Cilt: 10 Sayı: 1 - Nisan 2020 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
TAM DERGI | |
1. | Tam Dergi Full Issue Sayfalar I - II |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Kifoplasti ve Vertebroplasti Operasyonlarının Klinik ve Radyolojik Olarak Değerlendirilmesi Clinical and Radiological Evaluation of Kyphoplasty and Vertebroplasty Operations Ümit Ali Malçok, Özbey Şafak, Tarık Akman, Adem Bozkurt Arasdoi: 10.5505/kjms.2020.27676 Sayfalar 1 - 7 Amaç: Omurga fraktürlerinin tedavisinde hedef anatomik redüksiyon sağlamak, spinal deformiteyi önlemek, ağrıyı azaltmak, vertebra yüksekliğini yeniden oluşturmak ve erken mobilizasyon ile hastanın günlük aktivitelerine erken geri dönmesini sağlamaktır. Bu çalışma ile osteoporoz veya tümöre bağlı olarak vertebra korpus fraktürü gelişmiş hastalara uygulanan perkütan vertebroplasti (PVP) veya perkütan balon kifoplasti (PBKP) sonrası ortaya çıkan klinik ve radyolojik sonuçları operasyon öncesi ve sonrası değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve Metot: Tek seviye vertebra korpus fraktürü olan 65 olguya, (44’u kadın %67,7, 21’i erkek %32,3), PVP ve PBKP işlemi uygulandı. Vakalar radyolojik olarak Magnetik Rezonans Görüntüleme, Bilgisayarlı Tomografi ve X-ray radyografi ile operasyon öncesi ve sonrası olarak değerlendirildi. Radyolojik değerlendirmede vertebra yükseklikleri ve Cobb açıları ölçüldü. Ağrıdaki değişimlerin izlenmesinde Visual Analog Skala (VAS) kullanıldı. Bulgular: Vakaların başlıca semptomu “ağrı” olup, PVP ve PBKP ile ortalama VAS skorları 7,9’dan 2’ye geriledi (p<0,05). Vertebra korpus açısındaki ortalama düzelme 2,2 derece olarak ölçüldü. Ön, orta ve arka vertebra korpus yüksekliklerinde anlamlı derecede artış olduğu görüldü (p=0,0001). Sonuç: Osteoporoz ve tümöre bağlı gelişen vertebra korpus fraktürlerinde uygulanan PVP veya PBKP operasyonu ağrının azaltılmasında, vertebra korpus yüksekliğinin arttırılmasında ve Cobb açı düzeltilmesinde güvenilir ve etkili bir tedavi şeklidir. Verilen PMMA miktarının arttırılması; VAS değerinin azalmasına, Cobb açısının düzelmesine ve vertebra korpus yüksekliğinin artışına anlamlı katkı sağlamadı. Aim: The goal of treatment of spinal fractures is to provide anatomical reduction, prevention of spinal deformity, pain relief, reconstruction of the height of the spinal column, and early mobilization to return to the patient’s daily activities. We aimed to evaluate the preoperative and postoperative clinical and radiological results of percutaneous vertebroplasty and percutaneous balloon kyphoplasty in patients with osteoporosis or tumor-induced vertebral fractures. Material and Method: Percutaneous vertebroplasty and percutaneous balloon kyphoplasty were performed 44 female (67.7%) and 21 males (32.3%) of the 65 patients with single-level vertebra fracture. The cases were evaluated radiologically by Magnetic Resonance Image, Computerized Tomography, and X-ray preoperatively and postoperatively. Visual Analog Scale (VAS) was evaluated the pain before and after the operation. Results: The main symptom of the cases was pain, and the mean VAS scores decreased from 7,9 to 2 with PVP and PBKP (p <0,05). The mean improvement rate of the vertebral corpus was measured as 2.2 degrees. There was a significant increase in the anterior, middle, and posterior vertebra corpus heights (p=0.0001). Conclusion: In patients with osteoporosis and tumor-related vertebral corpus fractures, PVP or PBKP operation is a reliable and effective treatment for reducing pain, increasing vertebral corpus height, and Cobb angle correction. Increasing the amount of PMMA given; It did not contribute significantly to the decrease of VAS, improvement of Cobb angle, and increase of vertebral corpus height. |
3. | Geç Preterm ve Term Yenidoğanların Klinik Özellikleri: Bir Vaka Kontrol Çalışması Clinical Features of Late-preterm vs. Term Newborns: A Case-control Study Feyza Ustabaş Kahraman, Hüsnü Fahri Ovalı, Züleyha Aysu Saydoi: 10.5505/kjms.2020.24855 Sayfalar 8 - 14 Amaç: Bu çalışmada yenidoğan yoğun bakım ünitesine başvuran erken doğmuş yenidoğanların morbidite ve mortalite oranlarının karşılaştırılması amaçlandı. Materyal ve Metot: Bu çalışmada Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yenidoğan Yoğun Bakım Birimi’ne 01.05.2009 ile 01.05.2010 tarihleri arasında başvuran 250 geç preterm yenidoğan (gebelik yaşı: 34 0/7 – 36 6/7 hafta) ve 250 term yenidoğan (gebelik yaşı: 37–42 hafta) yenidoğan sorunları ve ölüm oranları açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Solunum sıkıntısı, beslenme sorunları, hipoglisemi, hipotermi, nekrotizan