Cilt: 12 Sayı: 3 - Aralık 2022 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
1. | Tam Dergi Full Issue Sayfalar I - II |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Penetran Keratoplasti Sonuçlarının Değerlendirilmesi: İlk Deneyimler Evaluation of Penetrating Keratoplasty Results: Initial Experiences Mehmet Siraç Demir, Ersin Muhafiz, Yusuf Evcimendoi: 10.5505/kjms.2022.97752 Sayfalar 185 - 191 Amaç: İlk defa penetran keratoplasti (PKP) yapılmaya başlanan bir merkezde cerrahların ilk deneyimleri ile yapılan PKP’lerin endikasyon dağılımlarının incelenmesi, klinik sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmada Van Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 2017–2020 yılları arasında PKP yapılan 63 hastanın 64 gözü değerlendirildi. Hastaların dosyaları ve Van Eğitim Araştırma Hastanesi göz bankasındaki kayıtlarından hastaların demografik özellikleri, PKP endikasyonları, ek patolojileri ile ilgili verileri elde edildi. Hastaların preoperatif, postoperatif birinci, üçüncü ve altıncı aydaki görme keskinlikleri değerlendirildi ve postoperatif komplikasyonları incelendi. Ameliyatlar yeni PKP yapmaya başlayan üç farklı cerrah tarafından (EM, MSD, YE) gerçekleştirildi. Bulgular: PKP endikasyonları sırasıyla psödofakik büllöz keratopati (%32,8), keratokonus (%17,1), geçirilmiş herpes keratitine bağlı kornea skarı (%14), kornea distrofisi (%10,9), afakik büllöz keratopati (%9,3), travmatik skar (%9,3), red reaksiyonu gelişmiş grefon (%4,6) ve medikal tedavi ile gerilemeyen kornea apsesi (%1,5) idi. Postoperatif komplikasyonlar sırasıyla glokom (%9,3), red reaksiyonu (%7,8), katarakt (%6,2), sütür gevşemesi (%4,6), keratit (%3,1) travmatik perforasyon (%1,5) ve endoftalmi (%1,5) idi. Ameliyat öncesi değere göre birinci, üçüncü ve altıncı ayda görme keskinliğinde istatiksel olarak anlamlı bir artış olduğu görüldü (hepsi için; p<0,01). Postoperatif altıncı ayda üçüncü aya göre görme keskinliğinde anlamlı bir artış olmadı (p>0,05). Sonuç: En sık PKP endikasyonunun psödofakik büllöz keratopati olduğu tespit edildi. Cerrahların ilk deneyimlerinden oluşan bu hasta serisinde postoperatif komplikasyon oranı %34,3 idi. Buna rağmen erken postoperatif takiplerde hastaların görme keskinliğinde anlamlı bir artış ve %95,3’sinde greft sağkalımı elde edilmiştir. Aim: It is aimed to examine the indication distributions and clinical results of penetrating keratoplasties (PKP) performed with the first experience of surgeons in a center where PKP was started for the first time. Material and Method: In this retrospective study, 64 eyes of 63 patients who underwent PKP at Van Training and Research Hospital between 2017 and 2020 were evaluated. Demographic characteristics, PKP indications, and additional pathologies of the patients were obtained from the files of the patients and their records in the Van Training and Research Hospital eye bank. In addition, preoperative, postoperative first, third, and sixth-month visual acuities of the patients were evaluated, and postoperative complications were examined. The surgeries were performed by three different surgeons (EM, MSD, YE) who had just started performing PKP. Results: Penetrating keratoplasty indications are respectively pseudophakic bullous keratopathy (32.8%), keratoconus (17.1%), corneal scar due to previous herpes keratitis (14%), corneal dystrophy (10.9%), aphakic bullous keratopathy (9.3%), traumatic scar (9.3%), graft with rejection reaction (4.6%), and a corneal abscess that did not regress with medical treatment (1.5%). Postoperative complications were glaucoma (9.3%), rejection reaction (7.8%), cataract (6.2%), suture loosening (4.6%), keratitis (3.1%), traumatic perforation (1.5%) and endophthalmitis (1.5%). There was a statistically significant increase in visual acuity in the first, third, and sixth months compared to the preoperative value (for all; p<0.01). However, there was no significant increase in visual acuity in the sixth postoperative month compared to the third month (p>0.05). Conclusion: The most common indication for PKP was pseudophakic bullous keratopathy. In this patient series, which consisted of the first experiences of surgeons, the postoperative complication rate was 34.3%. Despite this, a significant improvement in visual acuity and graft survival was achieved in 95.3% of patients in early postoperative follow-ups. |
3. | İlköğretim Öğrencilerinin Gribe Yönelik Bilgileri ve Öğrencilerin Grip Aşısı Yaptırma Durumlarını Etkileyen Faktörlerin İncelenmesi Examination of Primary School Students’ Knowledge of the Flu and the Factors Affecting Their Decision to Get Flu Vaccines Gönül Gökçay, Dogan Akcadoi: 10.5505/kjms.2022.67778 Sayfalar 192 - 200 Amaç: Grip olarak da bilinen influenza, mortalite ve morbiditesi yüksek viral bir hastalıktır. Her yaş grubu risk altında olmasına rağmen, özellikle altı aydan 18 yaşına kadar olan kişiler, griple ilgili ciddi komplikasyonlar geliştirme riski altındadır. Bu tanımlayıcı çalışmanın iki amacı vardı: 1) ilkokul öğrencilerinin grip hakkındaki bilgi düzeylerini belirlemek ve 2) grip aşısı olma kararlarını etkileyen faktörleri incelemek. Materyal ve Metot: Örneklemi üç resmi ve üç özel okuldan 670 altıncı, yedinci ve sekizinci sınıf öğrencisi oluşturmuştur. Veriler yüzdelikler, oranlar, ki-kareler ve ortalamalar (± standart sapma) olarak sunuldu. Veriler 0,05 anlamlılık düzeyinde analiz edildi. Bulgular: Katılımcıların dörtte birinden azı gribi viral bir hastalık olarak tanımladı (%23,7). Katılımcıların yarısından fazlası gribin bulaşıcı olduğunu belirtmiştir (%65,5). Katılımcıların dörtte birinden fazlası, gribin virüs içeren aerosoller yoluyla, doğrudan temas yoluyla veya kontamine yüzeylerle temas yoluyla (%35,5) bulaştığını belirtti. Katılımcıların yarısından fazlası grip aşısı olmak gerektiğini belirtmiştir (%71,3). Bu katılımcıların sekizinde (%82,8) grip aşısı vardı. Lise ve üzeri eğitimli annelerin yarısından fazlası çocuklarına (%56,7) grip aşısı yaptırmıştır. Lise ve üzeri eğitimli babaların çoğu, çocuklarına grip aşısı yaptırmıştır (%78,4) (p=0,030). Sağlık güvencesi olan ebeveynlerin hemen hemen tamamı çocuklarını grip aşısı yaptırmıştır (p<0,001). Sonuç: Öğrenciler grip ve grip aşısı hakkında pek bilgi sahibi değiller. Bu nedenle çocuklar ve ebeveynler gribin etkileri, nasıl önlenebileceği ve grip aşısının ne olduğu konusunda bilgilendirilmelidir. Aim: Influenza, also known as flu, is a viral disease with high mortality and morbidity. Although every age group is at risk, people aged six months to 18 years are at high risk of developing serious flu-related complications. This descriptive study had two objectives: 1) determining primary school student’s level of knowledge about the flu, and 2) examining the factors affecting their decision to get flu shots. Material and Method: The sample consisted of 670 sixth-, seventh-, and eighth-grade students from three public and three private schools. Data were presented as percentiles, ratios, chisquares, and means (± standard deviation). The data were analyzed at a significance level of 0.05. Results: Less than a quarter of the participants defined the flu as a viral disease (23.7%). More than half the participants stated that the flu was contagious (65.5%). More than a quarter of the participants noted that the flu was transmitted through aerosols containing