Cilt: 11 Sayı: 3 - 2021 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
1. | Tam Dergi Full Issue Sayfalar I - II |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Tek Merkez Deneyimi: Feokromasitoma Olgularının Retrospektif Değerlendirilmesi Single Center Experience: Retrospective Evaluation of Pheochromocytoma Cases Murat Çalapkulu, Muhammed Erkam Sencar, İlknur Öztürk Ünsal, Davut Sakız, Mustafa Özbek, Erman Çakaldoi: 10.5505/kjms.2021.79027 Sayfalar 353 - 359 Amaç: Feokromositomalar kromaffin hücrelerinden kaynaklanan nöroendokrin tümörlerdir. Bu çalışmanın amacı feokromasitoma hastalarının klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularını gözden geçirmektir. Materyal ve Metot: Araştırmamızda 2009–2019 yılları arasında feokromasitoma tanısı almış 19 olguya ait klinik, laboratuvar ve radyolojik veriler geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Feokromasitoma tanısı konan 19 hastadan 13’ü kadın, 6’sı erkek olup ortalama yaş 44,1±11,3 yıl olarak saptandı. Hastaların 8 tanesi yeni tanı olmak üzere 18’inde hipertansiyon mevcuttu. Feokromositoma hastalarına eşlik eden hastalıklar incelendiğinde, hipertansiyondan sonra en sık tiroid patolojilerinin olduğu bulundu. Tansiyon yüksekliğinden sonra en sık semptom terleme ve baş ağrısı olarak saptandı. Tüm hastalarda vitamin D eksikliği ya da yetersizliği mevcuttu. Hastaların %94,1’inde 24 saatlik idrarda bakılan normetanefrin düzeyi yüksek olarak saptandı. Yerleşim yerleri açısından on birinde sağda, beşinde solda ve üçünde tümör bilateral adrenal yerleşimliydi. Lezyon boyutu %36,8’inde 4 cm’den küçük, %42,1’inde 4–6 cm arasında saptanırken, %21,1’inde 6 cm’den büyük saptandı. Sonuç: Bu çalışma feokromasitomanın nonspesifik ve değişken bir kliniğinin olduğunu gösterdi. Feokromasitoma şüphesi olan hastalarda özellikle ataklar sırasında tarama testi olarak 24 saatlik idrarda normetanefrin ve metanefrin düzeyleri istenmeli ve görüntüleme yöntemleri ile kitle lokalize edildikten sonra cerrahi tedavi uygulanmalıdır. Aim: Pheochromocytomas are neuroendocrine tumors originating from chromaffin cells. The aim of the current study is to review the clinical, laboratory, and imaging findings of pheochromocytoma. Material and Method: Clinical, laboratory, and radiological data of a total of 19 patients diagnosed with pheochromocytoma between 2009–2019 were evaluated retrospectively. Results: Of the 19 patients diagnosed with pheochromocytoma, 13 were female, and 6 were male, and the mean age of 44.1±11.3 years. Hypertension was present in 18 patients, of which 8 were newly diagnosed. It was found that thyroid pathologies were most common after hypertension in patients with pheochromocytoma. The most common symptom after high blood pressure was sweating and headache. All patients had vitamin D deficiency or insufficiency. In 94.1% of patients, the level of normetanephrine observed was found to be elevated. 11 were right-sided, 5 were left-sided, and the remaining 3 were bilateral. The lesion size was less than 4 cm in 36.8%, between 4–6 cm in 42.1%, and greater than 6 cm in 21.1%. Conclusion: In the current study showed that pheochromocytoma has a nonspecific and variable clinic feature. In patients with suspected pheochromocytoma, 24-hour urine normetanephrine and metanephrine levels should be requested as a screening test, especially during attacks, and surgical treatment should be performed after the mass is localized with imaging methods. |
3. | Gestasyonel Diabetes Mellitusta Serum İrisin Düzeyinin Araştırılması Investigation of the Level of Serum Irisin in Patients With Gestational Diabetes Mellitus Gülcan Kahraman, Mustafa Kahraman, Mesut Oterkusdoi: 10.5505/kjms.2021.97947 Sayfalar 360 - 364 Amaç: Gebelikte en sık karşılaşılan metabolizma bozukluğu Diabetes Mellitus (DM)’dur. Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelikte ilk kez ortaya çıkan veya gebelik sırasında tanı konulan glukoz tolerans bozukluğudur. Özellikle gebeliğin son dönemlerinde glukoz metabolizması, hızla büyümekte olan fetüse glukoz ve aminoasitleri yönlendirerek annenin enerji ihtiyacının alternatif kaynaklardan (serbest yağ asitleri, ketonlar ve gliserol) sağlanması şeklinde düzenlenir. Temel fonksiyonu beyaz yağ dokusunu, kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerjinin ısı olarak ortaya çıkmasını sağlamak olan ve egzersizle uyarılan irisin; kilo kaybı, insülin direncinde azalma, şişmanlık ile ilişkili olması, glukozun düzenlenmesi ve lipid metabolizmasında ki etkileri gibi birçok fizyolojik özelliğinin olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada; GDM’li hastalarda enerji metabolizmasında görev alan yeni bir hormon olan irisin düzeyinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmaya Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniğinde GDM tanısıyla takip edilen 40 gebe (Grup 1) ve gebeliğinde herhangi bir problemi olmayan sağlıklı 40 gebe (Grup 2) olmak üzere toplam 80 hasta dahil edildi. Bu gruplar da kendi içerisinde GDM’li ikinci trimesterinde 20 hasta (Grup 1A), GDM’li üçüncü trimesterinde 20 hasta (Grup 1B) ve sağlıklı ikinci trimesterinde 20 hasta (Grup 2A), sağlıklı üçüncü trimesterinde 20 hasta (Grup 2B) olmak üzere 4 alt gruba ayrıldı. Bulgular: Çalışmamızda kontrol gruplarıyla karşılaştırıldığında 2. trimesterda daha yüksek olmakla üzere (263,70±127,69 ng/ ml) GDM gruplarında serum irisin düzeyleri anlamlı olarak artmış bulundu. Sonuç: İleride yapılacak çalışmalarda fiziksel aktivite ve egzersizin sorgulanmasının gerekliliği, daha