enterokolit, sarılık ve sepsis geç preterm yenidoğanlarda term yenidoğanlara göre anlamlı olarak daha sık görülmüştür. Geç pretermlerin %25,2’sinde solunum sıkıntısı görülürken, termlerin yalnızca %7,2’sinde solunum sıkıntısı vardı. Sezaryen doğum, erkek cinsiyeti, gebelik yaşına göre ağır olma durumu ve prematürite solunum sıkıntısı için istatistiksel olarak anlamlı risk faktörleriydi. Geç pretermler, term yenidoğana göre beslenme problemlerinin 2,96 kat, hipogliseminin 1,12 kat ve indirekt hiperbilirubineminin 2,24 kat daha fazla olduğu görülmüştür. Sonuç: Geç preterm yenidoğanların morbidite ve mortalite riskinin term yenidoğanlara göre anlamlı derecede yüksek olduğu sonucuna vardık. Klinisyenlerin bu gerçeğin farkında olarak genellikle term gibi kabul edilen geç preterm yenidoğanların değerlendirilmesi ve takibinin daha dikkatli yapılması gerektiğine inanıyoruz. Aim: This study aimed to compare the morbidity and mortality of preterm and term neonates who were admitted to the neonatal intensive care unit. Material and Method: In this study, we compared the neonatal problems and mortality rates of 250 late-preterm newborns (gestational age: 34 0/7 – 36 6/7 weeks) and 250 term newborns (gestational age: 37–42 weeks) who were admitted to the Neonatal Intensive Care Unit of Zeynep Kamil Women and Children’s Diseases Training and Research Hospital from 01.05.2009 to 01.05.2010. Results: Respiratory distress, feeding problems, hypoglycemia, hypothermia, necrotizing enterocolitis, jaundice, and sepsis were significantly more frequent in late-preterms compared to term newborns. While respiratory distress was observed in 25.2% of late-preterms, only 7.2% of terms had respiratory distress. Cesarean delivery, male gender, LGA status, and late-prematurity were statistically significant risk factors for respiratory distress. The late-preterm newborns were 2.96 times more likely than term newborns to experience feeding problems, 1.12 times more likely to exhibit hypoglycemia, and 2.24 times more likely to have indirect hyperbilirubinemia. Conclusion: We conclude that late-preterm newborns have a significantly higher risk of morbidity and mortality than term newborns. We believe clinicians should be aware of this fact, and the evaluation and follow-up of these newborns, which are usually considered to be ‘term’ for all intents and purposes, should be carried out with greater care. |
4. | Gossypin’in L929 Fibroblast Hücrelerindeki Hidrojen Peroksit Hasarına Karşı Koruyucu Etkilerinin Değerlendirilmesi Evaluation of Protective Effects of Gossypin against Hydrogen Peroxide Damage in L929 Fibroblast Cells İrfan Çınardoi: 10.5505/kjms.2020.06025 Sayfalar 15 - 23 Amaç: Bu çalışmada, fare L929 fibroblast hücrelerinde H2O2 kaynaklı oksidatif stresi önlemede ve yara iyileşme modelinde Gossypin’in kapasitesini değerlendirdik. Materyal ve Metot: Gossypin’in (5–200 μg/mL) ve H2O2’nin (0,3–0,9 mM) in-vitro yara iyileşme aktivitesi, hücre canlılığı ve sitotoksisite indeksleri MTT tahlili kullanılarak fare fibroblast hücre hattı L929’da değerlendirildi. Çalışmada, in-vitro yara iyileşme testi modeli olarak migrasyon testi yapıldı. Antioksidan aktivitenin değerlendirilmesi amacı ile H2O2’nin (0,5 mM) konsantrasyonu kullanıldı. SOD aktivitesi ve MDA seviyesi belirlendi. Ayrıca Gossypin dozlarının H2O2’nin neden olduğu hasarı azaltıp azaltamadığını değerlendirmek için, gerçek zamanlı PCR kullanarak L929 hücrelerinde IL-1β ve TNF-α mRNA ekspresyon seviyelerini analiz ettik. Bulgular: H2O2 (0,3–0,9 mM) uygulamasının doz bağımlı olarak, Gossypin’in (5–200 μg/mL) ise 75 μg/mL’den sonra L929 hücrelerine proliferasyonu inhibe ettiği belirlenmiştir. Gossypin’in 25 ve 50 μg/mL dozları H2O2 (0,5 mM) uygulamasına karşı 48. ve 72. saatlerde L929 hücrelerini korumuştur. Bu sonuçlar migrasyon testi ile doğrulanmıştır. Gossypin uygulanması, antioksidan aktivitesini önemli ölçüde arttırmış, MDA oluşumunu azaltmıştır. Özellikle 50 μg/mL grubu ve H2O2 grubuna kıyasla SOD’u arttırmıştır. Gossypin dozları değerlendirilen H2O2 grubuna kıyasla IL-1β ve TNF-α mRNA ekspresyonunu anlamlı şekilde azaltmıştır. Sonuç: Bu çalışmada, L929 hücrelerinde H2O2 tarafından indüklenen oksidatif stresinden koruyarak fibroblast canlılığı ve migrasyonu üzerinde güçlü bir etki göstermiştir. Bu, Gossypin’in H2O2’nin neden olduğu oksidatif stres ile ilişkili hastalıklarının önlenmesinde potansiyel etkisini ortaya koymaktadır. Buda cilt dokusunun H2O2’nin neden olduğu oksidatif stres benzeri hasarlanmalara bağlı hastalıkların tedavisinde Gossypin’in kullanılabileceğini göstermektedir. Aim: In