the virus, direct contact, or contact with contaminated surfaces (35.5%). More than half the participants said it was necessary to get flu shots (71.3%). Eight in ten of those participants had flu shots (82.8%). More than half of mothers with high school or higher degrees had their children vaccinated against the flu (56.7%). Most fathers with high school or higher degrees had their children vaccinated against the flu (78.4%) (p=0.030). Almost all parents with health insurance had their children vaccinated against the flu (p<0.001). Conclusion: Students do not know much about the flu and flu shot. Therefore, children and parents should be informed about the effects of the flu, how to avoid getting it, and what the flu vaccine is. |
4. | Resveratrol’ün Gram-pozitif ve Gram-negatif Bakteriler Üzerindeki Antibakteriyel ve Antibiyofilm Aktiviteleri The Antibacterial and Antibiofilm Activities of Resveratrol on Gram-positive and Gram-negative Bacteria Murat Karamese, Yalcin Dicledoi: 10.5505/kjms.2022.76743 Sayfalar 201 - 206 Amaç: Resveratrol (3,5,4’-trihidroksistilben), birçok patojenlere karşı antimikrobiyal aktivite gösterir. İnhibe edici konsantrasyonlarda, bakteri hareketliliğini ve haberleşme ağını azaltabileceği, bakteri toksin üretiminin azalmasına yol açabileceği ve biyofilm oluşumunu engelleyebileceği saptanmıştır. Bu çalışmada, resveratrol’ün bazı Gram-pozitif ve Gram-negatif bakteriler üzerine antibakteriyel ve antibiyofilm aktivitelerini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Staphylococcus aureus (ATCC-29213), Bacillus subtilis (ATCC-6051), Escherichia coli (ATCC-25923) ve Pseudomonas aeruginosa (ATCC-27853) bakteri suşları, 37°C’de LB sıvı besiyerinde bir gece inkübasyon sonrası üretildi. Resveratrol, %1,5 dimetil sülfoksit (DMSO) içinde çözüldü. Doksan altı kuyucuklu bir plakada 16 ila 0,5 mg/ml arasında değişen resveratrol dozları ile seri dilüsyonlar hazırlandı. Resveratrol için minimum inhibitör konsantrasyonu (MİK), mikrodilüsyon yöntemiyle belirlendi. Bakteri suşlarının biyofilm oluşturma yetenekleri, kristal viyole testi ile değerlendirildi. Bunlara ilave olarak, antimikrobiyal aktiviteyi belirlemek için agar jel difüzyon testi yapıldı. Bulgular: Bu testlerde resveratrol, 19,8 ila 22 mm arasında değişen inhibisyon çapları ve 4 mg/ml MİK değerleri ile hem Grampozitif hem de Gram-negatif bakteri suşlarının üremesini inhibe ederek antimikrobiyal özelliklerini ortaya koymuştur. Resveratrol’ün biyofilm oluşumu üzerindeki etkisi ile ilgili olarak, tüm bakteri suşları için toplam biyofilm kütlesi üzerinde %24 ila %99 arasında değişen bir inhibisyon elde edilmiştir. On altı mg/ml konsantreli resveratrol uygulaması, antibiyofilm aktivitesi için en etkili dozdur. Sonuç: Resveratrol, yalnızca doğal bir antimikrobiyal olduğu için değil, aynı zamanda fonksiyonel ve terapötik uygulamalar için potansiyel bir ajan olduğu içinde bilimsel alanda dikkat çekmiştir. Resveratrolün inhibitör etkisinin altında yatan moleküler mekanizmayı anlamak, antibiyotiklerle sinerjistik etkilerini araştırmak ve klinik pratikte uygulamak için yeni çalışmalar planlanmalıdır. Aim: Resveratrol (3,5,4’-trihydroxystilbene) shows antimicrobial activity against many pathogens. It has been detected that subinhibitory concentrations can reduce bacterial motility and interference with quorum sensing, lead to reduced bacterial toxin production, and inhibit biofilm formation. In this study, we aimed to investigate resveratrol’s antibacterial and antibiofilm activities on some Gram-positive and Gram-negative bacteria. Material and Method: The bacterial strains, including Staphylococcus aureus (ATCC-29213), Bacillus subtilis (ATCC- 