelsayon olmadığı dikkati çekmiştir.
Sonuç: İmmun yanıtın önemli bir unsuru olan mast hücreleri çeşitli tümörlerde olduğu gibi mide kanserlerinde de farklı yönleri ile değerlendirilmektedir. Sunulan çalışma sonuçları yanısıra tümör ve tümör mikroçevre incelemesinin önemi göz önünde bulundurulduğunda gelecekte mide tümörlerinde önemli bir belirteç olma potansiyeli bulunan mast hücrelerinin rezeksiyon materyalinde değerlendirilmesi gerektiği, endoskopik materyal değerlendirmelerinin gerçek tabloyu yansıtmadığı düşünülmektedir.
Aim: Histopathological examination has an important place in the evaluation of parameters that are important in the prognosis of gastric tumors. In addition to the prognostic data included in the guidelines, other observed findings that may be important for the tumor behavior are also evaluated in the histopathological examination. Mast cells, which are among the elements of the immune system, are among these findings. In this study, it is aimed to compare the endoscopic biopsy materials and resection materials, which have the potential to be used for the evaluation of mast cells.
Material and Method: Nineteen gastric tumor cases with endoscopic biopsy and resection material belonging to the same patient were included in the study. Toludine blue histochemistry was applied to the sections obtained from the paraffin blocks of the preparations representing the tumor. In the light microscopic evaluation, the area with the highest concentration of mast cells was selected at 100× magnification, and then 100 cells were counted inside and around the tumor at 400× magnification. Mast cells staining positively with toludine blue were noted in these 100 cells. Mann-Whitney-U was used in the analysis of the significance of mast cell number between groups, and Pearson’s test was used in the correlation between groups.
Results: In the endoscopic biopsy material, the mean number of mast cells inside the tumor (MCIT) was 1.32±2.65, the mean number of mast cells around the tumor (MCAT) was 1.0±1.76; in the resection materials, the average number of MCIT was calculated as 4.84±4.86, and the average number of MCAT was calculated as 5.63±6.99. A statistically significant difference was observed between the number of MCIT (p=0.001) and the number of MCAT (p=0.000) between endoscopic biopsies and resection materials in the analyzes. When all the materials were included in analysis, it was determined that the number of MCIT and the number of MCAT showed a positive correlation. However, when endoscopic biopsies and resection materials were compared, it was noted that there was no correlation in terms of MCIT or MCAT.
Conclusion: Mast cells, which are an important element of the immune response, are evaluated with different aspects in gastric cancers as in various tumors. Considering the importance of tumor and tumor microenvironment analysis as well as the results of the presented study, it is thought that mast cells, which have the potential to be an important marker in gastric tumors in the future, should be evaluated in the resection material, and endoscopic material evaluations do not reflect the real picture.

3.
COVID-19’lu Hastalara Bakım Veren Hemşirelerin Ruhsal Etkilenme Durumlarının Belirlenmesi
Determination of Mental Health Status of Nurses Caring for Patients With COVID-19
Hanımgül Dokumacı, Olcay Çam
doi: 10.5505/kjms.2023.53138  Sayfalar 114 - 124
Amaç: Çalışmada COVID-19 tanısı alan ya da şüpheli olan vakaların bakımını üstlenen hemşirelerin ruhsal yönden etkilenme durumlarını belirlemek amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Tanımlayıcı tipte olan araştırmanın evreni, Ege Üniversitesi Hastanesi COVID-19 Birimlerinde görev yapan ve çalışmaya gönüllü olarak katılan hemşireler (n: 149) oluşturmaktadır. Araştırmanın yapılması için gönüllü olarak çalışmaya katılmayı kabul eden, hemşirelere Sosyodemografik anket formu, Koronavirüs (COVID-19) Korkusu Ölçeği ve Kısa Semptom Envanteri (KSE) veri toplama araşları olarak kullanılmıştır.
Bulgular: Covid-19’lu hastaları bakan hemşirelerin; cinsiyeti, haftalık çalışma saatleri, daha önceden konulmuş psikiyatrik tanı öyküsü, COVID-19 ile ilgili eğitim alma durumu ve pandemi döneminde kişisel ve mesleki yardıma ihtiyaç duyma halleri, KSE’nin somatizasyon alt boyutuyla istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Hemşirelerde birlikte yaşadıkları kişiler KSE’nin depresyon alt boyutuyla istatistiksel olarak anlamlı olduğu görülmüştür. COVID-19 ile ilgili eğitim alma durumu ile pandemi döneminde kişisel ve mesleki yardıma ihtiyaç duyma halleri ise KSE’nin anksiyete ve depresyon alt boyutlarıyla ilişkili bulunmuştur. COVID-19’lu hastalara bakan hemşirelerin; cinsiyet, medeni durumu, çocuk sayısı, birlikte yaşadıkları kişiler, birlikte yaşadığı kişilerde 65 yaş üstü birey olması, COVID-19 ile ilgili eğitim alma durumu, COVID-19 ile ilgili haberleri takip etme sıklıkları ve pandemi döneminde kişisel ve mesleki yardıma ihtiyaç duyma hali Koronavirüs Korkusu Ölçeği ile istatistiksel olarak anlamlı düzeyde ilişkili bulunmuştur. Yaş, Kısa Semptom Envanterinin alt boyutları ve Koronavirüs Korkusu Ölçeği ile istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır.
Sonuç: Çalışma sonuçları, genel anlamda literatür ile uyumlu olup, hemşirelerin bu pandemi döneminde psikolojik olarak etkilendiğini göstermektedir. Araştırmanın daha büyük gruplarda ve farklı hastanelerde de tekrarlanması ve sonuçlara göre, Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi Hemşireliği ile birlikte uygun girişimler planlanması önerilir.
Aim: The present study aims to determine the effects of COVID-19 on the psychological well-being of nurses caring for diagnosed or suspected cases of COVID-19.
Material and Method: The population of the descriptive study consists of nurses (n: 149) working at theEge University Hospital COVID-19 Units who voluntarily agreed to participate in the study. Data were collected through Socio-demographic questionnaire form, Fear of Coronavirus Scale, and Brief Symptom Inventory (BSI) from nurses who voluntarily agreed to participate in the study.
Results: Nurses caring for patients with COVID-19; Gender, weekly working hours, previous psychiatric diagnosis history, being educated about COVID-19 and needing personal and professional help during the pandemic were found to be statistically significant with the somatization sub-dimension of BSI. It was seen that the nurses who lived with BSI were statistically significant with the depression sub-dimension. The state of being educated about COVID-19 and needing personal and professional help during the pandemic were found to be related to the anxiety and depression sub-dimensions of BSI. Among nurses caring for patients with COVID-19, gender, marital status, number of children, household members, household members over 65 years of age, receiving education about COVID-19, frequency of following the news about COVID-19, and need for personal and professional help during the pandemic were found to be statistically significantly correlated with the Fear of Coronavirus Scale.
Conclusion: The study’s results exhibit consistency with the literature and demonstrate that nurses are psychologically affected during this pandemic. Repetitive studies are required in larger hospital patient groups to organize necessary interventions with the Consultation-Liaison Psychiatry Nursing.