this study, we evaluated the capacity of Gossypin in H2O2- induced oxidative stress and wound healing model in mouse L929 fibroblast cells. Material and Method: In vitro wound healing activity, cell viability and cytotoxicity indexes of Gossypin (5–200 μg/mL) and H2O2 (0.3–0.9 mM) were evaluated in the mouse fibroblast cell line L929 using the MTT assay. Migration test was performed as an in vitro wound healing test model. The concentration of H2O2 (0.5 mM) was used to evaluate the antioxidant activity. SOD activity and MDA level were determined. We also analyzed IL-1β and TNF-α mRNA expression levels in L929 cells using real-time PCR to assess whether Gossypin doses could reduce H2O2-induced damage. Results: H2O2 (0.3–0.9 mM) was dose-dependent and gossypin (5–200 μg/mL) inhibited proliferation to L929 cells after 75 μg/mL. 25 and 50 μg/mL doses of Gossypin protected L929 cells at 48 and 72 hours against the administration of H2O2 (0.5 mM). These results were confirmed by migration test. Gossypin administration significantly increased antioxidant activity and decreased MDA formation. especially 50 μg/mL group and increased the SOD compared to H2O2 group. Gossypin doses significantly decreased IL-1β and TNF-α mRNA expression compared to the evaluated H2O2 group. Conclusion: In this study, a strong effect on fibroblast viability and migration by protecting against oxidative stress induced by H2O2 in L929 cells was demonstrated. This indicates the potential effect of Gossypin on the prevention of oxidative stress-related diseases caused by H2O2. This shows that gossypin can be used in the treatment of diseases caused by oxidative stress-like damage caused by H2O2 of skin tissue. |
5. | İstanbul’da ve Kars’ta Yaşayan Gebelerin Prenatal Bağlanma Düzeyleri ve Etkileyen Faktörler Prenatal Attachment Levels and Affecting Factors of Pregnant Women Living in İstanbul and Kars Özlem Karabulutlu, Kerime Derya Beydağ, Merve Lazoğludoi: 10.5505/kjms.2020.35002 Sayfalar 24 - 31 Amaç: Bu çalışma, Türkiye’nin doğusunda ve batısında iki farklı ilde yaşayan gebelerin prenatal bağlanma düzeylerini ve etkileyen faktörleri belirlemek amacıyla yapılmıştır. Materyal ve Metot: Tanımlayıcı nitelikteki araştırma, İstanbul ve Kars’ta hizmet veren üç farklı hastanede yapılmıştır. Araştırmanın evrenini, araştırmanın yapıldığı yılda adı geçen hastanelerin polikliniklerine başvuran gebeler oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini Kasım 2014 - Haziran 2015 tarihleri arasında çalışmanın yapıldığı hastanelere başvuran ve çalışmaya katılmayı kabul eden 5173 gebe oluşturmuştur. Verilerin toplanmasında, “Kişisel Bilgi Formu” ve “Prenatal Bağlanma Ölçeği kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde yüzdelik, ortalama, standart sapma, t testi ve ANOVA testi kullanılmıştır. Bulgular: Kars ilinde yaşayana gebelerin prenatal bağlanma düzeyi puan ortalaması 60,57±9,20; İstanbul’da yaşayan gebelerin prenatal bağlanma düzeyi 59,16±10,82 olarak bulunmuştur. Araştırmaya dâhil olan tüm gebelerin prenatal bağlanma düzeyi puan ortalaması 59,89±10,03’tür. Kırk yaş ve üzeri yaş grubunda olan, ilköğretim mezunu, bir işte çalışmayan, geliri giderinden az olan, kalabalık ailede yaşayan ve evlilik süresi 11 yıl ve üzeri olan gebelerin prenatal bağlanma düzeyleri daha düşük bulunmuştur (p<0,05). Gebelerin gebelik sayısı, gebeliğin planlı olma durumu, gebelik kararını kimin verdiği, yaşayan çocuk sayısı, engelli çocuğu olma durumu ve gebeliğin tedavi ile olma durumu ile prenatal bağlanma ölçeği puan ortalaması arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmış (p<0,05); gebelik ayı ile prenatal bağlanma ölçeği puan ortalaması arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0,05). Gebeliği süresinde az kontrole giden, eğitim almayan ve gebelik boyunca gerekli testleri yaptırmayanların prenatal bağlanma ölçeği puan ortalamaları daha düşük bulunmuştur (p<0,05). Sonuç: Gebelerde algılanan sosyal destek arttıkça, prenatal bağlanmanın arttığı tespit edilmiştir. Prenatal bağlanmanın artırılması için gebelere verilen sosyal desteğin sürdürülmesi önerilir. Aim: This research was carried out to determine prenatal attachment grades and its effecting factors of pregnants living in two different cities placed in the west and east sides of Turkey. Material and Method: The research was a descriptive type and was carried out in three different hospitals, which served in Istanbul and Kars. The universe of this research has consisted of pregnants applied to those hospitals in told above. A sampling of the research has consisted of 5173 pregnants applied to and agreed