6051), Escherichia coli (ATCC-25923), and Pseudomonas aeruginosa (ATCC-27853) were grown overnight in LB broth at 37°C in a humidified chamber. The resveratrol was dissolved in 1.5% of dimethyl sulfoxide (DMSO). Serial two-fold dilutions of the resveratrol, ranging from 16 to 0.5 mg/ml, were prepared in a 96-well plate. The microdilution method determined the minimum inhibitory concentration (MIC) for the resveratrol. Bacterial biofilm formation was assessed using the crystal violet assay. The agar gel diffusion assay was also performed to determine the antimicrobial activity. Results: In these assays, the resveratrol inhibited the growth of both Gram-positive and Gram-negative bacteria strains tested, with inhibition zone diameters ranging from 19.8 to 22 mm and MIC values of 4 mg/ml, confirming its antimicrobial properties. Concerning the effect of resveratrol on biofilm formation, an inhibition ranging from 24% to 99% on the total biofilm mass was achieved for all bacteria strains (Fig. 2 and Fig. 3). 16 mg/ml of resveratrol is the most effective dose for antibiofilm activity. Conclusion: Resveratrol has gained significant scientific and public attention not only for being a possible natural antimicrobial but also for its potential functional and therapeutic applications. Further studies should be planned to understand the molecular mechanism underlying resveratrol’s inhibitory effect, investigate the synergistic effects of resveratrol with antibiotics, and apply it in clinical practice. |
5. | Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu Öğrencilerinin Koronavirüs Anksiyetesi ve Covid-19 Aşısına Yönelik Tutumları Arasındaki İlişkinin Belirlenmesi Determining the Relationship Between Coronavirus Anxiety and Attitudes Towards the COVID-19 Vaccination in Students from Vocational School of Health Services Ayşe Gül Parlak, Şafak Aydındoi: 10.5505/kjms.2022.65391 Sayfalar 207 - 214 Amaç: Bu araştırma COVID-19 pandemisi sürecinde sağlık hizmetleri meslek yüksekokulu öğrencilerinin Koronavirüs anksiyetesi ve COVID-19 aşısına yönelik tutumları arasındaki ilişkinin belirlenmesi amacıyla yapıldı. Materyal ve Metot: Kesitsel türde yapılan bu araştırma Türkiye’nin doğusunda bulunan bir üniversitenin Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksekokulu’nda 2020–2021 eğitim-öğretim yılında derslere devam eden 700 öğrenci ile tamamlandı. Veriler 15–31 Ocak 2021 tarihleri arasında sosyal medya platformu (Whatsapp) aracılığıyla çevrimiçi anket yoluyla, Öğrenci Tanıtım Formu, Koronavirüs Anksiyete Ölçeği ve COVID-19 Aşısına Yönelik Tutumlar Ölçeği kullanılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde SPSS 22.0 programında standart sapma, ortalama, yüzde, sayı, bağımsız gruplarda t-testi, tek yönlü varyans analizi ve Spearman rho korelasyon analizi kullanıldı. Bulgular: Öğrencilerin COVID-19 Aşısına Yönelik Tutumlar Ölçeği Olumlu Tutum alt boyut puan ortalaması orta seviye (11,07±4,03), Olumsuz Tutum alt boyut puan ortalaması orta seviye (15,37±3,64) ve Koronavirüs Anksiyete Ölçeği puan ortalaması düşük seviye, (6,81±3,42) olarak belirlendi. Kronik hastalığa sahip, aile bireylerinde kronik hastalık bulunan, aile bireyleri COVID-19 enfeksiyonu geçiren ve COVID-19 enfeksiyonu nedeniyle aile bireyi vefat eden öğrencilerin, Koronavirüs Anksiyete Ölçeği puan ortalamaları diğer öğrencilere göre daha yüksek ve anlamlı bulundu. Sonuç: Araştırma sonuçları öğrencilerin COVID-19 aşısına yönelik olumlu tutumlarını artırmak amacıyla eğitimlerin planlanması gerektiğini vurgulamaktadır. Aim: This research was aimed to determine the relationship between coronavirus anxiety and attitudes toward the COVID-19 vaccination in students