4.
Travmatik Kosta Fraktürlerinde Interkostal Sinir Blokajının Ağrı Yönetimi Üzerindeki Etkisinin Araştırılması
Evaluation of the Effectiveness of Intercostal Nerve Block for Pain Management in Patients with Traumatic Rib Fractures
Güntuğ Batıhan
doi: 10.5505/kjms.2023.21548  Sayfalar 125 - 128
Amaç: Travmatik kosta fraktürü bulunan hastalarda ağrı palyasyonu tedavinin en önemli parçasını oluşturur. Bu çalışmada interkostal sinir blokajının kot fraktürlü hastalarda ağrı yönetimi üzerine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Şubat 2022 ile Haziran 2022 tarihleri arasında travmatik kot fraktürü tanısı ile takip edilmiş olan hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların karakteristik özellikleri, vizüel analog skala skorları, analjezik medikasyon ihtiyaç durumları ve hastane yatış süreleri kaydedildi. İnterkostal sinir blokajı uygulanan ve uygulanmayan hastaların verileri karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya toplamda 49 hasta dâhil edildi. 18 (%36,7) hastaya anajezik tedavinin bir parçası olarak interkostal sinir blokajı, 31(%63,3) hastaya ise standart ağrı tedavisi uygulanmıştı. İnterkostal sinir blokajı uygulanan grupta 3. Günde ölçülen ortalama vizüel analog skala skoru ve ortalama non-steroid antienflamatuvar ilaç doz ihtiyacı istatistiksel anlamlı olarak daha düşük bulundu.
Sonuç: Çalışmamız travmatik kot fraktürü bulunan hastaların yönetiminde tedaviye interkostal sinir blokajının eklenmesinin daha az analjezik medikasyon ile daha iyi ağrı kontrolü sağladığını göstermiştir.
Aim: Pain palliation is the most critical content of the treatment in traumatic rib fractures. The study aimed was to investigate the effect of including intercostal nerve block in the treatment of rib fractures on pain control.
Material and Method: Patients treated for traumatic rib fractures in the thoracic surgery clinic of our center between February 2022 and June 2022 were evaluated retrospectively. The characteristics of the patients, their visual analogue scale scores, analgesic medication needs, and hospital stay were recorded. The data of the patients who underwent intercostal nerve blockade and those who were treated with standard analgesic medications were compared.
Results: A total of 49 patients were included in the study. A total of 18 (36.7%) patients underwent daily intercostal nerve block. Standard pain treatment was applied to 31 (63.3%) patients. In the group of patients who underwent intercostal nerve blockade, the mean pain score on the third day and the mean need for nonsteroidal anti-inflammatory medication were significantly lower.
Conclusion: In our study, the adding an intercostal nerve block to the treatment of rib fractures provided better pain control and reduced the need for analgesic medication.

5.
COVID-19 Pandemisi Sırasında Tıp Eğitimi: Alışkanlıklar, Bilgisayar Becerileri, İnternet Bağımlılığı ve Başarı
Medical Education During the COVID-19 Pandemic: Habits, Computer Skills, Internet Use Disorder, and Success
Elif Kervancıoğlu Demirci, Gülnaz Kervancıoğlu, Salih Çayır, Eren Kervancıoğlu, Ertan Sarıdoğan
doi: 10.5505/kjms.2023.78614  Sayfalar 129 - 138
Amaç: COVID-19 pandemisinin tıp eğitimi üzerinde önemli bir etkisi oldu. Çoğu ülkede eğitim uzaktan yapıldı. Bu çalışmada, tıp öğrencilerinin sosyal ve çevrimiçi alışkanlıklarının, bilgisayar okur yazarlıklarının, çevrimiçi iletişim becerilerinin ve İnternet Kullanım Bozukluğunun histoloji ve embriyolojideki çevrimiçi veya geleneksel sınıf öğretimi tercihlerini etkileyen önemli özellikler olup olmadıklarını araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metot: 2019-2020’de Türkiye’de üniversiteler için güz dönemi yüz yüze idi. Aynı akademik yılın bahar dönemi COVID-19 salgını nedeniyle çevrimiçi yapıldı. İstanbul’daki 1144 devlet ve özel üniversite öğrencisine, demografik özelliklerini, öğrenme ve genel yaşamdaki tercihlerini, Çevrimiçi Öğrenmeye Hazırlık Ölçeği’nin (OLRS) iki alt ölçeğinin yanı sıra Genç İnternet Bağımlılığı Ölçeği’ni kullanarak sorduk. Sınav sonuçlarını kullanarak çevrimiçi ve yüz yüze başarı düzeylerini karşılaştırdık.
Bulgular: Öğrenciler genellikle geleneksel dersleri tercih ettiler. Ancak, OLRS puanları daha yüksek olanlar çevrimiçi dersleri ve öğrenme materyallerini tercih ettiler ve çevrimiçi yaşama daha fazla adapteydiler. İnternet Kullanım Bozukluğu ile çevrimiçi ders tercihi arasında korelasyon yoktu. Özel ve devlet üniversitelerinden elde edilen sonuçlar ise önemli ölçüde farklı değildi. Çevrimiçi derslerden sonraki başarı seviyeleri, yüz yüze derslere göre daha iyiydi; bu da öğrencilerin tercihlerinin ve memnuniyetinin öğrenme başarılarından farklı olduğunu gösterdi.
Sonuç: Tıp eğitiminin planlanmasında öğrencilerin tercihleri ön planda tutulmalıdır. Öğrenciler, çevrimiçi dersleri yüz yüze derslerin tamamlayıcısı olarak istemektedirler. Bu nedenle eğitmenler, öğrencilerin çevrimiçi ders memnuniyetini artırmak için çevrimiçi iletişim ve öğretim becerilerini geliştirmelidirler. Bu durumda, internet kullanım bozukluğu bir risk oluşturmamaktadır. Aksine düzenli planlanan tamamlayıcı çevrimiçi dersler öğrencilerin çevrimiçi öğrenme alışkanlıklarını, çevrimiçi okuryazarlıklarını ve başarılarını artıracak ve eğitimin doğal afet ve pandemi durumlarında daha etkin devamını sağlayacaktır.
Aim: COVID-19 pandemic had a significant impact on the way medical education is delivered. In most countries education was provided remotely. In this study, we aimed to study whether social and online habits, computer readiness, online communication skills, and Internet Use Disorder (IUD) were significant characteristics affecting the preferences of medical students for online or traditional classroom teaching in histology and embryology.
Material and Method: In 2019-2020, the fall semester for Turkish universities was face-to-face. Due to the COVID-19 pandemic, the spring semester of that academic year was online. We asked 1,144 public and private university students in Istanbul about demographic characteristics and their preferences in learning and general living, using two subscales of the Online Learning Readiness Scale (OLRS) and the Young Internet Addiction Scale. We compared online and face-to-face success levels using quiz results.
Results: Students generally preferred traditional lectures. However, those with higher OLRS scores preferred online lectures and learning materials and were more adapted to online living. Internet use disorder did not correlate with online lecture preferences. The results from private and public universities were not considerably different. The success levels after online lectures were better than after face-to-face lectures, which suggests that the preferences and satisfaction of students are different from their learning achievement.
Conclusion: Preferences of students should be the priority in planning medical education. They want online lectures available as complementary to face-to-face lectures. Therefore, instructors should improve their online communication and teaching skills to enhance students’ online lecture satisfaction. The IUD does not possess a risk in this condition. Contrarily, regularly planned complementary online courses will enhance students online learning habits, online readiness and achievement and enables a more effective continuation of education in cases of natural disasters and pandemics.