on the research in the hospitals above between November 2014 and June 2015. Collecting data ‘Personal Information Form’ and ‘Prenatal Attachment Inventory’ were used. Evaluating data, percentage, average and standard deviation, and t-test and ANOVA test were used. Results: Prenatal attachment grades of the pregnants living in Kars city: 60.57±9.20; Prenatal attachment grades of the pregnants living in Istanbul: 59.16±10.82. Average prenatal attachment of all pregnants involved in the research 59.89±10.03. Prenatal attachment grades of the pregnants who are above 40 years of age, the primary school graduated, are not working, whose income is lesser than their outcomes, live in a crowded house and whose marriage time is more than 11 years, is lower than other participants (p<0.05). Pregnancy numbers of pregnants, situation whether the pregnancy is planned or not, that who decided the pregnancy, living children numbers, having disabled children and the case of getting pregnant with treatment has got meaningful differences with the prenatal attachment of pregnants (p<0.05); there are no meaningful statistical differences with pregnancy month and prenatal attachment grades. (p>0.05). Prenatal attachment grades of the pregnant who go to controls in fewer times, have no education, and do not make sufficient controls during their pregnancies are stated lower (p<0.05). Conclusion: It was found that prenatal attachment increased as perceived social support increased in pregnant women. In order to increase prenatal attachment, it is recommended to continue social support to pregnant women. |
6. | Perinatal Dönem Otopsilerinde Üriner Sistem Malformasyonları ve Eşlik Eden Ekstrarenal Anomaliler Urinary System Malformations and Associated Extrarenal Anomalies in Perinatal Autopsies Ömer Ertekin, Zuhal Akçörendoi: 10.5505/kjms.2020.03880 Sayfalar 32 - 38 Amaç: Çocuklarda gelişimsel ve genetik böbrek anomalileri perinatal/ neonatal dönemdeki mortalite sebeplerinin başında gelmektedir. Bu anomalilere hastanın prognozunu etkileyen çok fazla ekstrarenal konjenital bozukluk da eşlik etmektedir. Bu çalışmanın amacı, perinatal dönem otopsilerinde konjenital üriner sistem malformasyonlarının sıklığını, antenatal dönemdeki ultrason bulgularıyla postmortem bulguların arasındaki korelasyonu, üriner sistem anomalisi olan olguların kromozom analiz sonuçlarını, gelişimsel ve genetik genitoüriner sistem patolojilerinin tipleri ve eşlik eden konjenital malformasyonları değerlendirmektir. Materyal ve Metot: Ocak 2000-Aralık 2012 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Patoloji Ünitesi’nde yapılan postmortem inceleme verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: 1412 perinatal dönem otopsisi arasından 113 (%8,0) üriner sistem patolojisi olan olgu saptandı. Bunlar da gelişimsel (89 olgu, %6,3) ve renal genetik (24 olgu, %1,7) anomaliler olarak gruplandı. Olguların en küçüğü 13 haftalık fetus, en büyüğü ise 20 günlük yenidoğan bebekti. Böbrek agenezisi en fazla bulunan gelişimsel renal anomaliydi. Genetik üriner sistem patolojileri grubunda en sık otozomal resesif polikistik böbrek hastalığı saptandı. Gelişimsel ve herediter/genetik böbrek anomalisi olan olguların hemen hemen hepsinde (108/113= %95,5) en az bir veya daha fazla böbrek dışı patoloji olduğu saptandı. Genitoüriner sistem anomalileri %52,2 oranla en çok birliktelik gösteren patolojilerdi. Daha sonra %38,9 ile kas ve iskelet sistemi anomalileri, %34,5 ile solunum sistemi anomalileri, %27,6 ile merkezi sinir sistemi anomalileri, %26,5 ile gastrointestinal sistem anomalileri ve %11,5 ile dolaşım sistemi anomalileri yer almaktaydı. Olguların 58’inde (%51,3) antenatal ultrason bulgularının otopsi bulgularıyla uyumlu olduğu görüldü. Kromozom anormalisi dokuz olguda (%8) saptandı. Bunlar böbrek agenezisi, displastik böbrek ve atnalı böbrek ile ilişkiliydi. Sonuç: Çalışmamızda incelenen olguların %95,5’inde birliktelik gösteren konjenital malformasyonlar tespit edilmiştir. Prenatal dönemde üriner sistem anomalisi saptanarak termine edilen vakalarda ayrıntılı otopsi incelemesinin ve kromozomal değerlendirmenin yapılması ailelere genetik danışma verilmesi için faydalı olacaktır. Aim: Pediatric developmental and genetic renal anomalies are a known cause of mortality in the perinatal/neonatal period. These anomalies are associated with a wide range of extrarenal congenital malformations that influence the outcome of patients. This study aims to analyze the prevalence of congenital urinary system anomalies, the correlation between antenatal ultrasound findings and postmortem autopsy findings, chromosomal