kapsamlı deneysel ve klinik çalışmalara ihtiyaç olduğu ve GDM ile irisin arasındaki fizyopatolojik mekanizmalar aydınlatılabildiği takdirde klinik olarak irisin ile ilgili tedavi seçeneklerinin olabileceği kanaatine varılmıştır. Aim: In pregnancy, the most common metabolic disorder is Diabetes Mellitus (DM). Gestational diabetes mellitus (GDM) is glucose intolerance that first appears during pregnancy or is diagnosed. Especially in late pregnancy, the fetüs, rapidly growing glucose metabolism, directs glucose and amino acids to the fetus. The mother’s energy needs are arranged in the provision (free fatty acids, ketones, and glycerol) from alternative sources. It is the irisin the main function is turning from white adipose tissue to brown adipose tissue, uncover energy as heat and induced by exercises, such as weight loss, reduction in insulin resistance, associated with obesity, glucose regulation and effects on lipid metabolism are known to have many physiological properties. This study, it is aimed to investigate the level of irisin, which is GDM involved in energy metabolism, a new hormone. Material and Method: In Firat University Faculty of Medicine, Obstetrics and Gynecology Clinic, the 40 pregnant women diagnosed with GDM (Group 1) and 40 healthy pregnant women without any problems in pregnancy (Group 2) so that the total 80 patients were included in this study. These groups were divided into four subgroups, GDM in the second trimester, 20 patients (Group 1A), GDM in the third trimester, 20 patients (Group 1B), In the second trimester, 20 healthy patients (Group 2A), In the third trimester, 20 healthy patients (Group 2B). Results: In this study compared with control groups, serum irisin levels were increased significantly, including the 2. trimester higher (263.70±127.69 ng/ml) in the GDM group. There was no correlation between serum irisin level and BMI. Conclusion: In future studies, the necessity of questioned physical activity and exercise, the need for more extensive experimental and clinical studies, and if the pathophysiological mechanisms between the iris and GDM are illuminated, the clinical conclusion was reached irisin related options can be treated. |
4. | Omurga Cerrahisinde Elektrokoter Bıçağı kullanımına bağlı İdrar Kesesi Distansiyonu: İlk Deneysel Çalışma Bladder Distention due to Electrocautery Knife Use in Spine Surgery: The First Experimental Study Mehmet Kürşat Karadağ, Ahmet Yardım, Aslıhan Alpaslan, Mehmet Dumlu Aydındoi: 10.5505/kjms.2021.96630 Sayfalar 365 - 368 Amaç: Çalışmamızda literatürde daha önce yer almayan, omurga cerrahisinde elektrokoter bıçağı kullanımına bağlı, AKA/sakral parasempatik ağ hasarı oluşma mekanizması ve mesane üzerindeki etkilerini incelemeyi amaçladık. Materyal ve Metot: Çalışmamızda 20 hibrit tavşan kullanıldı. Hayvanlardan beşi kontrol (Kontrol grubu) olarak değerlendirildi. Altı tanesine bipolar elektrokoter kullanılarak (BEC grubu), dokuz tanesine monopolar elektrokoter kullanılarak (MEC grubu) cerrahi müdahale yapıldı. Cerrahi müdahalede hayvanlara Th11-L2 spinal laminektomi yapıldı. Bir hafta sonra hayvanların mesane tomografileri çekildikten sonra hayvanlar sakrifiye edildi. Sakrifikasyon sonrası hayvanların mesanesi ve Onuf nukleus/S4 spinal gangliyonları histopatolojik inceleme amaçlı alındı. Mesane hacim değerleri ve S4 gangliyon dansite değerleri Man Whitney-U testi kullanılarak istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Bulgular: Mesane hacim değerleri kontrol grubunda 48±5 cm3 olarak saptandı; BEC grubunda 52±6 cm3 ve MEC grubunda 75±9 cm3 olarak bulundu. S4 dorsal root gangliyon dansiteleri kontrol grubunda 8±3/mm3, BEC grubunda 143±23/mm3; MEC grubunda 643±75/mm3 olarak bulundu. Sonuçlar istatistiksel olarak anlamlı olarak saptandı. Sonuç: Çalışmamızda elde ettiğimiz bulgular sonucunda yüksek voltajlı MEC/BEC elektrokoter bıçağını, AKA, sakral parasempatik ağ ve sonuç olarak ürogenital sistem üzerine olan tehlikeli etkileri nedeniyle zorunlu olmadıkça omurga cerrahisinde kullanılmamasını önermekteyiz. Aim: In our study, we aimed to examine the mechanism of ACA/ sacral parasympathetic network injury and its effects on the bladder, which have not been included in the literature before, due to the use of electrocautery knife in spinal surgery. Material and Method: Twenty hybrid rabbits were used in our study. Five of the animals were evaluated as the control (control group). Surgery was performed on 6 of them using bipolar electrocautery knife (BEC group) and 9 using monopolar electrocautery knife (MEC group). Th11-L2 spinal laminectomy was performed on animals during surgery. Animals were sacrificed after bladder tomography was taken one week later. After sacrification, the bladder and Onuf nucleus/S4 spinal ganglia were taken for histopathological examination. Bladder volume values and S4 ganglion density values were compared statistically using the Man Whitney-U test. Results: Bladder volume values were found to be 48±5 cm3 in the control group. It was found to be 52±6 cm3 in the BEC group and 75±9 cm3 in the MEC group. S4 dorsal root ganglion densities were 8±3/mm3 in the control group and 143±23/mm3 in the BEC group, and It was found to be 643±75/mm3 in the MEC group. The results were statistically significant. Conclusion: As a result of the findings we obtained in our study, we recommend that the high-voltage MEC/BEC electrocautery blade should not be used in spine surgery unless it is necessary due to its dangerous effects on AKA, sacral parasympathetic network, and consequently, the urogenital system. |