6.
Renal Transplantasyon Hastalarının Retrospektif Analizi: Tek Merkez Deneyimi
A Retrospective Analysis of Renal Transplantation Patients: A Single Center Experience
Tamer Selen, Ebru Gök Oğuz, Gülay Ulusal Okyay, Hatice Şahin, Elif Kahraman Güner, Fatma Ayerden Ebinç, Kadir Gökhan Atılgan, Mehmet Deniz Aylı
doi: 10.5505/kjms.2023.54765  Sayfalar 139 - 143
Amaç: Çalışmamızda, Şubat 2017 – Eylül 2020 tarihleri arasında hastanemizde böbrek transplantasyonu yapılan hastaların demografik analizinin sunulması, merkezimizin kadavra ve canlı vericili renal transplantasyon deneyiminin aktarılması, posttransplant geç dönem takiplerindeki allograft fonsiyon bozukluğu nedenlerinin ortaya konulması amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya Şubat 2017 – Eylül 2020 tarihleri arasında hastanemizde böbrek nakli yapılan ve nefroloji kliniğinde izlenen 25 hasta dâhil edildi. Bu hastaların demografik özellikleri, klinik ve laboratuvar bulguları, nakil tipleri, böbrek verici özellikleri, böbrek yetmezliği etiyolojileri, nakil öncesi diyaliz modaliteleri, nakil sonrası gelişen komplikasyonları, rejeksiyon atakları, graft kaybı ve ölüm nedenleri geriye dönük olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen 25 böbrek nakli hastasının (17 erkek, sekiz kadın, yaş ortalaması 46,96±2,67 yıl) ortalama izlem süresi 26,28±2,76 aydı. Hastaların 16’sına canlı, dokuzuna ise kadavradan böbrek nakli yapıldı. Beş hastaya pre-emptif renal transplantasyon, üç hastaya ise ikinci kez böbrek nakli yapıldı. Hastaların %24’ünde kronik böbrek hastalığı nedeni belli değildi (birinci sırada). Vezikoüreteral reflü (VUR) ve diyabet %16 sıklıktaydı (ikinci sırada). Allograft fonksiyonlarında geçici veya kalıcı bozuklukların en sık nedeni ise %42,8 ile üriner sistem enfeksiyonuydu. Üriner enfeksiyon kadın hastalarda (%25) ve VUR tanılı hastalarda (%20) daha sıktı.
Sonuç: Genel olarak, bulgularımız, üriner sistem enfeksiyonlarının, allogreft fonksiyonları üzerinde olumsuz etkilere neden olan renal transplantasyonu takiben yaygın olduğunu belgelemiştir. Vezikoüreteral reflü kaynaklı böbrek yetmezliği ve kadın cinsiyet üriner sistem enfeksiyonunu kolaylaştıran faktörler arasındadır.
Aim: In this study, we aimed to present demographic characteristics of the patients having undergone renal transplantation in our hospital between February 2017 and September 2020, to convey the experience of cadaver and living donor renal transplantation in our center, and to reveal the causes of allograft dysfunction in late posttransplant follow-ups.
Material and Method: The study included 25 patients having undergone renal transplantation in our hospital and were followed up in the nephrology clinic between February 2017 and September 2020. Then, we retrospectively analyzed their demographic characteristics, clinical and laboratory findings, transplantation types, kidney donor characteristics, renal failure etiologies, pre-transplant dialysis modalities, post-transplant complications, rejection attacks, graft loss, and causes of mortalities.
Results: The mean follow-up period of 25 renal transplant patients (17 males and 8 females with a mean age of 46.96±2.67 years) was 26.28±2.76 months. While living transplantation was performed in 16 patients, the others received cadaveric renal transplants. Five patients underwent pre-emptive renal transplantation, and three were recruited for transplant for the second time. The underlying cause of chronic kidney disease was unknown in 24% of the patients (first), while vesicoureteral reflux (VUR) and diabetes were the primary causes of the disease in 16% (second). The most prevalent cause of temporary or permanent impairment in allograft functions was urinary tract infection with 42.8%. It was more common in female patients (25%) and patients with a diagnosis of VUR (20%).
Conclusion: Overall, our findings documented that urinary system infections are common following renal transplantation, which brings adverse effects on allograft functions. VUR-led renal failure and female gender are among the factors that facilitate urinary system infection.

7.
COVID-19 Hastalarında Glomerüler Filtrasyon Hızı ve Troponinin Prognoza Etkisi
The Effect of Glomerular Filtration Rate and Troponin on the Prognosis of Patients with COVID-19
Dilek Vural Keleş, Oya Güven
doi: 10.5505/kjms.2023.62333  Sayfalar 144 - 148
Amaç: Pandemi sürecinde klinisyenler genel olarak solunum yolu enfeksiyonlarının tedavisine odaklanmışlardır. Başta kalp ve böbrekler olmak üzere tüm organların zamanla etkilendiği ve kliniğin hızla bozulduğu belirlendi. Glomerüler filtrasyon hızı ve troponin testlerinin takibinin, COVID-19 hastalarında prognozu tahmin edip edemeyeceğini belirlemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Bu çalışmaya COVID-19 tanısı alan 107 hasta dâhil edildi. Hastane içi mortaliteyi, hastaların ilk ve son muayenelerinde troponin yüksekliği ve böbrek fonksiyon bozukluğu olup olmamasına göre değerlendirdik. Ayrıca hem troponin yüksekliği hem de böbrek fonksiyon bozukluğunun yaş, pnömoni şiddeti ve birbiriyle ilişkisini araştırdık.
Bulgular: Hayatta kalan hastaların çoğu kadındı ve yaş ortalaması diğer gruptan daha gençti. En sık eşlik eden hastalık hipertansiyondu. Son glomerüler filtrasyon hızı yüksek, son troponin testi düşük ve pnömoni şiddeti düşük olan hastaların hayatta kaldığı görüldü. Prognozu etkileyen en önemli faktörler pnömoninin şiddeti ve son glomerüler filtrasyon hızıydı.
Sonuç: Bu çalışmadan elde edilen sonuca göre, kalp ve böbrek fonksiyonları hızla kötüleşen hastaların prognozu kötüleşebilir. Bu testler yakın takip gerektirir.
Aim: During the pandemic, clinicians have generally focused on treating respiratory tract infections. It determined that all organs are affected over time, especially the heart and kidneys, and the clinic deteriorates rapidly. We aimed to determine whether serial glomerular filtration rate and troponin tests would predict prognosis in patients with COVID-19.
Material and Method: One hundred seven patients diagnosed with COVID-19 were included in this study. We evaluated in-hospital mortality based on the presence and absence of troponin elevation and renal dysfunction at patients’ first and last examinations. We also investigated the correlation of both troponin elevation and renal dysfunction with age, pneumonia severity, and each other.
Results: Most surviving patients were female, and the average age was younger than the other group. The most common comorbidity was hypertension. It was observed that the patients with a high last glomerular filtration rate, low last troponin test, and low pneumonia severity survived. The most important factors affecting the prognosis were the severity of pneumonia and the last glomerular filtration rate.
Conclusion: Based on the conclusion from this study, the prognosis of patients with rapidly worsening cardiac and renal function can deteriorate. Those tests require close monitoring.

8.
Malnütrisyon Şikâyetiyle Başvuran Çocuklarda D Vitamini, Vitamin B12 ve Ferritin Düzeyleri
Vitamin D, Vitamin B12 and Ferritin Levels in Children Presenting with Malnutrition Complaints
Veysel Tahiroğlu, Engin Turan
doi: 10.5505/kjms.2023.99896  Sayfalar 149 - 154
Amaç: Bu çalışmada protein ve enerji yetersizliği şikâyetiyle başvuran çocuklarda hastalıkla ilişkili olduğunu düşündüğümüz [25(OH)D], vitamin B12 ve ferritin düzeylerinin incelemesi amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metot: Hastaneye başvuran 1377 kişinin [25(OH)D] düzeyi, 1366 kişinin vitamin B12 düzeyi ve hastaneye başvuran 1384 kişinin ferritin düzeyi çalışmaya dâhil edildi. D vitamini [25(OH)D], vitamin B12 ve Ferritin düzeyleri için hastanenin çocuklar için belirlediği referanslar kullanıldı.
Bulgular: Çalışmada [25(OH)D] düzeyleri incelendiğinde; Çocukların yaklaşık %27’sinde D vitamini eksikliği [25(OH)D] <20 ng/mL, %7,19’unda aşırı [25(OH)D] eksikliği ve %6,68’inde yüksek düzeyde D vitamini eksikliği saptanmıştır. B12 vitamin düzeyleri incelendiğinde; B12 vitamini düzeyi çocukların %5,2’sinde düşük (B12<191 ng/L), %14,35’inde yüksekti. Ferritin seviyelerine bakıldığında; Çocukların %49,35’inde ferritin seviyeleri düşüktü (ferritin seviyesi <30 μg/L).
Sonuç: Protein ve enerji yetersizliği (PEM) hastalarının B12, [25(OH) D] ve ferritin düzeylerinin coğrafi bölgelere göre değişebildiği görüldü. Bu nedenle mikrobesin eksikliklerinin ve bulaşıcı hastalıkların görülme sıklığının en yüksek olduğu 6–24 ay yaş aralığına odaklanılması gerektiğini düşünüyoruz.
Aim: In this study, it is aimed to examine the levels of [25(OH)D], vitamin B12 and ferritin, which we think are associated with the disease, in children who apply with the complaint of protein and energy deficiency.
Material and Method: The [25(OH)D] level of 1377 people who applied to the hospital, the vitamin B12 level of 1366 people and the ferritin level of 1384 people who applied to the hospital were included in the study. Hospital references for children were used for vitamin D [25(OH)D], vitamin B12 and Ferritin levels.
Results: When [25(OH)D] levels were examined in the study; Approximately 27% of the children had vitamin D deficiency [25(OH)D] <20 ng/mL, 7.19% had excessive [25(OH)D] deficiency and 6.68% had a high level of vitamin D deficiency. When vitamin B12 levels were examined, Vitamin B12 levels were low in 5.2% of the children (B12<191 ng/L) and high in 14.35%. Considering the ferritin levels, ferritin levels were low in 49.35% of children (ferritin level <30 μg/L).
Conclusion: It was observed that B12, [25(OH)D] and ferritin levels of patients with PEM could vary according to geographical regions. For this reason, we think it is necessary to focus on the age range of 6–24 months, where the incidence of micronutrient deficiencies and infectious diseases is the highest.