test results, the spectrum of developmental and genetic renal lesions, and associated congenital malformations. Material and Method: We reviewed the perinatal autopsies performed at Hacettepe University Faculty of Medicine Pediatric Pathology Unit, from January 2000 to December 2012 retrospectively. Results: 1412 perinatal autopsies were evaluated, and 113 cases (8.0%) with urinary system anomalies were found. These 113 cases were grouped as developmental (89 cases, 6.3%) and renal genetic anomalies (24 cases, 1.7%). The age range was from 13 weeks of gestation to 1 month of life. Renal agenesis was the most frequent developmental renal anomaly. Autosomal recessive polycystic kidney disease was the most frequent genetic lesion. At least one or more extrarenal anomalies were observed in cases with developmental and hereditary/genetic urinary malformations (108/113=95.5%). Malformations of the lower urinary tract and genital tract were the most common anomalies with a rate of 52.2%. This was followed by musculoskeletal malformations by 38.9%, respiratory system malformations by 34.5%, central nervous system malformations by 27.6%, gastrointestinal system malformations by 26.5%, and cardiovascular system malformations by 11.5%. We detected a good correlation between the antenatal ultrasound and autopsy results in 58 cases (51.3%). Chromosomal abnormality was found in 9 of the cases (8%). They were associated with renal agenesis, renal dysplasia, and horseshoe kidney. Conclusion: Associated congenital malformations were seen in 95.5% of the cases. In terminated cases, prenatally diagnosed as urinary system anomaly, detailed autopsy, and chromosomal evaluation will be useful for genetic counseling to families. |
7. | İdiopatik Parkinson Hastalığında Tiyol-disülfid Homeostazisi Thiol-disulfide Homeostasis in Idiopathic Parkinson’s Disease Aybala Neslihan Alagöz, Nimet Uçaroğlu Can, Hayrullah Yazar, Sıdıka Sinem Taşdemirdoi: 10.5505/kjms.2020.03743 Sayfalar 39 - 45 Amaç: İdiyopatik Parkinson Hastalığı (PH) santral sinir sisteminin belli bölgelerinde, ilerleyici nöron kaybı ile seyreden nörodejeneratif bir hastalıktır. Pek çok nörodejeneratif hastalığın etiyolojisinde rolü olan serbest radikallerinin etkilerini azaltmak ve oluşturdukları hasarları ortadan kaldırmak için; organizmalar, kompleks antioksidan sistemler geliştirmişlerdir. Parkinson Hastalığı’nda oksidatif stresin patofizyolojik bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bu çalışmada, dinamik tiyol-disülfid homeostazisinin PH patofizyolojisinde bir oksidatif stres belirteci olarak oynadığı rolün ve hastalığın özellikleri ile ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir. Materyal ve Metot: Bu çalışma 36 PH ve 22 sağlıklı kontrol ile yapılmıştır. Serumda Total Tiyol (TT) (μmol/L) ve Native Tiyol (NT) (μmol/L) ölçümleri yapılarak, tiyollerin bütüncül ölçümleri yapılmış ve yeni bir oksidatif belirteç olan tiyol/disülfid dengesi tespit edilmiştir. Bulgular: NT düzeyleri hasta grubunda daha düşük bulundu (p<0,05). NT ve TT düzeyleri UPDRS skorları ile ve TT düzeyi H-Y evresi ile (-) ilişki içinde saptandı (p<0,05). Sonuç: Tiyol-disülfid homeostazisinin oksidatif süreç lehine bozulduğunu düşündüren bu bulgular ile PH patofizyolojisinde ve ilerleyişinde bu mekanizmanın önemi vurgulanabilir. Aim: Idiopathic Parkinson’s Disease (PD) is a neurodegenerative disease caused by progressive neuronal degeneration in specific locations of the central nervous system. The organisms have developed complex antioxidant systems to regulate the effects and eliminate the damage of free radicals, which plays a role in the etiology of many neurodegenerative diseases. Oxidative stress is thought to play a pathophysiological role in PD. In this study, it was aimed to explore the role of dynamic thiol-disulfide homeostasis as an oxidative stress marker in PD pathophysiology as well as its relation with the characteristics of the disease. Material and Method: The study was conducted with 36 PD patients and 22 healthy individuals. Total Thiol (TT) (μmol/L) and Native Thiol (NT) (μmol/L) were measured, total thiols were measured, and thiol/disulfide balance was detected as a new oxidative marker. Results: NT values were found lower in PD group (p<0.05). NT and TT levels were found in (-) relation with UPDRS scores similar to TT level relation with H-Y stage (p<0.05). Conclusion: Based on these findings indicating that thiol-disulfide homeostasis is disrupted in favor of the oxidative process, the importance of this mechanism in both PD pathophysiology and progress can be emphasized. |