from the vocational school of health services. Material and Method: This cross-sectional study was completed with 700 students attending the Vocational School of Health Services at a university in eastern Turkey in the 2020–2021 academic year. The data were collected through an online survey via the Social media platform (Whatsapp) between 15–31 January 2021. The data were collected Student Information Form, Coronavirus Anxiety Scale, and Attitude towards the COVID-19 Vaccine. The data were evaluated using the SPSS 22.0 program with standard deviation, mean, percentage, number, t-test in independent groups, one-way analysis of variance, and Spearman rho correlation analysis. The statistical significance level was taken as p<0.05. Results: Attitudes Towards the COVID-19 Vaccine Scale positive attitude subscale mean score of the students was moderate (11.07±4.03), and their Attitudes Towards the COVID-19 Vaccine Scale negative attitude subscale mean score (15.37±3.64) was moderate. The Coronavirus Anxiety Scale mean score (6.81±3.42) was low. It was found that the students who suffered from a chronic disease, had family members with a chronic disease, had family members infected with COVID-19, and lost a family member due to COVID-19 had higher Coronavirus Anxiety Scale mean scores compared to the other students and this was statistically significant. Conclusion: These results highlight that training should be planned to increase students’ positive attitudes toward the COVID-19 vaccine. |
6. | Küçük hücre Dışı Akciğer Karsinomlarında Tümörün Farklı Örnekleme Prosedürlerine Göre PD-L1 Immünohistokimyasal Sonuçlarının Değerlendirilmesi. Hücre Blokları PD-L1 Değerlendirilmesinde Kullanılabilir mi? Analysis of PD-L1 Immunohistochemistry Results for Different Sampling Procedures of Non-small Cell Lung Carcinoma. Can We Use Cell Blocks for Evaluation of PD-L1? Esin Kaymaz, Haldun Umudumdoi: 10.5505/kjms.2022.65390 Sayfalar 215 - 222 Amaç: Güncel kılavuzlar, akciğer kanserleri başta olmak üzere çoğu tümörde PD-L1 ekspresyonunun immünohistokimyasal olarak değerlendirilmesini önermektedir. Ancak, tümör heterojenitesi nedeniyle PD-L1'in değerlendirilmesi kolay değildir. Çalışmamız, akciğerin küçük hücre dışı karsinomlarda PD-L1’ in farklı boyanma paternlerini ve bu ekspresyonun klinikopatolojik özelliklerle ilişkisini değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Bu amaçla 2018-2019 yıllarında immünohistokimyasal olarak çalışılan PD-L1'in ekspresyon paternlerini retrospektif olarak analiz edildi. Yapılan işlemin prosedürü (biyopsi/aspirasyon), tümör tipi, hastanın yaşı, cinsiyeti gözden geçirildi. PD-L1 pozitif tümör hücreleri, yoğunluk ve dağılım baz alınarak yüzdelerine göre negatif (<%1), düşük ekspresyon (%1-49) ve yüksek ekspresyon (>%50) olarak kategorize edildi. Bulgular: Çalışmamızda, hücre bloğunda PD-L1'in değerlendirmesi için gereken hücresellik tatmin edici bulundu. Hücre bloğunda az sayıda hücre bile olsa PD-L1 ile pozitif boyama elde edilebildi. Hücre bloğunda PD-L1 ekspresyonunun optimal değerlendirilmesi için tümör hücre oranı %10 sınırı anlamlı bulundu (p=0,002). PD-L1 ekspresyonu negatif olan olgular çoğunlukla küçük biyopsi örneklerine %48,3) aitti. Ancak histolojik ve sitolojik örneklerdeki PD-L1 ekspresyonu farkı anlamlı değildi (p=0,79). Bunun yanında skuamöz hücreli karsinom tanısı alan olguların neredeyse yarısında (%48,3) PD-L1 ekspresyonu negatif olarak saptandı. Adenokarsinom olgularının yarısından fazlasında (%51,8) PD-L1 ekspresyon oranı %1-49 arasındaydı. Histolojik alt tip PD-L1 boyanmasında anlamlı farklılık göstermedi (p=0,009). Sonuç: Analizimize göre, PD-L1 ekspresyonunun immünohistokimyasal