9.
Hastanede Yatan COVID-19 Hastalarında Aşılamanın Biyokimyasal ve İnflamatuar Belirteçler Üzerine Etkisi
The Effect of Vaccination on Biochemical and Inflammatory Markers in Hospitalized COVID-19 Patients
Pelin Pınar Deniz, İsmail Hanta, Pelin Duru Çetinkaya, Orhan Altınöz, Yeşim Tasova, Burak Mete
doi: 10.5505/kjms.2023.36024  Sayfalar 155 - 159
Amaç: Koronavirüs 2019 hastalığı (COVID-19) aşılarının hastaneye yatış, hastalık ağırlığı ve ölümleri önlemede yararlı olduğu kanıtlanmıştır. Ancak bağışıklanmanın hastaneye yatışta prognostik faktörler olan biyokimyasal ve enflamatuvar belirteçleri etkileyip etkilemediği bilinmemektedir. COVID-19 ile hastaneye yatırılan hastalarda aşılama durumunun kan biyokimyasal ve enflamatuvar belirteçler üzerindeki etkileri araştırılmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmamıza 1 Kasım 2021 – 1 Ocak 2021 tarihleri arasında iki farklı merkezden COVID-19 nedeniyle hastaneye yatırılan 67 aşısız, 40 aşılı olmak üzere toplam 107 hasta dâhil edildi. Hastaneye yatış sırasında hastaların demografik özellikleri, komorbiditeleri, biyokimyasal ve enflamatuvar belirteçleri kaydedildi.
Bulgular: Aşılı ve aşısız gruplar için yaş ortalaması sırasıyla 68,6±12,2 (37–89) ve 60,7±15,5 (27–88) olan 107 hasta (62 erkek ve 45 kadın; ortalama yaş, 63,7±14,8) değerlendirildi (p=0,005). Sıfır ila elli beş yaş grubunda lenfosit düzeyi aşılılarda 1,4±0,46×109/L, aşısızlarda 0,96±0,5×109/L idi. Fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,05). Tüm yaş gruplarında (0–55 ve 55 yaş üstü) aşılanmamış hastalarda laktat dehidrojenaz (LDH) değeri daha yüksek bulundu (p=0,04). Lojistik regresyon analizi kullanılarak, LDH’nin 0–55 yaş aralığında aşılanmamış hastalarda yoğun bakım ünitesine (YBÜ) yatış için öngörücü bir faktör olduğu gösterildi. Tüm yaş gruplarında LDH artışının yoğun bakıma yatış riskini 1,004 kat artırdığı belirlendi.
Sonuç: Çalışmamızda COVID-19 aşısının her yaştan insanda LDH’nin yanı sıra 55 yaş altı kişilerde COVID-19’un neden olduğu lenfopeniye karşı etkili olduğu izlenmiştir. Yüksek LDH düzeyinin daha fazla YBÜ desteği, mortalite ve komplikasyon riski ile ilişkili olduğu düşünüldüğünde, aşılama durumunun LDH üzerindeki etkisi önem teşkil edebilir.
Aim: Coronavirus disease 2019 (COVID-19) vaccines have been proven beneficial in preventing hospitalization, serious illness, and death. However, whether immunization affects biochemical and inflammatory markers, prognostic factors in hospitalization remain unknown. The effects of vaccination status on blood biochemistry and inflammatory markers were investigated in our study of patients hospitalized with COVID-19.
Material and Method: A total of 107 patients comprising 67 unvaccinated and 40 vaccinated individuals who were hospitalized for COVID-19 from two different centers between November 1, 2021, and January 1, 2021, were included in our study. The patients’ demographics, comorbidities, and biochemical and inflammatory markers were recorded during hospitalization.
Results: We identified 107 patients (62 men and 45 women; mean age, 63.7±14.8 years), with a mean age of 68.6±12.2 (37–89) and 60.7±15.5 (27–88) for the vaccinated and unvaccinated groups (p=0.005), respectively. Lymphocyte level in the 0–55 age group was 1.4±0.46×109/L in vaccinated patients and 0.96±0.5×109/L in unvaccinated patients. The difference was statistically significant (p=0.05). The lactate dehydrogenase (LDH) value was higher in the unvaccinated patients in all age groups (0–55 and over 55 years old) (p=0.04). Using logistic regression analysis, LDH was demonstrated to be a predictive factor for admission to the intensive care unit (ICU) in the 0–55 age range of unvaccinated patients. It was determined that the increase in LDH in all age groups elevates the ICU admission risk by 1.004 times.
Conclusion: Our study showed that COVID-19 vaccination is effective against lymphopenia induced by COVID-19 in people under 55 and LDH in people of all ages. The impact of vaccination status on LDH may be meaningful, considering that elevated LDH has been associated with a higher risk of ICU support, mortality, and complications.