8. | Demir Eksikliği Anemisinde Ferrik Karboksimaltoz ile Oral Demir Tedavisinin Karşılaştırılması Comparison of Ferric Carboxymaltose and Oral Iron Treatments in Iron Deficiency Anemia Muharrem Bayrak, Kenan Çadırcıdoi: 10.5505/kjms.2020.88709 Sayfalar 46 - 50 Amaç: Demir eksikliği anemisi (DEA), hem doğurgan kadınlarda ve hem de gelişmekte olan ülkelerde yaşayan çocuklarda en önemli sağlık sorunlarından biridir. Bu durumun hızlı ve güvenli bir şekilde tedavi edilmesi önemlidir. Bu çalışma, demir eksikliği anemisi olan üreme çağındaki kadınlarda intravenöz ferrik karboksimaltoz tedavisi ve oral demir tedavisinin etkilerini karşılaştırmayı amaçlamıştır. Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmaya, DEA tanısı olan ve hemoglobin düzeyi <11 g/dL olan 202 reprodüktif dönemde kadın hasta alındı. Hastalar, dört hafta boyunca tek bir doz 1000 mg intravenöz ferrik karboksimaltoz (n=112) ve 325 mg/gün oral demir sülfat (n=90) uygulanacak şekilde iki gruba ayrıldı. Hastaların tüm anemi parametreleri tedavi öncesi ve sonrası karşılaştırıldı. Bulgular: Her iki grupta tedaviden sonra hemoglobin konsantrasyonunda, ferritin değerlerinde ve transferrin doygunluk seviyelerinde önemli artışlar vardı. Bununla birlikte, bu değerlerdeki artışlar ferrik karboksimaltoz alan grupta anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,001). Ferrik karboksimaltoz alan grup ile oral demir sülfat alan grup arasında yan etkiler açısından anlamlı fark yoktu (%6,7’ye karşı %8,9, p=0,554). Sonuç: Ferrik karboksimaltoz tedavisi, oral demir tedavisini tolere edemeyen hastalarda etkili ve güvenilir bir şekilde kullanılabilir. Aim: Iron deficiency anemia (IDA) is one of the most important health problems in both fertile women and children living in developing countries. This condition must be treated quickly and safely. The present study aimed to compare the efficacies of intravenous ferrous carboxymaltose treatment and oral iron treatment in reproductive- aged women with IDA. Material and Method: This retrospective study included 202 reproductive-aged women who were diagnosed as IDA with a hemoglobin level of <11 g/dL. Patients were divided into two groups to be administered a single dose of 1000 mg intravenous ferric carboxymaltose (n=112) and 325 mg/day oral ferrous sulphate (n=90) for four weeks. All the anemia parameters of the patients were compared before and after treatment. Results: There were significant increases in hemoglobin concentration, ferritin values, and transferrin saturation levels after treatment in both groups. However, the increases in these values were significantly higher in the group receiving ferric carboxymaltose (p<0.001). There was no significant difference in the side effects between the group receiving ferric carboxymaltose and the group receiving oral ferrous sulphate (6.7% vs. 8.9%, p=0.554). Conclusion: Ferric carboxymaltose treatment could be used effectively and reliably in patients who could not tolerate oral iron treatment. |
9. | Meme Kanseri Olgularının Retrospektif Değerlendirilmesi Retrospective Evaluation of the Breast Cancer Cases Tuba Devrim, Merva Aydemir Akkaya, Pınar Atasoy, Mahi Balcı, Canan Altunkaya, Mehmet Zengindoi: 10.5505/kjms.2020.47123 Sayfalar 51 - 55 Amaç: Bu çalışma ile meme kanseri tanısı almış kadınlarda klinikopatolojik parametrelerin retrospektif olarak değerlendirilmesi ve moleküler alt tiplerin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metot: Çalışmamız kapsamında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Patoloji Anabilim Dalı arşivi taranarak Ocak 2007- Haziran 2019 tarihleri arasında meme kanseri tanısı verilmiş 191 hasta incelendi. Bulgular: İncelenen histopatolojik tümör tipleri, meme tümörlerinin Dünya Sağlık Örgütü 2012 sınıflamasına göre, en yüksek oranda (%89) özel tip olmayan (NST, duktal) meme kanseri olgularına ait olduğu belirlendi. Tümör çapı bakımından en büyük grubu (%48,7) 2–5 cm arası olan olguların oluşturduğu anlaşıldı. Modifiye Scarff- Bloom-Richardson ile değerlendirilen meme kanseri derece 2 (%55,5) tümörler, çalışmamızdaki en büyük grubu oluşturdu. Yaş grubu arttıkça tümör derecesinin arttığı istatistiksel olarak anlamlı düzeyde (p<0,001) belirlendi. Tümörlerde, hormon reseptörleri (ER ve PgR) ile yüksek oranda boyanma saptandı. Hastaların %61,2’sinde lenf nodu invazyonu belirlendi. Bölgesel lenf nodu evresi (pN) 0 olan hastalar %38,8 ile en büyük grubu oluşturdu. Moleküler alt tip bakımından ise en çok (%48,2) luminal A (LA) tipi izlendi. Bunu luminal B (LB) (%37,4), HER2 overeksprese (HO) (%10,8) ve triple negatif (TN) (%4,6) oranları takip