5. | Üçüncü Basamak Bir Hastanede Covid-19 Pandemisinin Travmatik ve Travmatik Olmayan Ortopedik Hastalıklara Etkisi: Tanımlayıcı Kesitsel Çalışma The Effect of the Covid-19 Pandemic on Traumatic and Non-traumatic Orthopedic Practice in a Tertiary Care Center: A Descriptive Cross-Sectional Study Serdar Toy, Oktay Polat, Hakan Ozbaydoi: 10.5505/kjms.2021.88557 Sayfalar 369 - 375 Amaç: Coronavirüs (COVID-19), 2019 yılında Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıktı. Türkiye’nin farklı demografik yapıları nedeniyle farklı bölge ve şehirlerde farklı önlemler alındı. Bu çalışmada, pandemi sırasında Türkiye’nin kırsal bir bölgesinde ortopedik travma geçirmiş ve travma geçirmemiş vakaların epidemiyolojik prevalansı değerlendirildi. Materyal ve Metot: Bu geriye dönük kohort çalışmasında Eylül 2019 ile Aralık 2020 tarihleri arasında ortopedi ve travmatoloji kliniğine başvuran 15452 hasta değerlendirildi. Kliniğe başvuru tarihlerine göre hastalar pre-covid ve covid gruplarına ayrıldı. Hastaların yaş, cinsiyet ve kırık tipleri kaydedildi. Bulgular: Pre-covid döneminde 741 (%4,8) hasta ortopedik travma nedeniyle kliniğimize başvurmuştu. Buna karşılık 816 (%5,3) hasta covid döneminde aynı sorunlardan dolayı kliniğimize başvurmuştu. Gruplar arasında cinsiyet (p<0,001), yaş grupları (p<0,001) ve ortopedik travma varlığı (p<0,001) açısından istatistiksel olarak anlamlı fark tespit edildi. Sonuç: Kırsal kesimde Covid-19 salgını sırasında yaşanan ortopedik travma sayısı bir önceki döneme göre artış göstermiştir. Buna rağmen covid-19 pandemisi sırasında polikliniğe başvuran travmatik olmayan vakalarda azalma gözlendi. Aim: Coronavirus (COVID-19) has emerged from Wuhan City, China, in 2019. Different precautions were taken in different territories and cities because of the diverse demographic structures of Turkey. In this study, the epidemiological prevalence of orthopedic traumatized and non-traumatized cases was assessed in a rural region of Turkey during the pandemic. Material and Method: Between September 2019 and December 2020, 15452 patients were admitted to the clinic of orthopedics and traumatology with trauma, were evaluated in this retrospective cohort study. According to the dates of admission to the clinic, the patients were divided into pre-covid and covid groups. Age, gender, and fracture types of patients were recorded. Results: 741 (4.8%) patients were admitted to our clinic due to orthopedic trauma in the pre-covid period. In comparison, 816 (5.3%) patients were admitted to our clinic due to the same problems in the covid period. There were statistically significant differences between groups in terms of gender (p<0.001), age groups (p<0.001), and the presence of orthopedic trauma (p<0.001). Conclusion: In rural areas, during the Covid-19 outbreak, the number of orthopedic trauma experienced increased compared to the previous period. Despite this, a decrease was observed in non-traumatic cases presenting to the outpatient clinic during the Covid-19 pandemic. |
6. | Laparoskopik Sleeve Gastrektomi ve Roux-En-Y Gastrik Bypass Sonrası Kilo Verme ve Beslenme Parametrelerinin Ara Dönem Karşılaştırması Mid-term Comparison of Weight Loss and Nutritional Parameters After Laparoscopic Sleeve Gastrectomy and Roux-En-Y Gastric Bypass Hasan Cantay, Mehmet Fatih Erol, Hacı Murat Çaycı, Umut Eren Erdoğdu, Evren Dilektaşlı, Gözde Doğan, Yurdakul Deniz Fırat, Deniz Tihan, Hüseyin Ayhan Kayaoğludoi: 10.5505/kjms.2021.35762 Sayfalar 376 - 380 Amaç: Obezite tedavisinde sleeve gastrektomide restriktif, Roux- En-Y Gastrik Bypass yönteminde ise malabsorbtif etkiler ön plandadır. Çalışmamızda LSG ve LRYGB grubundaki hastalarımızın preoperatif ve postoperatif dönemdeki kilo ve nutrisyonel parametrelerinin karşılaştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: 2012–2017 yılları arasında Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Genel cerrahi kliniğinde morbid obezite (Body Mass Index-BMI ≥40 kg/m2) nedeniyle, bariatrik cerrahi uygulanan ve altı aylık takip dönemini tamamlayan toplam 110 hastanın verileri retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar uygulanan yönteme göre iki gruba ayrıldı (LSG ve LRYGB). LSG grubunda 65, LRYGB grubunda 45 hasta yer aldı. Gruplarda yer alan hastaların demografik özellikleri, preoperatif ve postoperatif dönemdeki kilo, BMI, demir ve demir bağlama kapasitesi, ferritin, vitamin B12, folik asit, hemoglobin, 25-hidroksi vitamin D ve MCV düzeyleri kaydedilip karşılaştırıldı. Bulgular: Gruplar arasında hastaların ameliyat öncesi ve sonrası kilo ve BMI değerleri ve ameliyat sonrası 6. ayda kaybedilen kg değerleri açısından anlamlı fark bulunamadı (p>0,05). Ameliyat öncesi bütün parametreler her iki ameliyat grubu arasında benzerken, ameliyat sonrası 6. ayda LRYGB grubunda serum demir ve MCV değerlerindeki düşüş istatistiksel olarak anlamlı bulundu (sırasıyla, p=0,014, p=0,031). Sonuç: Sonuç olarak, erken dönem sonuçları itibari ile LSG ve LRYGB ameliyatları benzer sonuçlara ve başarı oranlarına sahip etkili cerrahi metodlar olarak kabul edilebilir. Bariatrik cerrahi sonrası gastrik bypass uygulanan hastalarda erken dönemde demir eksikliği ve buna bağlı semptomlar sleeve gastrektomiye göre daha sık görülebilir. Aim: In treating obesity, the restrictive effects of laparoscopic sleeve gastrectomy (LSG) and malabsorptive effects of laparoscopic Roux-En-Y Gastric Bypass (LRYGB) are two distinct outcomes responsible for excess