10.
Retrograd İntrarenal Cerrahinin Başarısı ve Güvenliği Böbrek Taşlarının Opaklık Durumuyla İlişkili midir? Kritik Bir Değerlendirme
Is the Success and Safety of Retrograde Intrarenal Surgery Related to the Opacity Status of Kidney Stones? A Critical Evaluation
Ümit Yıldırım, Mehmet Ezer, Mehmet Uslu, Rasim Güzel, Kemal Sarıca
doi: 10.5505/kjms.2023.59837  Sayfalar 160 - 165
Amaç: Bu çalışmada, böbrek taşlarının opasite durumunun, retrograd intrarenal cerrahi (RIRS) sırasında ve sonrasında gözlenen başarı ve komplikasyon oranları konusundaki potansiyel etkisi araştırıldı.
Materyal ve Metot: Çalışmamızda Şubat 2014-Nisan 2022 tarihleri arasında böbrek taşı nedeniyle fleksibl üreteroskopi yapılan 642 hastanın verileri incelendi. Tüm hastalarda, preoperatif olarak toplayıcı sistemin anatomisini ve böbrek taşının yapısını değerlendirmek amaçlı kontrastsız bilgisayarlı tomografi ve böbrek-üreter-mesane grafisi uygulandı (KUB). Preoparatif dğerlendirmedeki KUB görüntüsü baz alınarak yapılan opasite değerlendirmesine göre hastalar opak ve non-opak olamak üzere iki gruba ayrıldı. Üç yüz elli dokuz hastada radyoopak taş bulunurken, 283 hastada non-opak taş saptandı. Her iki grup, belirli preoperatif veriler, postoperatif sonuçlar ve komplikasyonlar açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Non-opak taşlı olgular American Society of Anesthesiologists (ASA) skoru, Charlson Komorbidite İndeksi, diabetes mellitus tanısı ve vücut kitle endeksi açısından diğer grubun önündeydi. Ameliyat sonrası 3. ayda her iki grup taşsızlık açısından anlamlı bir fark göstermedi (%72,1’e karşı %75,3, p=0,212). Opak olmayan taş grubu ortalama yaş komorbiditeler açısından anlamlı olarak daha önde olmasına rağmen, postoperatif enfeksiyöz komplikasyonlar ve hastanede kalış süreleri her iki grupta da benzerdi.
Sonuç: Sonuçlarımız, böbrek taşlarının opasite durumuna bakılmaksızın RIRS’nin başarılı sonuçlarla uygulanabileceğini gösterdi.
Aim: This present study aimed to investigate the possible effect of the opacity status of kidney stones on the success and complication rates observed during and after retrograde intrarenal surgery (RIRS).
Material and Method: This study analyzed the data of 642 kidney stone cases who underwent flexible ureteroscopy between February 2014 and April 2022. In all patients, non-contrast computed tomography and kidney-ureter-bladder (KUB) radiography were performed preoperatively to evaluate the anatomy of the collecting system and the structure of the kidney stone. The patients were divided into two groups as opaque and non-opaque according to the opacity evaluation based on the preoperative KUB image. While 359 patients had radiopaque stones, 283 patients had non-opaque stones. Both groups were compared in terms of certain preoperative data, postoperative outcomes, and complications.
Results: Cases with non-opaque stones were ahead of the other group in terms of the American Society of Anaesthesiologists (ASA) score, diagnosed diabetes mellitus, Charlson Comorbidity Index, and body mass index. In the third postoperative month, there was no statistically significant difference between the two groups in terms of stone-free status (72.1% vs 75.3%, p=0.212). Postoperative infective complications and hospital stays were comparable across the two groups, despite the non-opaque stone group being substantially older and farther along in terms of comorbidities.
Conclusion: This study’s results showed that RIRS could be applied with successful outcomes regardless of the opacity status of renal stones.

11.
ST-Segment Yükselmeli Miyokard İnfarktüslü Hastalarda Serum Albümin/Kreatinin Oranı ile Uzun Dönem Mortalite Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi
Assessment of the Relationship Between Serum Albumin to Creatinine Ratio and Long-Term Mortality in Patients with ST-Segment Elevation Myocardial Infarction
İnanç Artaç, Timor Omar, Muammer Karakayalı, Doğan Iliş, Öztürk Demir, Mehmet Hakan Şahin, Yavuz Karabağ, İbrahim Rencüzoğulları
doi: 10.5505/kjms.2023.04207  Sayfalar 166 - 172
Amaç: Son yıllarda artan sayıda kanıtlara dayanarak enflamasyonun ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüsünün (STEMI) patofizyolojisinde önemli bir rol oynadığını gözlenmiştir. ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüsü prognozunda enflamatuvar belirteçler ile böbrek fonksiyonları arasındaki ilişki daha önce bildirilmiştir. Prognostik bir skor olarak tanımlanan serum albüminin kreatinin oranının (sACR) STEMI yaşayan hastalarda uzun vadeli mortaliteyi tahmin etme yeteneğini araştıran hiçbir çalışma yoktur. Bu çalışmada sACR, STEMI hastalarında prognostik önemi incelenmiştir.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif tasarımlı çalışma, STEMI nedeniyle başvuran 1133 hastayı içermektedir. Çalışma popülasyonu, sağkalıma göre iki gruba ayrıldı ve sACR’nin uzun vadeli mortalitenin bağımsız bir göstergesi olup olmadığı analiz edildi.
Bulgular: Ortalama 55 aylık takipte, 1133 hastanın 112’sinde (%9) ölüm görüldü. Toplam takip süresi boyunca hastalar sağkalımlarına göre iki gruba ayrıldı. Sağkalım grubu ile karşılaştırıldığında, uzun dönem mortalite grubu daha yaşlıydı, SYNTAX skoru daha yüksek ve sACR daha düşüktü (p<0,05). Uzun vadeli mortalitenin bağımsız belirteçleri yaş, sigara, LVEF ve sACR olarak bulundu (HR: 0,627 %95 CI: 0,533–0,737; p<0,001). Uzun vadeli mortalite için ROC eğrisi karşılaştırmaları, sACR’nin hem albümin hem de kreatinin ayrı ayrı daha iyi bir belirleyici olduğunu gösterdi.
Sonuç: Bu çalışma, sACR’nin STEMI yaşayan hastalarda uzun vadeli mortalitenin bağımsız bir belirleyicisi olduğunu ortaya koydu. Kolaylıkla elde edilebilen ve hesaplanabilen bir belirteç olan sACR, STEMI’nin prognoz tahmininde kullanılan etkili bir parametre olabilir.
Aim: In recent years, an increasing number of evidence suggests that the inflammation plays a significant role in the pathophysiology of ST-segment elevation myocardial infarction (STEMI). The association between inflammatory markers and renal functions in STEMI prognosis has been previously reported. No studies have investigated the ability of the serum albumin to creatinine ratio (sACR), defined as a prognostic score, to predict long term mortality in patients experiencing STEMI.
Material and Method: This retrospective study included 1133 patients experiencing STEMI. The study population was divided into two groups according to survival and analyzed whether the sACR was an independent predictor of long-term mortality.
Results: Out of 1133 patients, death was observed in 112 patients (9%) an average follow-up of 55 months. During the total follow-up period, patients were divided into two groups according to survival. Compared to the survival group, long-term mortality group was older, had a higher SYNTAX score and a lower sACR (p<0.05). Independent predictors of long-term mortality were found to be age, smoking, LVEF, and sACR (HR: 0.627 95% CI: 0.533–0.737; p<0.001). Receiver operating characteristic (ROC) curve comparisons for long-term mortality demonstrated that the sACR was a better predictor than both albumin and creatinine, separately.
Conclusion: The present study revealed that sACR is an independent predictor of long-term mortality in patients experiencing STEMI. As a marker which can be easily obtained and calculated, sACR can be an effective parameter used for prognosis estimation of STEMI.