olarak değerlendirilmesinde hücre blokları kullanılabilir. Hem sitolojik ve hem de histolojik doku örneklerinde PD-L1 ekspresyonlarının analizi diğer çalışmalar için yol gösterici olabilir. Aim: Current guidelines recommend evaluating the expression of PD-L1 immunohistochemically in most tumors, especially lung cancer. However, it is not easy to evaluate the immunohistochemical staining of PD-L1 because of the tumor heterogeneity. Therefore, we aim to evaluate the different patterns of PD-L1 in the lung’s nonsmall cell carcinoma and the relationship with clinicopathological features. We also wanted to see if cell blocks obtained from cytology materials can be an alternative for PD-L1 immunohistochemistry. Material and Method: We retrospectively analyzed the immunohistochemical patterns of PD-L1 performed between 2018 and 2019. Biopsy/aspiration procedure of tumors, tumor type, patient’s age, and gender were reviewed. Positive tumor cells (percentage) were categorized according to density and distribution as negative (<1%), low expression (1–49%), and high expression (>50%). Results: Material adequacy was found to be satisfactory in evaluating PD-L1 in the cases of cell blocks. Positive staining with PDL1 was detected even with a small number of tumor cells in the cell block. For optimal evaluation of PD-L1 expression in the cell block, the tumor cell ratio of 10% is significant (p=0.002). The cases with negative PD-L1 expression mostly belonged to small biopsy samples (48.3%). However, the difference in PD-L1 expression in histological and cytological samples was insignificant (p=0.79). Besides this, expression of PD-L1 was negative in almost half of the cases (48.3%) diagnosed with squamous cell carcinoma. In adenocarcinoma cases, the PD-L1 expression rate was between 1–49 % in more than half (51.8%) of them. The difference in histological subtype was not significant in PD-L1 staining (p=0.009). Conclusion: In conclusion, we can use cell blocks for immunohistochemical evaluation of PD-L1 expression. Analysis of PD-L1 staining in cytological and histological tissue samples may be a guide for other studies. |
7. | Sağlığın Sosyal Belirleyicileri İsteğe Bağlı Düşüğü Etkiliyor mu? Hastane Odaklı Kesitsel Bir Çalışma Do Social Determinants of Health Affect Discretionary Abortion? A Hospital Focused Cross-sectional Study Ülkü Ayşe Türker Aras, Burcu Dinçgez Çakmak, Binali Çatakdoi: 10.5505/kjms.2022.48108 Sayfalar 223 - 226 Amaç: İkinci basamak kamu hastanesinde kadın doğum polikliniğine müracaat edip muayene olan 49 yaş üzerindeki kadınlarda isteğe bağlı düşüklerin düzeyi ve ilişkili faktörleri belirlemek amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: İkinci basamak devlet hastanesinde 15 Ocak-15 Mart 2021 tarihleri arasında başvuran hastalara isteğe bağlı düşük yapıp yapmadıkları sorulmuştur. Ayrıca bu hastaların sosyo-demografik, biyo-demografik ve sosyo-ekonomik özellikleri yüz yüze görüşme tekniği ile kayıt edilmiştir. Bulgular: Köyde yaşayan kadınlar referans alındığında şehir merkezinde yaşayan kadınlarda isteğe bağlı kürtaj 7.954 (CI: 3.625– 17.449) kat, geniş ailede yaşamak referans alındığında çekirdek ailede yaşayanlarda 2.990 (CI: 1.270–7.038) kat, sosyal sağlık güvencesi olanlar referans alındığında olmayanlarda 7.719 (CI: 3.614–16.487) kat, eve giren toplam gelir düzeyi yeterli olanlar referans alındığında yetersiz olanlarda 6.637 (CI: 3.059–14.401) kat daha fazladır. Sonuç: Türkiye’nin doğu bölgelerinde sağlık hizmetleri ve korunma yöntemlerine ulaşımı artıracak sosyal hizmet politikaları düzenlenmelidir. Aim: It was aimed to determine the level of voluntary abortions and related factors in women