weight loss. Material and Method: The data of 110 patients who underwent bariatric surgery for morbid obesity (Body Mass Index-BMI ≥40 kg/m2) in our hospital between 2012 and 2017 and completed the 6-month follow-up period were retrospectively evaluated. According to the surgical procedure (LSG and LRYGB), the patients were divided into two groups, with 65 patients in the LSG group and 45 in the LRYGB group. The demographic characteristics of the patients in both groups, preoperative and postoperative weight, BMI, iron, and iron-binding capacity, ferritin, vitamin B12, folic acid, hemoglobin, 25-hydroxy vitamin D, and MCV levels were compared. Results: There was no significant difference between the groups regarding preoperative and postoperative weight or BMI values and weight loss values at the 6th postoperative month (p>0.05). While all preoperative parameters were similar between the two operation groups, a decrease in serum iron and MCV values in the LRYGB group at the 6th postoperative month was statistically significant (p=0.014, p=0.031, respectively). Conclusion: LSG and LRYGB operations can be accepted as effective surgical methods with similar mid-term results and success rates. Iron deficiency and related blood count changes can be seen more frequently in gastric bypass patients than those undergoing sleeve gastrectomy. |
7. | Hemşirelerin Hasta Güvenliği Kültürünü ve İş Doyumunu Etkileyen Faktörler: Karşılaştırmalı Bir Çalışma Factors Affecting Nurses’ Patient Safety Culture and Job Satisfaction: A Comparative Study Kader Öztürk, Arzu Karabağ Aydındoi: 10.5505/kjms.2021.99897 Sayfalar 381 - 389 Amaç: Bu araştırma, hemşirelerde hasta güvenliği kültürünü ve iş doyumunu etkileyen faktörlerin karşılaştırmalı analizini yapmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Materyal ve Metot: Araştırma tanımlayıcı-kesitsel olarak yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini Türkiye’nin Kuzeydoğusunda TRA2’de yer alan iki devlet hastanesinde ve bir üniversite hastanesinde çalışan 260 hemşire oluşturmuştur. Çalışmanın verileri, Ağustos 2017 ile Mart 2018 tarihleri arasında toplanmıştır. Araştırma verileri “Tanıtıcı Özellikler Formu”, “Hasta Güvenliği Kültürü Ölçeği” ve “Hemşirelerde İş Doyumu Ölçeği” kullanılarak elde edilmiştir. Veri analizinde parametrik testlerden Anova (F) ve t-Testi, non-parametrik testlerden Mann Whitney U ve Kruskal Wallis H testleri kullanılmıştır. Ayrıca ölçek toplam puan ve ölçek alt boyut puan ortalamaları hesaplanmıştır. Bunların yanı sıra “Hasta Güvenliği Kültürü” ile “Hemşirelerde İş Doyumu” arasındaki ilişkiye korelasyon analizi ile bakılmıştır. Bulgular: Toplam puan ortalaması Hasta Güvenliği Kültürü Ölçeğinde 2,78±0,47, Hemşirelerde İş Doyumu Ölçeğinde ise 3,34±0,68 olarak hesaplanmıştır. Araştırmada ele alınan bazı bağımsız değişkenlerden “hemşirelik mesleğini seçme durumuna”, “çalıştığı bölümdeki pozisyonuna” ve “işini yeteneklerine uygun bulma durumuna” göre Hasta Güvenliği Kültürü Ölçeği ve Hemşirelerde İş Doyumu Ölçeği her ikisinde de gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p<0,05). Ayrıca hasta güvenliği kültürü ile iş doyumu arasında pozitif yönlü bir ilişki saptanmıştır (p=0,000, r=0,598). Sonuç: Hemşirelerde hem hasta güvenliği kültürünü hem de iş doyumunu 31 bağımsız değişkenin etkilediği saptanmıştır. Yüksek hasta güvenliği kültürüne sahip olan hemşirelerin iş doyumlarının da yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Aim: This study was conducted to comparatively analyze factors affecting nurses’ patient safety culture and job satisfaction. Material and Method: This was a descriptive and cross-sectional study. The study sample comprised 260 nurses of two state hospitals and one university hospital in TRA2 in northeastern Turkey. Data were collected between August 2017 and March 2018. Data were collected using a Demographic Information Form, the Patient Safety Culture Scale and Job Satisfaction Scale in Nurses. ANOVA (F) and t test and the Mann–Whitney U and Kruskal-Wallis H tests were used for data analysis. Total scale score and subscale mean scores were also calculated. A correlation analysis was performed between nurses’ patient safety culture and job satisfaction. Results: The total Patient Safety Culture Scale and Job Satisfaction Scale mean scores were calculated respectively as 2.78±0.47 and 3.34±0.68. There was a statistically significant difference in Patient Safety Culture Scale and Job Satisfaction Scale scores between groups in terms of the independent variables “choosing the nursing profession of their own free will,” “departmental position” and “skills-job match” (p<0.05). Also, a moderate and positive correlation was detected between nurses’ job satisfaction and patient safety culture (p=0.000, r=0.598). Conclusion: Thirty-one independent variables affecting nurses’ patient safety and job satisfaction were identified. It was concluded that nurses who have a high patient safety culture have high job satisfaction. |