12.
Beyaz Kan Hücresi Sayısı/Ortalama Trombosit Hacmi Oranın ST-Segmenti Yükselmeli Miyokard Enfarktüslü Hastalarda SYNTAX Skoru ile İlişkisi
The White Blood Cell Count to Mean Platelet Volume Ratio (WMR) is Associated With Syntax Score in Patients With ST-Segment Elevation Myocardial Infarction
Muammer Karakayalı, Timor Omar, Inanç Artaç, Ibrahim Rencüzoğulları, Yavuz Karabağ, Şerif Hamideyin, Mehmet Altunova
doi: 10.5505/kjms.2023.98512  Sayfalar 173 - 178
Amaç: ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüsü (STEMI) dünya çapında en yaygın ölüm nedenlerindendir. Syntax skoru gibi skorlama sistemleri, bu hastalarda risk sınıflandırmasında önemli bir rol oynar. Ayrıca, basit ve kolay uygulanabilir bir belirteç olarak, riskli hastaların belirlenmesinde hayati bir rol oynayabilecek beyaz kan hücresi sayısının ortalama trombosit hacmine oranı (WMR), aterosklerotik hastalıkta enflamasyonun bir göstergesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu çalışmada, STEMI hastalarında WMR’nin Syntax skoru için prediktif rolünü araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metot: ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüsü tanısı ile hastaneye yatırılan 335 hastanın demografik özellikleri, komorbiditeleri ve laboratuvar sonuçları incelendi. Çalışma popülasyonu, çalışma popülasyonunun syntax skor medyanına (Syntax skor medyan= 19) göre iki gruba ayrıldı. Bulgular Syntax skoru <19 ve Syntax skoru ≥19 olan gruplar arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Beyaz kan hücresi sayısının ortalama trombosit hacmine oranı ile Syntax skoru arasındaki Pearson korelasyon değeri 0,415 (p<0,001) bulundu. Yüz altmış dört hasta Syntax skoru <19 grubuna, 171 hasta Syntax skoru ≥19 grubuna ayrıldı. Beyaz kan hücresi sayısının ortalama trombosit hacmine oranı, Syntax skoru ≥19 olan grupta Syntax skoru <19 olan gruptan anlamlı olarak daha yüksekti [ortanca (IQR), 1,56 (1,28–1,81) ve 1,32 (1,16–1,5), p<0,001]. Beyaz kan hücresi sayısının ortalama trombosit hacmine oranı, çok değişkenli analize göre bağımsız bir belirleyiciydi [Odds oranı (%95 GA), 1,26 (1,08–1,47), p=0,002].
Sonuç: ST-segment yükselmeli miyokard enfarktüsü hastalarında WMR, yüksek syntax skoru ile anlamlı şekilde ilişkilidir. Erken risk sınıflandırması ve optimize edilmiş yaklaşım için destekleyici veriler sağlayabilir. Sonuç olarak, bu hastalarda kötü bir sonlanımdan kaçınmak için terapötik yöntemler iyi planlanabilir.
Background: ST-segment elevation myocardial infarction (STEMI) is the most common reason for mortality worldwide. Scoring systems such as Syntax score plays a significant role in risk stratification in these patients. Besides, as a simple and easily applicable marker, white blood cell count to mean platelet volume ratio (WMR), which could play a vital role in identifying risky patients, has emerged as an indicator of inflammation in atherosclerotic disease. In the current study, we aimed to investigate the predictive role of WMR for Syntax score in patients with STEMI.
Material and Method: Demographics, comorbidities, and laboratory results on the admission of hospitalized 335 patients with STEMI were analyzed. The study population was divided into two groups according to the syntax score median of the study population (Syntax score median=19). Findings were compared between Syntax score <19 and Syntax score ≥19 groups.
Results: The Pearson correlation value between WMR and Syntax score was 0.415 (p<0.001). One hundred and sixty four patients were assigned to the Syntax score <19 group, 171 patients were designated as Syntax score ≥19 group. White blood cell count to mean platelet volume ratio was significantly higher in the Syntax score ≥19 group than the Syntax score <19 group [median (IQR), 1.56 (1.28–1.81) vs 1.32 (1.16–1.5), p<0.001]. White blood cell count to mean platelet volume ratio was an independent predictor according to multivariate analysis [Odds ratio (95% CI), 1.26 (1.08–1.47), p=0.002].
Conclusion: In patients with STEMI, WMR is significantly correlated with high syntax score. It could provide supportive data for early risk stratification and optimized approach. Consequently, therapeutic methods may be wellplanned to avoid a poor outcome in these patients.

13.
Bipolar Bozukluk Tanılı Hastalarda Biyokimyasal Parametreler ile EKG’de Ventriküler Repolarizasyon Markırları ve Fragmente QRS
Evaluation of Ventricular Repolarization Markers and Fragmented QRS in Patients with Bipolar Disorder
ibrahim Yağcı, Ali Inaltekin, Muammer Karakayalı
doi: 10.5505/kjms.2023.34538  Sayfalar 179 - 184
Amaç: Bipolar bozukluk (BB) kronik psikiyatrik hastalıklardandır. Bipolar bozukluk tanılı hastalarda kardiyovasküler hastalıkların iki kat daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. Fragmente QRS (fQRS) miyokardiyal skar ile ilişkili bulunmuş ayrıca aritmi ve mortalite belirteci olarak kullanılmaktadır. Ventriküler repolarizasyon (VR) sıklıkla QT aralığı ve T dalga ölçüm verileri kullanılarak değerlendirilir. Bipolar bozukluk tanısı olan olguların kan biyokimya parametre sonuçları ile birlikte fQRS, QTc aralığını, QT dispersiyonu (QTd), Tp-e aralığını, Tp-e/QT oranı sonuçları ile VR’u değerlendirmek çalışmamızda amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Araştırmamız Bipolar bozukluk tanısı olan 51 kişi ve kontrol grubu olarak sağlıklı 52 kişi ile yapılmıştır. fQRS, QTc aralığı, QT dispersiyonu (QTd), Tp-e aralığı, Tp-e/QT oranı 12 derivasyonlu elektrokardiyografisi (EKG) kullanılarak ölçüldü. EKG’den elde edilen verilerin sonuçları ile kan biyokimya parametre düzeyleri sağlıklı ve hasta grubundaki olguları karşılaştırmak için kullanılmıştır.
Bulgular: Bipolar bozukluk tanısı olan olgularda Tp-e aralığı (p=0,018) ile Tpe/QT oranı (p=0,036) kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı olarak daha yüksek, total kolesterol düzeyi (p=0,006) ise daha düşük bulunmuştur.
Sonuç: Artmış Tpe/QT oranı, uzamış Tp-e aralığı ile birlikte fQRS BB tanısı olan bireylerde ventriküler aritmi riskinin faydalı bir belirteci olabilir.
Aim: Bipolar disorder (BD) is one of the chronic psychiatric diseases. It has been reported that cardiovascular diseases are seen twice as often in patients with BD. Fragmented QRS (fQRS) has been found to be associated with myocardial scarring and is used as a marker of arrhythmia and mortality. Ventricular repolarization (VR) is often evaluated using QT interval and T wave measurement data. In our study, we aimed to evaluate fQRS, QTc interval, QT dispersion (QTd), Tp-e interval, Tp-e/QT ratio results and VR, together with blood biochemistry parameter results of cases with BD.
Material and Method: Our research was conducted with 51 people diagnosed with bipolar disorder and 52 healthy people as the control group. fQRS, QTc interval, QT dispersion (QTd), Tp-e interval, Tp-e/QT ratio were measured using 12-lead electrocardiography (ECG). The results of the data obtained from ECG and blood biochemistry parameter levels were used to compare the healthy and patient groups.
Results: Tp-e interval (p=0.018) and Tpe/QT ratio (p=0.036) were found to be statistically significantly higher and total cholesterol level (p=0.006) lower in patients with bipolar disorder compared to the control group.
Conclusion: An increased Tpe/QT ratio, along with a prolonged Tp-e interval, may be a useful marker of ventricular arrhythmia risk in individuals with fQRS BD.