over the age of 49 who applied to the obstetrics and gynecology outpatient clinic in a secondary public hospital and were examined. Material and Method: Patients who applied to the secondary care state hospital between January 15 and March 15, 2021, were asked whether they had an optional abortion. In addition, the patients’ socio-demographic, bio-demographic, and socioeconomic characteristics were recorded by face-to-face interview technique. Results: When women living in villages are taken as reference, optional abortions are 7,954 (CI: 3,625–17,449) times for women living in the city center, 2,990 times for those living in a nuclear family when living in an extended family is taken as reference, 7,719 times for those who have social health insurance as a reference (CI: 3,614–16,487) times, when the total income level of people entering the house is taken as reference, it is 6,637 (CI: 3,059–14,401) times more for those who are inadequate. Conclusion: Social service policies should be arranged to increase access to health services and prevention methods in the eastern regions of Turkey. |
8. | Orta ve Yüksek Olasılıklı Koledokolitiazis Hastalarında Endosonografinin Rolü The Role of Endosonography in Patients With Moderate and High Probability of Choledocholithiasis Rasim Eren Cankurtaran, Zahide Şimşek, Yusuf Coşkundoi: 10.5505/kjms.2022.45389 Sayfalar 227 - 232 Amaç: Bu çalışmada ASGE skoruna göre orta-yüksek olasılıklı koledokolitiazis hastalarında EUS’nin tanısal etkinliğini ve klinik pratikteki yerini araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Bu çalışma Ağustos 2015-Ağustos 2016 tarihleri arasında Gastroenteroloji klinğine başvuran orta ve yüksek olasılıklı koledokolitiazis hastalarını içermektedir. Koledokolitiazis şüphesiyle EUS ve/veya ERCP yapılan hastaların sonuçları hastane kayıtlarından retrospektif olarak tarandı. Bulgular: Çalışmaya 229 hasta dâhil edildi ve bunların %56,3 (n=129)’ü kadın ve hastaların yaş ortalaması 62,8±18,3 (20–91) idi. “Endosonography”nin duyarlılığı % 89,2, özgüllüğü %94,6, pozitif prediktif değeri %95,6, negative prediktif değeri % 86,9 olarak bulundu. “Abdominal ultrasonography” ve EUS’de ölçülen koledok çapının CBDSs’leri öngörmede tanısal değerlere sahip olduğu bulundu [AUC (% 95 GA p); sırasıyla, 0,617 (0,409–0,825) p=0,310 ve 0,765 (0,619–0,915) 0,020]. Sonuç: Endosonography hem yüksek tanısal hem de düşük invaziv bir prosedür tanı yöntemi olduğundan CBDSs şüphesi olan hastalarda giderek daha fazla kullanılmaktadır. “Common bile duct stone” şüphesi olan hastaların EUS ve deneyimli bir endoscopist olan bir merkeze yönlendirilmesi hastanın doğru tanı almasını ve gereksiz invaziv müdahalelere maruz kalmamasını sağlayacaktır. Aim: In this study, we aimed to investigate the diagnostic efficiency and place of EUS in clinical practice in patients with moderate to a high probability of choledocholithiasis according to their ASGE score. Material and Method: This study includes patients with moderate to high risk of CBDSs who were admitted to the Department of Gastroenterology between August 2015-August 2016. The results of patients undergoing EUS and ERCP for suspected choledocholithiasis were retrospectively reviewed from the hospital registry. Results: Two hundred and twenty nine patients were included in the present study and 56.3% of the patients (n=129) were female, and the average age of the patients was 62.8±18.3 (20–91). The sensitivity of EUS was found to be 89.2%. The specificity was 94.6%, the positive predictive value was 95.6%, and the negative predictive value was 86.9%. In addition, the choledochal diameter measured in AUS and EUS was found to have diagnostic values in predicting the CBDSs [AUC (95% GA p); respectively, 0.617 (0.409–0.825) p=0.310 and 0.765 (0.619–0.915) 0.020]. Conclusion: Endosonography is both a high-diagnostic and a low-invasive diagnostic method, so it is increasingly used in patients with suspected CBDSs. Referral of suspected patients with CBDSs to a center with EUS and an experienced endoscopist will ensure that the patient receives the correct diagnosis and is not subjected to unnecessary invasive procedures. |