etti. LB’nin, LA’ya göre histolojik tümör derecesi bakımından daha ileri olduğu (p<0,001) anlaşıldı. Tümör derecesi HO ve TN’de LA’ya göre daha ileri (p<0,005) düzeyde saptandı. Tümör çapı bakımından ise HO, LA’ya göre yüksek düzeyde tespit (p<0,05) edildi. TN’de HO’ya göre daha büyük bir yaş düzeyi (p<0,05) saptandı. Sonuç: Heterojen bir tümör olan meme kanserinde, tümör derecesi en önemli prognostik faktörlerden biridir. Çalışma verilerimiz bir arada değerlendirildiğinde, meme kanseri moleküler alt tiplerinin belirlenmesinin rutin histopatolojik analiz için önemli yararlar sağlayacağı kanısına varılmıştır. Aim: This study aimed to evaluate the clinicopathological parameters retrospectively and to investigate the molecular subtypes in women diagnosed with breast cancer. Material and Method: In this study, 191 patients who were diagnosed as breast cancer between January 2007 and June 2019 were examined by scanning the archives of Kırıkkale University Medical Faculty Department of Medical Pathology. Results: Among the types of histopathological tumors examined, according to the World Health Organization 2012 classification of breast tumors, the highest rate (89%) was found to be non-specific type (NST, ductal) breast cancer cases. The largest group (48.7%) in terms of tumor diameter was found to be 2–5 cm. Breast cancer grade 2 (55.5%) tumors evaluated using the modified Scarff- Bloom-Richardson system were the largest group in our study. As the age group increased, the tumor grade was increased significantly (p<0.001). High levels of staining with hormone receptors (ER and PgR) were detected in the tumors. Lymph node invasion was detected in 61.2% of the patients. Patients with regional lymph node stage (pN) 0 constituted the largest group with 38.8%. In terms of molecular subtype, the luminal A (LA) type was the most common (48.2%). This was followed by luminal B (LB) (37.4%), HER2 overexpressed (HO) (10.8%), and triple-negative (TN) (4.6%). LB was found to be more advanced in terms of histological tumor grade than LA (p<0.001). Tumor grade was higher in HO and TN than LA (p<0.005). In terms of tumor diameter, HO was found to be higher than LA (p<0.05). A higher age level was found in TN than HO (p<0.05). Conclusion: In breast cancer, which is a heterogeneous tumor, tumor grade is one of the most important prognostic factors. When our study data were evaluated together, it was concluded that the identification of breast cancer molecular subtypes would provide essential benefits for routine histopathological analysis. |
10. | Benign Anorektal Hastalıklarda Beslenme ve Kabızlık Durumunun Değerlendirilmesi Assessment of Nutritional and Constipation Status in Benign Anorectal Diseases Aziz Arı, Cemile İdizdoi: 10.5505/kjms.2020.93695 Sayfalar 56 - 59 Amaç: Benign anorektal hastalıklar sık görülen hastaların yaşam konforunu etkileyen hastalıklardır. Bu çalışmada benign anorektal hastalıkların beslenme ve kabızlık durumunu ile ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmaya Haziran 2018 ile Aralık 2018 tarihleri arasında polikliniğimize başvuran benign anorektal hastalığı bulunan 16 hasta (Grup 1) ile sağlıklı 16 gönüllü (Grup 2) dâhil edilip bir anketle beslenme ve tuvalet alışkanlıkları değerlendirilmiştir. Bulgular: İlk grupta defekasyon sırasında tuvalette geçirilen süre 14,06 (±11,07) dakika iken ikinci grupta 6,68 (±4,39) dk olup aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,02). Günlük karbonhidrat alımı ise ilk grupta 223,94±38,15 gram, ikinci grupta 186,39±45,54 gram olup aradaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır (p=0,02). Sonuç: Yaşam tarzı değişikliği ve buna yönelik verilecek eğitimler benign anorektal hastalıkların gelişimini azaltıp hasta bireylerin yaşam kalitesini arttırabilir. Aim: Benign anorectal diseases are common diseases that affect the quality of life of patients. This study aimed to explore the relationship between benign anorectal diseases and nutritional status and constipation. Material and Method: Sixteen patients with the benign anorectal disease (Group 1) and 16 healthy volunteers (Group 2) admitted to our outpatient clinic between June 2018 and December 2018 were included in the study, and a questionnaire evaluated nutritional and toilet habits. Results: In the first group, the time spent in the toilet during defecation was 14.06 (±11.07) minutes, whereas in the second group, it was 6.68 (±4.39) minutes and the difference was statistically significant (p=0.02). Daily carbohydrate intake was 223.94±38.15 grams in the first group and 186.39±45.54 grams in the second group, and the difference was statistically significant (p=0.02). Conclusion: Lifestyle change and educations could decrease the development of benign anorectal diseases and improve the quality of life of the patients. |