14.
Antisosyal Kişilik Bozukluğunda Psikolojik Acı ve Stresle Başa Çıkma Yöntemleri
Methods of Coping With Psychological Pain and Stress in Antisocial Personality Disorder
Burcu Sırlıer Emir, Sevler Yıldız, Aslı Kazğan Kılıçaslan, Şeyma Sehlikoğlu, Osman Kurt, Kerim Uğur
doi: 10.5505/kjms.2023.67760  Sayfalar 185 - 191
Amaç: Antisosyal Kişilik Bozukluğu (ASKB), kişinin davranış ve dürtülerini kontrol etmekte zorlandığı hem kendisine hem çevresine zarar verdiği bir kişilik bozukluğudur. Yaptığımız çalışmada ASKB tanılı kişilerde yaşadıkları psikolojik acıyı, bununla mücadele için kullandıkları stresle başa çıkabilme yöntemlerini incelemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Çalışmaya 40 hasta ve 40 sağlıklı kontrol grubu dâhil edildi. Katılımcılara Sosyodemografik Veri Formu, Beck Depresyon Ölçeği (BDÖ), Beck İntihar Düşüncesi Ölçeği (BİDÖ), Psikolojik Acı Ölçeği (PAÖ), Stresle Başa Çıkma Tarzları ölçeği (SBÇTÖ) uygulandı.
Bulgular: Hasta grubunda bulunanların BDÖ (p=0,037), BİDÖ (p=0,009), PAÖ (p=0,008) ve SBÇTÖ-çaresiz yaklaşım (p=0,01) puanı kontrol grubunun puanından anlamlı şekilde yüksek; SBÇTÖkendine güvenli yaklaşım (p=0,001) ve SBÇTÖ-sosyal destek arama (p<0,001) puanı ise kontrol grubunun puanlarından anlamlı şekilde düşük bulunmuştur. Hasta grubunda bulunanlarda BDÖ ile BİDÖ, PAÖ ve SBÇTÖ-iyimser yaklaşım arasında pozitif yönde; BDÖ ile SBÇTÖ-kendine güvenli yaklaşım ve SBÇTÖ-sosyal destek arama arasında ise negatif yönde anlamlı bir korelasyon görülmüştür.
Sonuç: Yaptığımız çalışmada ASKB tanılı kişilerde depresyon, intihar ve psikolojik acının kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek bulunmuş ve etkin olmayan başa çıkma stratejilerini kullandıkları tespit edilmiştir. Psikolojik acının, intihar düşüncesi, depresyonun belirlenmesi, etkin başa çıkma stratejilerini kullanmaları için destek verilmesi gibi tedavisine yönelik erken müdahalelerin, ASKB’de kendine ve çevreye zarar verici davranışlarının veya intiharların önlemesinde etkin olabileceği bu nedenle hastalığın gidişatını değiştirebileceğini düşünmekteyiz.
Aim: Antisocial Personality Disorder (ASPD) is a personality disorder in which the person has difficulty controlling his behaviors and impulses, harming both himself and his environment. In our study, we aimed to examine the psychological pain experienced by people with ASPD and the methods of coping with the stress they use to combat it.
Material and Method: Forty patients and 40 healthy control groups were included in the study. Sociodemographic Data Form, Beck Depression Scale (BDI), Beck Suicide Scale (BSS), Psychache Scale (PS), and Styles of Coping with Stress (SCSS) were administered to the participants.
Results: The BDI (p=0.037), BSS (p=0.009), PS (p=0.008) and SCSS-helpless approach (p=0.01) scores of the patients in the patient group were significantly higher than the scores of the control group. On the other hand, the scores of SCSS-self-confident approach (p=0.001) and SCSS-searching for social support (p<0.001) were found to be significantly lower than the scores of the control group. In the patient group, there was a positive correlation between BDI and BSS, PS and SCSS-optimistic approach. On the other hand, there was a significant negative correlation between BDI and SCSS-self-confident approach and SCSS-seeking social support
Conclusion: In our study, depression, suicide, and psychological pain were found to be significantly higher in people with ASPD compared to the control group, and it was determined that they used ineffective coping strategies. We think that early interventions for the treatment of psychological pain, such as suicidal ideation, determination of depression, and providing support for using effective coping strategies, may be effective in preventing self-destructive behaviors or suicides in ASPD, and therefore may change the course of the disease.

15.
Parankim Kalınlığın Perkütan Nefrolitotomi Esnasındaki Kanama Miktarını Predikte Etmekteki Yeri
The Role of Parenchymal Thickness in Predicting the Amount of Bleeding During Percutaneous Nephrolithotomy
Mehmet Uslu, Ümit Yıldırım, Mehmet Ezer, İsmet Bilger Erihan, Bumin Örs
doi: 10.5505/kjms.2023.55088  Sayfalar 192 - 196
Amaç: İki santimetre ve üzerindeki ve kompleks böbrek taşlarının tedavisinde perkütan nefrolitotomi (PNL) ilk sırada önerilen tedavi seçeneğidir. Perkütan nefrolitotomi sırasında en sık karşılaşılan komplikasyonlardan biri de kanamadır. Kanamaların çoğu konservatif yaklaşımlarla kontrol altına alınmaktadır. Çalışmamızın amacı PNL ameliyatına bağlı kanama olasılığını tahmin etmek, parankim kalınlığının kanamaya olası etkisini saptamaktır.
Materyal ve Metot: Kliniğimizde Mayıs 2016 – Mayıs 2022 tarihleri arasında böbrek taşı tedavisi için PNL yapılan hastaların sonuçları retrospektif bir veri analizine tabi tutuldu. Hastaların demografik verileri, taşların özellikleri, ameliyat süresi, akses tekniği, preoperatif ve postoperatif hemogram değerleri, transfüzyon yapılıp yapılmadığı, böbrek parankim kalınlıkları kayıt altına alındı.
Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen 181 hastanın 127’ü erkek, 54’i kadın ve yaş ortalaması 45,22 (±14) olarak tespit edildi. Hastaların Charlson Comorbidity Index ortalaması 0,93(±0–5) bulundu. Yetmiş beş hastaya sağ, 106 hastaya sol PNL ameliyatı yapıldı. Ortalama taş boyutu 26,16 mm (±9,9), taş yüzey alanı 343,14 mm² (±81– 1507), taş dansitesi 1115,52 HU (±390,52) olarak ölçüldü. Taşların %27,1’si non-opaktı. Parankim kalınlıkları ortalaması 18,82 mm (±4,68) ölçüldü. Kan transfüzyonu yapılan hastalar çalışma dışında bırakıldı. Tüm kanamalar konservatif olarak kontrol altına alınırken, embolizasyon ve nefrektomiye gerek duyulmadı. Hemoglobin düşüşü ortalama 2,02 g/dl (0–4,4)’di. Dört hastada ise postoperatif ateş gözlendi. Gruplar arasında Spearman’s korelasyon testi yapıldığında parankim kalınlığı ile hemoglobin düşüşü arasında orta düzeyde (p<0,01), taş yüzey alanıyla hemoglobin düşüşü arasında zayıf düzeyde (p<0,05) korelasyon gözlenmiştir.
Sonuç: Sonuç olarak parankim kalınlığı cerrahlara ameliyat öncesinde kanamayı tahmin etme ve kan gereksinimini planlamada rehberlik edebilir.
Aim: Percutaneous nephrolithotomy (PCNL) is the approved firstline treatment for complicated kidney stones larger than 2 cm. One of the most prevalent problems during PCNL is bleeding. The majority of bleeding is managed with conservative methods. This study aims to investigate the potential effect of parencyhmal thickness on the likelihood of bleeding during PCNL surgery.
Material and Method: The results of patients who underwent PCNL to treat kidney stones in our clinic between May 2016 and May 2022 were subjected to a retrospective data analysis. Demographic data of patients, characteristics of stones, operation time, access technique, pre-and postoperative hemogram values, transfusion, and renal parenchyma thickness were recorded.
Results: Of the 181 patients included in the study, 127 were male, 54 were female, and the mean age was 45.22 (±14). The mean Charlson Comorbidity Index of the patients was found to be 0.93 (0–5). Right PCNL was performed in 75 patients, and left PCNL in 106 patients. The mean stone size was 26.16 mm (±9.9), stone surface area was 343.14 mm² (±81 - 1507), and the stone density was 1115.52 HU (±390.52). 27.1% of the stones were non-opaque. The average parenchymal thickness was measured at 18.82 mm (±4.68). Patients who received blood transfusion were excluded from the study. While all bleedings were managed conservatively, embolization and nephrectomy were not required. The mean decrease in hemoglobin was 2.02 g/dl (0–4.4). Four patients exhibited a postoperative fever. When Spearman’s correlation test was performed between the groups, a moderate correlation was observed between parenchymal thickness and hemoglobin decrease (p<0.01), and a weak correlation between stone surface area and hemoglobin decrease (p<0.05).
Conclusion: As a result, the parenchymal thickness can guide surgeons in estimating bleeding and planning blood requirements before surgery.