8. | Plasenta Akreta Spektrumuna Bağlı Olarak Sezaryen Histerektomi Uygulanan Hastaların Postoperatif Mesane Fonksiyonlarının Değerlendirilmesi Evaluation of Postoperative Bladder Functions of Patients Who Underwent Cesarean Hysterectomy Due to Placenta Accreta Spectrum Ülkü Ayşe Türker, Engin Korkmazerdoi: 10.5505/kjms.2021.69370 Sayfalar 390 - 397 Amaç: Plasenta akreta, inkreta ve perkretayı içeren plasenta akreta spektrumu (PAS), anormal bir plasental invazyonu tanımlar. PAS, mesane, üreter ve bağırsak gibi komşu organların artmış mortalite ve morbidite ve yaralanması ile ilişkilidir. Literatürde mesane en sık yaralanan organ olarak bildirilmektedir. Çalışmamızda PAS için yapılan postpartum histerektomi sonrası mesane fonksiyonlarını ve inkontinans sıklığını değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve Metot: Ocak 2016 – Ocak 2018 tarihleri arasında gerçekleştirilen tek merkezli prospektif bir çalışmadır. Elektif sezaryen operasyonu planlanan ve PAS nedeniyle peripartum histerektomi uygulanan toplam 81 hasta dahil edildi. Ulaşılamayan veriler nedeniyle 22 hasta çalışma dışı bırakıldı. Hastalar mesane yaralanması olan (n=20) ve mesane yaralanması olmayan (n=25) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Ayrıca mesane yaralanması olan grup ≥2 cm (n=8) ve <2 cm (n=12) olacak şekilde iki alt gruba ayrıldı. Bulgular: İki grup arasında sosyodemografik özellikler arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Laboratuvar parametreleri açısından iki grup arasında anlamlı fark bulunmadı. İlk işeme hissi, normal işeme isteği, mesane boşaltma süresi, maksimum üretral basınç, mesane basıncı, maksimum üretral kapanma basıncı ve rezidüel hacim (p>0,05), güçlü işeme isteği (p>0,05) açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu 439,2±70,05’e karşı 391±67,34, p=0,024) ve maksimum mesane kapasitesi (400,8±65,76’ya karşı 351±57,39, p=0,011) mesane yaralanması grubunda anlamlı olarak daha düşüktü. Aynı şekilde alt gruplar karşılaştırıldığında da laboratuvar parametreleri açısından sosyodemografik özelliklerde farklılık yoktu (p>0,05). Sonuç: PAS için histerektomi sırasında mesane hasarının postoperatif sonuçlarına dikkat edilmelidir. Aim: Placenta accreta spectrum (PAS), which includes placenta accreta, increta, and percreta, defines an abnormal placental invasion. PAS is associated with increased mortality and morbidity and injury of adjacent organs such as the bladder, ureter, and bowel. The bladder is the most common injured organ in the literatüre. Our study aimed to evaluate the bladder functions after postpartum hysterectomy, which was performed for PAS. Material and Method: This single-centered prospective study was performed between January 2016 and January 2018. A total of 81 patients who were planned for an elective cesarean section and underwent peripartum hysterectomy due to PAS were included. Due to the unavailable data, 22 patients were excluded. The patients were divided into two groups: patients with bladder injury (n=20) and those without bladder injury (n=25). Furthermore, the bladder injury group was subdivided into two subgroups as bladder injury ≥2 cm (n=8) and bladder injury <2 cm (n=12). Results: There was no statistically significant difference between the two groups’ sociodemographic characteristics. No significant difference was found between the two groups about laboratory parameters. There was no significant difference between the two groups according to the first sense to void, normal desire to void, bladder emptying time, maximum urethral pressure, bladder pressure, maximum urethral closure pressure, and residual volume (p>0.05) while strong desire to void (439.2±70.05 vs. 391±67.34, p=0.024) and maximum bladder capacity (400.8±65.76 vs. 351±57.39, p=0.011) were significantly lower in bladder injury group. Likewise, when subgroups were compared, there were no differences in sociodemographic characteristics in laboratory parameters (p>0.05). Conclusion: Attention should be paid to the postoperative consequences of bladder damage during hysterectomy for PAS. |
9. | Kararsız Angina Pektorisli Hastalarda Ciddiyetin Yeni Bir Belirteci Olarak Trombosit Lenfosit Oranı: Randomize Kontrollü Çift Kör Çalışma The Platelet-Lymphocyte Ratio As a Novel Predictor of Severity in Patients With Unstable Angina Pectoris: Randomized Control Double-Blind Study Mustafa Bolatkale, Ahmet Çağdaş Acaradoi: 10.5505/kjms.2021.66674 Sayfalar 398 - 403 Amaç: Akut Koroner Sendrom (AKS), ST segment yükselmeli miyokard enfarktüsünden kararsız angina pektorise (UAP) kadar geniş bir klinik durum yelpazesini kapsar. UAP, Acil Servis kliniğinde herhangi bir biyobelirteçle tespit edilemez. Trombosit lenfosit oranı (PLR), kardiyak bozukluklarda aşırı trombotik aktiviteyi ve enflamasyonu belirlemek için potansiyel bir işaret olarak gösterilmiştir. Syntax skoru (SXscore), sadece lezyon şiddetini ve kompleksitesini ölçmekle kalmayan, aynı zamanda AKS’li hastalarda mortalite dahil olmak üzere agır kardiyovasküler sonuçları öngören koroner anjiyografiye dayalı anatomik bir skorlama sistemidir. Bu çalışmanın amacı, UAP’lı hastalarda trombosit lenfosit oranı ile SXscore karşılaştırılarak bu hastalarda PLR’nin prediktif değerini ortaya koymaktır. Materyal ve Metot: Çalışma grubu, acil servise başvuran UAP tanısı alan hastalar ve acil servise’de UAP tanıs alan yetişkin hastalardan oluşturuldu. Kontrol grubu, kronik hastalığı olmayan sağlıklı yetişkinlerden oluşmuştur. Çalışma grubunda AKS şüphesi olan hastalara koroner anjiografi uyguladık ve her hasta için Syntax Skoru hesaplandı. Çalışma ve kontrol grubu arasında PLR seviyeleri karşılaştırıldı ve çalışma grubunun PLR seviyeleri ile Syntax skorları karşılaştırıldı. Bulgular: Ortalama PLR düzeyleri UAP grubunda 122,89±52,44 ve kontrol grubunda 104,21±22,85 idi (p: 0,005). PLR düzeyi 113,98 olduğunda %55,8 duyarlılığa, %66,7 özgülüğe sahip olarak bulundu ve SXscore ile negatif korelasyon gösterdiği görülüldü (r=- 0,325; p: 0,004). Sonuç: UAP ile başvuran hastalarda PLR seviyelerinin önemli