11. | Foramen spinosum’un Morfometrik Olarak Değerlendirilmesi Morphometric Evaluation of Foramen spinosum Erengül Boduç, Lokman Öztürkdoi: 10.5505/kjms.2020.43765 Sayfalar 60 - 64 Amaç: Bu çalışmada Foramen spinosum’un (FS) morfometrik özelliklerinin, literatürdeki diğer çalışmalara göre, hem sayıca fazla kemikte, hem de alan ve çevre ölçümü gibi değişik parametrelere de yer verilerek araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmada 98 cranium, 35 basis crani kullanılmıştır. Cranium ve basis crani’lerin norma basilaris bölgeleri FS’ye yakın bir yere metrik konularak fotoğraflanmıştır. FS’nin uzunluk (SU), genişlik (SG), alan (SA) ve çevre (SC) gibi parametreleri fotogrametrik olarak image J yazılım programı üzerinde ölçülmüştür. Bulgular: Çalışmada SU, SG, SA ve SC gibi ölçümlerinin istatistiksel olarak sağ ile sol değerleri arasındaki fark ve birbirleri arasındaki korelasyon durumu hesaplanmıştır. Sağ ve sol tarafın parametreleri istatistiksel olarak değerlendirildiğinde anlamlılık gözlenmemiştir (p>0,05). En zayıf korelasyon sol tarafın çevre ölçümü ile sağ tarafın uzunluğu arasındadır. Sol tarafın uzunluğu ile sol tarafın genişliği arasında ise güçlü bir korelasyon vardır. Sonuç: FS’nin morfometrik özelliklerinin ölçülmesi ve literatüre kazandırılması, FS’nin içinden geçen ve önemli bir damar olan A. meningea media ile ilgili hastalıkların teşhis ve tedavisinde büyük önem taşımaktadır. Bunun yanı sıra yapılan bu anatomik ölçümler, radyolojik çalışmalara de ışık tutabilir, hatta radyolojik çalışmalarla da desteklenebilir. Aim: In this study, it was aimed to investigate the morphometric properties of Foramen spinosum (FS) according to the other studies in the literature by including various parameters such as measuring the number of bones, area, and circumference. Material and Method: 98 cranium and 35 basis crani were used in the study. The normal basilaris regions of cranium and basis crani are photographed by placing a metric close to the FS. Parameters of the FS, such as length (SU), width (SG), area (SA), and circumference (SC) were measured photogrammetrically on the Image J software program. Results: In the study, the difference between the right and left values of the SU, SG, SA, and SC measurements and the correlation were calculated. When the parameters of the right and left sides were evaluated statistically, no significant difference was observed (p>0.05). The weakest correlation is between the circumference measurement of the left side and the length of the right side. There is a strong correlation between the length of the left side and the width of the left side. Conclusion: Measurement and morphological properties of the FS are essential in the diagnosis and treatment of diseases related to A. meningea media, which is a crucial vessel passing through the FS. Also, these anatomical measurements can shed light on radiological studies and may even be supported by radiological studies. |
OLGU SUNUMU VEYA SERISI | |
12. | Nadir Bir Vaka: Pulmoner Ksantom A Rare Case: Pulmonary Xanthoma Mehlika İşcan, Merve Ekinci, nil comunoglu, mehmet kamil kaynakdoi: 10.5505/kjms.2020.23245 Sayfalar 65 - 67 Pulmoner ksantom, lipid metabolizmasi bozukluklarina bağli olarak hiperlipidemi ile ilişkili benign bir lezyondur. Komorbiditesi olmayan 31 yaşinda erkek hasta inatçi öksürük nedeniyle hastaneye başvurdu. Toraks bilgisayarli tomografide (BT) sol üst lobda 38 mm çapinda homojen bir kitle lezyonu izlendi. Lezyonun videotorakoskopik rezeksiyonu sonrasi tanisi pulmoner ksantom olarak raporlandi. Hastada hepatosteatoz ve hiperlipidemi tespit edildi. Hasta, ameliyat sonrasinda 12 aydir başka bir problem olmaksizin takip edilmektedir. Pulmonary xanthoma is a benign lesion that may be associated with hyperlipidemia due to lipid metabolism disorders. A 31-yearold male who had no known co-morbidities was admitted to the hospital with an intractable cough. Chest computed tomography (CT) revealed a relatively homogenous mass lesion with a diameter of 38 mm localized in the left upper lobe. Videothoracoscopic resection of the lesion was performed, and detailed pathological analyses were conclusive for pulmonary xanthoma. The patient was found to have hepatosteatosis and hyperlipidemia. No complications were reported, and the patient had no complaints for 12 months. |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com