16.
Karbapenem Dirençli Acinetobacter baumannii Enfeksiyonlarının Moleküler Epidemiyolojisinin Çok Merkezli Araştırması
Multicenter Research of the Molecular Epidemiology of Carbapenem-Resistant Acinetobacter baumannii Infections
Ayşe Karacalı Tunç, Togrul Nagiyev, Tülay Kandemir, Melda Meral Ocal, Fatih Köksal
doi: 10.5505/kjms.2023.10692  Sayfalar 197 - 205
Amaç: Acinetobacter baumannii, antibiyotik direnci giderek artan ve tüm dünyada endişe yaratan önemli bir patojendir. Türkiye’nin yedi farklı merkezinden temin edilen çoklu ilaca dirençli A.baumannii izolatları arasındaki epidemiyolojik verileri ve moleküler farklılıkları sağlamayı amaçladık.
Materyal ve Metot: Yüz altmış altı çoklu ilaca dirençli A.baumannii suşu çalışmaya dâhil edildi. Tüm izolatlar EUCAST kriterlerine göre antibiyotik duyarlılığı açısından test edildi. Karbapenem dirençli A.baumannii izolatlarının moleküler olarak doğrulanması amacıyla polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) yöntemi ile spesifik blaOXA-51 benzeri gen bölgesi saptanmıştır. Çoklu ilaca dirençli izolatlar arasındaki olası filogenetik ilişki, Pulsed-field jel elektroforez (PFGE) yöntemi kullanılarak araştırıldı.
Bulgular: 166 karbapenem dirençli A.baumannii suşu, CHEF-DRII elektroforez sistemi kullanılarak ApaI-PFGE yöntemi ile değerlendirildi. Toplam 51 küme 142 pulsotipte gruplandı. Yirmi kümenin tek üyeleri vardı. Otuz bir küme birden fazla üyeye sahipti ve A, B, … ve Z26 gibi alfabenin büyük harfleriyle tanımlanıyordu. Kırk PFGE profilinin %100 ilişkili olduğu görüldü.
Tartışma: Hasta sayısı fazla olan illerde daha yoğun bulaşma söz konusudur. Yedi farklı merkezden dördünde örnek sayısı, antibiyotik direnci ve klonal ilişki açısından diğer üç merkeze göre daha masum sonuçlar elde edildi. Ancak bunun nedeni nüfusun az olması ve sağlık hizmetlerinin yetersiz olması olabilir. Bölgesel ya da çok merkezli çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu nedenle daha fazla merkezi ve daha geniş popülasyonları içeren çalışmalara ihtiyaç vardır. Sonuç olarak bu çalışmanın sınır bölge olarak ileride yapılacak çalışmalara ışık tutacağı ve iyi bir literatür oluşturacağı kanaatindeyiz.
Aim: Acinetobacter baumannii is an important pathogen causing concern worldwide with increasing antibiotic resistance. We aimed to provide epidemiological data and molecular differences between multidrug resistant A.baumannii isolates obtained from 7 different centers in Türkiye.
Material and Method: One hundred sixty-six multidrug-resistant A.baumannii strains were included in the study. All the isolates were tested for antibiotic susceptibility according to EUCAST criteria. To molecularly confirm the carbapenem-resistant A.baumannii isolates, the specific blaOXA-51-like gene region was detected by polymerase chain reaction (PCR) method. A possible phylogenetic relationship between multi-drug resistant isolates was investigated using Pulsed-field Gel Electrophoresis method.
Results: One hundred sixty-six carbapenem-resistant A.baumannii strains were evaluated by the ApaI-PFGE (Pulsed-field gel electrophoresis –PFGE) method using the CHEF-DRII electrophoresis system. A total of 51 clusters were grouped into 142 pulsotypes. Twenty clusters had single members. Thirty-one clusters had multiple members and were identified with the capital letters of the alphabet such as A, B, …, and Z26. It was observed that 40 PFGE profiles showed 100% related.
Conclusion: More intense contamination is in question in the provinces with many patients. In four of the seven different centers, more innocent results were obtained in terms of the number of samples, antibiotic resistance and clonal relationship when compared to the other three centers. However, this may be caused by the low population zone and inadequate health services. Regional or multicenter studies are minimal. Thus, further studies involving more centers and larger populations are needed. Consequently, the present study will shed light on future studies and create thriving literature on border regions.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
17.
Genç Hastada Gizlenen Klinik Vaka İskemik İnme
Clinical Case Hidden in Young Patient is Ischemic Stroke
Mustafa Alpaslan
doi: 10.5505/kjms.2023.48265  Sayfalar 206 - 208
İnme, erken teşhis konulamadığı durumda ciddi sekel bırakabilen ve ölümcül olabilen bir hastalıktır. En çok ileri yaşlarda görülürken nadir de olsa genç yaş grubunda da görülmektedir. Yirmi üç yaşında erkek hasta ani gelişen nörolojik semptomlarla acil servise başvurmuştur. Hastanın genç olması ve klinik bulgularının iyi olması iskemik inme olma ihtimalini düşündürmemiştir. Ancak hastanın ikinci başvurusu sonrasında detaylı inceleme yapıldığında beyin MR görüntülemesi yapılmış ve beyinde iskemik enfarkt alanları tespit edilmiştir. Hastada etiyolojik değerlendirme amacıyla detaylı olarak yapılan incelemelerde herhangi bir patolojik sonuç ortaya çıkmamıştır. Hasta daha detaylı inceleme amacıyla üst merkeze yönlendirilmiştir. Nörolojik semptomu olan tüm hastalarda yaş farkı gözetmeksizin iskemik inme olabileceği mutlaka düşünülmelidir.
Stroke is a disease that can lead to severe sequelae and be fatal if not diagnosed early. While it is mainly seen in the older age group, it is rarely seen in the younger age group. A 23-year-old male patient presented to the emergency department with sudden onset of neurological symptoms. The fact that the patient was young and had promising clinical findings did not suggest the possibility of ischemic stroke in the first place. However, MRI imaging of the patient detected ischemic infarct areas in the brain. Various procedures were performed to investigate the etiological cause in the patient, but no pathological results were found. It was directed to the upper center for a more detailed examination. Early diagnosis of patients is crucial. An ischemic stroke should be considered in all patients with particular neurological symptoms, regardless of age.

DERLEME
18.
Göz Cerrahisinde Rejyonal Anestezi
Regional Anesthesia in Ophthalmic Surgery
Ahmet Şen, Tuğçehan Sezer Akman
doi: 10.5505/kjms.2023.23427  Sayfalar 209 - 214
Oftalmik cerrahide kullanılan birçok anestezi tekniği vardır. Uygulanacak tekniğin seçiminde her hasta için bireysel özellikler, anestezik ve cerrahi hedefler göz önünde bulundurulmalıdır. Rejyonal teknikler komplikasyon oranlarının düşük olması ve avantajları nedeniyle genel anesteziye tercih edilmektedir. Bununla birlikte, nispeten nadir olmakla birlikte, rejyonal tekniklerin de hayatı tehdit eden komplikasyonları olabilir. Göz doktorları ve anestezistler, orbital rejyonal anestezi tekniğinin neden olabileceği nadir ancak ciddi komplikasyonlarla başa çıkmak için hazırlıklı olmalıdır. Bu çalışmanın amacı göz ameliyatlarında kullanılan rejyonel anestezi teknikleri ve oluşabilecek komplikasyonları ortaya çıkarmaktır.
There are many anesthesia techniques for use in ophthalmic surgery. In selecting the technique to be applied, individual characteristics and anesthetic and surgical targets should all be considered for each patient. Regional techniques are preferred over general anesthesia due to their low complication rate and advantages. However, although it is relatively rare, regional techniques can also have life-threatening complications. Ophthalmologists and anesthesiologists should be prepared to handle the rare yet severe complications that the orbital regional anesthesia technique may cause. This study aims to uncover the regional anesthesia techniques used in ophthalmic surgeries and the complications that may arise.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git