ölçüde arttığı görüldü. PLR, UAP’ın ciddiyetinin tahmininde yeni bir belirteç olarak düşünülebilir. Ancak koroner vasküler hasarın değerlendirilmesinde etkisiz olduğu görülmüştür. Aim: Acute Coronary Syndrome (ACS); covers a wide spectrum of clinical conditions ranging from Non-ST and ST-Elevation Myocardial Infarction to unstable angina pectoris (UAP). UAP does not show detectable with any biomarkers in the Emergency Department (ED). Platelet-lymphocyte ratio (PLR) has been introduced as a potential marker to determine excess thrombotic activity and inflammation in cardiac disorders. Syntax score (SXscore) is an anatomic scoring system based on coronary angiography that quantifies lesion severity and complexity and predicts poor cardiovascular outcomes, including mortality, in patients with ACS. This study aimed to investigate the predictive value of PLR compared with SXscore in patients with UAP in the ED. Material and Method: The study group consisted of patients diagnosed with UAP who presented in ED and adult patients who experienced UAP in ED. The control group was comprised of healthy adults with no chronic disease. We performed CA to the patients suspected ACS in the study group, and the Syntax Score was calculated for each patient. The levels of PLR were compared between the study and control group, and PLR levels of the study group were compared with Syntax scores of the former group. Results: The mean levels of PLR were 122.89±52.44 in the UAP group and 104.21±22.85 in the control group (p: 0.005). The PLR level of 113.98 had a sensitivity of 55.8%, specificity of 66.7% and was negatively correlated with SXscore (r=-0.325; p: 0.004). Conclusion: PLR levels significantly increase in patients presenting with UAP. PLR may be considered a novel marker in predicting the severity of UAP. However, it was found to be ineffective in evaluating coronary vascular damage. |
10. | Safen Ven Greft Hastalığı ile Trigliserit Glukoz İndeksi Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi Evaluation of the Relationship Between Saphenous Vein Graft Disease and Triglyceride Glucose Index Armağan Acele, Özge Özcan Abacıoğludoi: 10.5505/kjms.2021.65624 Sayfalar 404 - 409 Amaç: Metabolik sendromun ana bileşenlerinden biri olan insülin direncinin endotel disfonksiyonu ve ilişkili hastalıklar ile bağlantılı olduğu bilinmektedir. İnsülin direnci HOMA-IR ve indirekt olarak da trigliserit-glukoz (tg-glukoz) indeksi ile değerlendirilebilmektedir. Bu çalışmanın amacı, safen ven greft hastalığı (SVGH) ile tg-glukoz indeksi arasındaki ilişkiyi araştırmaktır. Materyal ve Metot: 2019–2020 yıllarında kliniğimizde koroner anjiyografi yapılan ve koroner arter bypass greft öyküsü olan 418 hasta çalışmaya retrospektif olarak dahil edildi. Hastalar SVG’lerinden en az birinde %50 veya fazla darlık olanlar (SVGH grubu) ve olmayanlar (kontrol grubu) şeklinde ikiye ayrıldı. Tg-glukoz indeksi ln (açlık tg X açlık glukoz/2) formülü ile hesaplandı. P<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: SVGH grubundaki 185 hastanın yaş ortalaması 67,3±4,3 (%25,9 bayan), kontrol grubundaki 233 hastanın yaş ortalaması 66,4±8,2 (%25,7 bayan) idi. SVGH grubundaki hastaların ejeksiyon fraksiyonu değerleri kontrol grubuna göre daha düşükken (%51,6±9,0 & %55,9±6,5, p<0,001); serum kreatinin, CRP, trigliserit, glukoz ve tg-glukoz indeksi değerleri daha yüksekti (sırasıyla; p=0,041, p=0,003, p<0,001, p<0,001 ve p<0,001). Çok değişkenli lojistik regresyon analizinde düşük EF, yüksek serum trigliserit ve glukoz değerleri ile tg-glukoz indeksi SVGH ile ilişkili bulundu. ROC eğrisi analizinin ikili karşılaştırması, tg-glukoz indeksinin SVGH’yi tahmin etmek için glukoz ve trigliserit değerlerine göre daha iyi performansa sahip olduğunu ortaya koydu. Sonuç: Tg-glukoz indeksi rutin biyokimya tetkiklerinden hesaplanabilen, SVGH’nı öngörmede serum glukoz ve trigliserit değerlerinden daha iyi sonuç verebilecek bir biyobelirteçtir. Aim: It is known that insulin resistance, one of the main components of metabolic syndrome, is associated with endothelial dysfunction and related diseases. Insulin resistance can be evaluated by HOMA-IR and indirectly by triglyceride-glucose (tg-glucose) index. We aimed to investigate the relationship between saphenous vein graft disease (SVGD) and tg-glucose index. Material and Method: 418 patients who underwent coronary angiography in our clinic between January 2019 and December 2020 and had a history of coronary artery bypass grafts were included retrospectively. The patients were divided into two as those with 50% or more stenosis in at least one of their SVG (SVGD group) and those without (control group). Tg-glucose index was calculated by the formula ln (fasting tg X fasting glucose/2). A value of P<0.05 was considered statistically significant. Results: The mean age of 185 patients in the SVGD group was 67.3±4.3 (25.9% female), and the mean age of 233 patients in the control group was 66.4±8.2 (25.7% female). The ejection fraction values of the patients in the SVGD group were lower than the control group (51.6±9.0% & 55.9±6.5, p<0.001) and serum creatinine, CRP, triglyceride, glucose and tg-glucose index values were higher (p=0.041, p=0.003, p<0.001, p<0.001 and p<0.001, respectively). In multivariate logistic regression analysis, low EF, high serum triglyceride and glucose values and tg-glucose index were found to be associated with SVGD. Pairwise comparison of ROC curve analysis revealed that tg-glucose index had better performance than glucose or triglyceride levels to predict SVGD. Conclusion: Tg-glucose index is a biomarker that can be calculated from routine biochemistry tests and can give better results than serum glucose and triglyceride values in predicting SVGD |
11. | Streptozotosin ile İndüklenen Diyabetik Sıçanlarda Sinapik Asidin Hepatoprotektif Etkileri Hepatoprotective Effects of Sinapic Acid in the Streptozotocin-Induced Diabetic Rats Fikret Altındağdoi: 10.5505/kjms.2021.19794 Sayfalar 410 - 416 Amaç: Hepatotoksisite diyabetin en önemli sekonder komplikasyonlarından biridir. Diyabetin neden olduğu karaciğer hasarının ana nedenleri oksidatif stres ve inflamasyondur. Sinapik asidin güçlü bir antioksidan ve antiinflamatuar olduğu öne sürülmüştür. Bu çalışmada, deneysel diyabet modelinde sinapik asidin (SA) hepatoprotektif etkilerini TNF-α, AST, ALT seviyeleri, MT boyama yoğunluğu ve histolojik değişiklikleri değerlendirerek araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Sıçanlar dört gruba ayrıldı (n=7): Sham (S), SA, Diyabetik (D), Diyabetik+Sinapik Asit (D+SA). S grubuna intragastrik (i.g.) yolla serum fizyolojik verildi. SA grubuna 28 gün boyunca i.g. yolla 20 mg/kg/gün SA verildi. D grubuna tek doz 50 mg/kg STZ intraperitoneal (i.p.) enjekte edildi. D+SA grubuna, tek doz 50 mg/kg STZ i.p. yolla enjekte edildi ve 28 gün boyunca 20 mg/kg/gün SA i.g. yolla verildi. Tümor nekroz faktör-alfa (TNF-α) ekspresyonu immünohistokimyasal yöntemle değerlendirildi. Karaciğerde olası fibrozisi değerlendirmek için Masson’s trichrome (MT) boyası ve histolojik inceleme için hematoksilen-eozin (H-E) boyası ile karaciğer boyandı. Ayrıca karaciğer fonksiyon testleri olan serum AST ve ALT seviyeleri ölçüldü. Bulgular: S ve SA grupları normal histolojik mimariye ve negatif TNF-a immüno-ekspresyonuna sahipti. S grubu ile karşılaştırıldığında, D grubu daha yüksek AST ve ALT seviyelerine ve MT boyama yoğunluğuna sahipti. D grubunda şiddetli TNF-α immün ekpresyonunun yanı sıra vasküler dilatasyon, apoptotik hücreler ve inflamatuar hücrelerin infiltrasyonu gibi histopatolojik değişiklikler gözlendi. D grubu ile karşılaştırıldığında D+SA grubunda TNF-α immunoexpression, histopatolojik değişiklikler, AST ve ALT seviyeleri azaldı. Sonuç: Çalışmamız, STZ ile indüklenen diyabetik sıçanlarda SA’nın hepatotoksisiteye karşı hepatoprotektif bir etkiye sahip olabileceğini ortaya koydu. Aim: Hepatotoxicity is one of the most important secondary complications of diabetes. The leading causes of diabetes-induced liver damage are oxidative stress and inflammation. Sinapic acid (SA) has been proposed as a potent antioxidant and antiinflamatuar. In the present study, we aimed to investigate the hepatoprotective effects of SA by evaluating TNF-α, AST, ALT levels, and histological changes in the experimental diabetes model. Material and Method: Rats were divided into four groups (n=7): Sham (S), SA, Diabetic (D), Diabetic+Sinapic Acid (D+SA). S group was given only saline by intragastric (i.g.). SA group was received 20 mg/kg/day SA by i.g. for 28 days. D group was injected with a single dose of 50 mg/kg streptozotocin (STZ) intraperitoneal (i.p.). D+SA was injected with a single dose of 50 mg/kg STZ i.p. and received 20 mg/kg/day SA by i.g. for 28 days. Tumor necrosis factor-alpha (TNF-α) expression was measured using the immunohistochemical method to assess inflammation in the liver. The liver was stained with Masson’s trichrome (MT) stain to evaluate possible fibrosis in the liver and hematoxylin-eosin (H-E) stain for histological examination. In addition, serum aspartate aminotransferase (AST) and alanine transaminase (ALT) levels, which is liver function tests, were measured. Results: S and SA groups had normal histological architecture and negative TNF-α immunoexpression. The D group had higher AST and ALT levels and MT staining intensity than the S group. In addition to severe TNF-α immunoexpression, histopathological changes such as vascular dilatation, apoptotic cells, and infiltration of inflammatory cells were observed in group D. TNF-α immunoexpression histopathological changes, AST and ALT levels decreased in the D+SA group compared to the D group. Conclusion: Our study revealed that SA might have a hepatoprotective effect against hepatotoxicity in STZ-induced diabetic rats. |
12. | Acil Servise Başvuran ST Segment Elevasyonlu Miyokart İnfaktüslü Hastaların Primer Perkütan Koroner Girişime Ulaşma Sürelerinin Değerlendirilmesi Evaluation of Time to Reach Primary Percutaneous Coronary Intervention in Patients with ST-Segment Elevation Myocardial Infarction Presenting to the Emergency Department Aylin Erkek, Huseyin Cahit Halhalli, Emrah Celik, Sedat Avcıdoi: 10.5505/kjms.2021.92593 Sayfalar 417 - 424 Amaç: Acil servise başvuran ST segment yükselmeli miyokart infarktüsü (STEMI) hastalarında primer perkütan koroner girişim (PCI) süresi konusunda güçlü öneriler mevcuttur. Bu sürelerin yerel kaynaklardaki tayini, güncel tanı ve tedavi rehberlerine uygunluğunun ve morbidite-mortalite üzerine etkilerinin karşılaştırılması açısından önemlidir. Materyal ve Metot: Bu tek merkezli retrospektif çalışmaya 3. basamak eğitim araştırma hastanesi acil servisine 01.10.2017 ile 01.10.2019 tarihleri arasında hastane öncesi sağlık sistemi eşliğinde ya da ayaktan başvuran STEMI’lü hastalar dahil edildi. Acil serviste STEMI tanısı konulan veya dış merkezden STMI tanısı alarak sevk ile gelen hastalar hastaların PCI’a ulaşma süreleri ve bu sürelerin mortalite ve morbiditeye etkileri değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya 233 hasta dahil edildi. Araştırmadaki hastaların yaş ortalaması 61,84±11,70 ve %19,31’i kadındı. Ambulansla direkt hastanemize başvuran hastalarda PCI’e ulaşma süresi 55,55±45,08 dakika, ayaktan direkt başvuran hastalarda 68,27±57,15 dakika ve başka hastaneden sevk edilen hastalarda 30,54±27,39 dakika olup anlamlı olarak farklıydı (p<0,001). PCI’ya varış süresi açısından komplikasyon gelişen ve komplikasyon gelişmeyen hastalar arasında anlamlı bir fark yoktu (sırasıyla median 37 ve 42, p=0,054). Mortal seyreden vakalar ile mortalite gelişmeyen vakalar arasında PCI’ye varış zamanı açısından anlamlı bir fark bulunmadı (sırasıyla median 37 ve 43, p=0,914). Sonuç: Her ne kadar süreler güncel klavuzlarla uyumlu görülmekte ise de, ortalamayı yükselten durumların açığa çıkarılması gerekmektedir. Özellikle ayaktan başvuran hastaların PCI’ya ulaşma sürelerini kısıtlayıcı önlemler alınması gerekmektedir. Bu çalışmada PCI’a ulaşma süreleri güncel klavuzlara uygunluk gösterse de STEMI’e bağlı mortaliteyi azaltmak açısından başka düzenlemelere ihtiyaç olduğunu göstermektedir. Aim: There are strong recommendations regarding the duration of the primary percutaneous coronary intervention (PCI) in STsegment elevation myocardial infarction (STEMI) patients admitted to the emergency department (ED). Determining these periods in local sources is important in comparing their compliance with current diagnosis and treatment guidelines and their effects on morbidity-mortality. Material and Method: Patients with STEMI who applied to the ED of a tertiary education and research hospital between 01.10.2017 and 01.10.2019, accompanied by the prehospital health system or outpatient, were included in this single-center retrospective study. The time to reach PCI and the effects on mortality and morbidity were evaluated in patients diagnosed with STEMI in the ED or referred from an external center with the diagnosis of STEMI. Results: 233 patients were included in the study. The mean age of the patients in the study was 61.84±11.70, and 19.31% were female. The time to reach PCI was 55.55±45.08 minutes in patients admitted directly to our hospital by ambulance, 68.27±57.15 minutes in outpatients, and 30.54±27.39 minutes in patients referred from another hospital, which was significantly different (p<0.001). There was no significant difference between patients with and without complications in terms of arrival time to PCI (medians were 37 vs 42, p=0.054). There was no significant difference between the cases with a mortal course and the cases without mortality in terms of the time of arrival to PCI (medians were 37 vs 43, p=0.914). Conclusion: Although the times seem to be compatible with current guidelines, the situations that increase the average need to be revealed. In particular, it is necessary to take measures to limit the time to reach PCI for outpatients. In this study, although the time to reach PCI complies with current guidelines, it shows that other regulations are needed to reduce STEMI-related mortality. |
DERLEME | |
13. | Covid-19 Enfeksiyonuna Biyofiziksel Genel Bakış Biophysical Overview of Covid-19 Infection Denizhan Karis, Damla Anbarlı Metin, Feride Fulya Ercan Coşkun, Aylin Köselerdoi: 10.5505/kjms.2021.69783 Sayfalar 425 - 428 Şiddetli akut solunum sendromu koronavirüs 2 (SARS-CoV-2) enfeksiyonu, 11 Mart 2020 tarihinde DSÖ tarafından küresel bir pandemi ilan edilmiştir. Koronavirüs hastalığı (COVID-19), SARS-CoV-2’nin neden olduğu bulaşıcı hastalıktır. Damlacık yoluyla kişiden kişiye bulaşan SARS-CoV-2 enfeksiyonu, hastaların %70’inde asemptomatik olarak görülmektedir. Semptomatik hastalarda ise viral üst solunum yolu enfeksiyonundan pnömoni, sepsis, septik şok ve hatta akut solunum sıkıntısı sendromuna (ARDS) kadar değişen ciddi klinik durumlarla seyredebilmektedir. COVID-19’un epidemiyolojik ve klinik özellikleri üzerine yapılan çalışmalarda, bu hastalarının hafif veya şiddetli akut solunum yolu enfeksiyonu semptomları geliştirebileceğini gösterilmiştir. Hafif semptomları olan olgularda ateş, kuru öksürük, yorgunluk gibi üst solunum yolu semptomları gelişebilir ve anormal göğüs BT bulguları da olabilir. Farklı çalışma raporlarına göre, şiddetli semptomları olan vakalarda nefes darlığı, ishal, şiddetli pnömoni, ARDS veya çoklu organ yetmezliği gelişmekte ve ölüm oranları %4,3 ile %15 arasında değişmektedir. Severe acute respiratory syndrome coronavirus 2 (SARS-CoV-2) infection was declared a global pandemic by WHO on March 11, 2020. Coronavirus disease (COVID-19) is the infectious disease caused by SARS-CoV-2. It is transmitted from person to person through droplets, progresses asymptomatically in 70% of the sufferers, while it may manifest itself in severe clinical conditions, ranging from viral upper respiratory tract infection to pneumonia, sepsis, septic shock, and even acute respiratory distress syndrome (ARDS), in symptomatic patients. Studies on the epidemiological and clinical features of COVID-19 have shown that these patients can develop symptoms of mild or severe acute respiratory infection. In cases with mild symptoms, upper respiratory tract symptoms such as fever, dry cough, and fatigue may develop, and abnormal chest CT findings may also be present. In cases with severe symptoms, dyspnea, diarrhea, severe pneumonia, ARDS or multiple organ failure develop, and mortality rates vary between 4.3% and 15% according to different study reports. |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com