9. | Ekstrakorporeal Şok Dalga Litotripsinin Tedavi Başarısında Yoğun Ağrı Yönetiminin Önemi The Importance of Intense Pain Management for the Treatment Success of Extracorporeal Shock Wave Lithotripsy Deniz İpekdoi: 10.5505/kjms.2022.35336 Sayfalar 233 - 236 Amaç: Şok dalgası litotripsi ağrılı bir işlemdir ve yeterli analjezi gerektirir. Bu çalışmada ekstrakorporeal şok dalga litotripsisinde etkin ağrı yönetiminin radyasyon dozu ve ameliyat süresi gibi objektif parametrelere etkisinin belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmaya toplam 202 hasta dâhil edildi. Hastalar iki gruba ayrıldı. Birinci gruba etkili ağrı kontrolü için üçlü analjezi kombinasyonu (hiyosin N-bütilbromür, metamizol, petidin) uygulandı. İkinci gruba tek başına diklofenak sodyum verildi. Bulgular: Grup 1’de 100, grup 2’de 102 hasta vardı. Tedavi süresi, litotripsi süresi, şok dalgalarının sıklığı ve kullanılan radyasyon dozları açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,05). Sonuç: ESWL’de etkin ağrı yönetimi işlem süresini, süresini ve radyasyon dozunu azaltarak tedavinin başarısını artırmaktadır. Aim: Shockwave lithotripsy is a painful procedure and requires adequate analgesia. This study aimed to determine the effect of effective pain management in extracorporeal shock wave lithotripsy on objective parameters such as radiation dose and operation time. Material and Method: A total of 202 patients were included in the study. The patients were divided into two groups. The first group was administered a triple analgesia combination (hyoscine N-butylbromide, metamizole, pethidine) for adequate pain control. The second group was administered diclofenac sodium alone. Results: There were 100 patients in group 1 and 102 in group 2. There was a statistically significant difference between the groups in the duration of treatment, lithotripsy period, frequency of shock waves, and radiation doses used (p<0.05). Conclusion: Effective pain management in ESWL reduces the procedure time, period, and radiation dose, thus increasing the success of the treatment. |
10. | Sağlık Profesyonellerinin Kan Transfüzyon Uygulamaları, Saklanması, Klinik Kullanımı ve Reaksiyonları Hakkında Bilgi Düzeyi Knowledge of Health Professionals on Blood Transfusion Practices, Storage, Clinical Use and Reactions Yeşim Uygun Kızmaz, Mehmet Emirhan Işık, Cenk İndelendoi: 10.5505/kjms.2022.65481 Sayfalar 237 - 241 Amaç: Kan transfüzyonu da bir doku naklidir ve birçok alanda uygulanmaya devam edilmektedir. Transfüzyon eğitimi tüm sağlık çalışanlarına verilmeli ve yeni gelişmeler ışığında bilgiler güncellenmelidir. Çalışmamızda hekim ve hemşirelerin kan ürünlerinin klinik kullanımı ve transfüzyonu hakkındaki bilgilerini değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve Metot: Kan ve kan ürünleri transfüzyonu konusunda bilgi düzeylerinin belirlenmesi ve karşılaştırılması amacıyla xxxxx Hastanesi cerrahi ve koroner yoğun bakımları ile servislerinde çalışan 147 doktor ve hemşireye 01,10,2021–15,10,2021 tarihleri arasında toplam 16 sorudan oluşan bir anket uygulanmıştır. Anket soruları Temel transfüzyon bilgileri, Kan ürünlerinin klinik kullanımı, Transfüzyon reaksiyonları, Kan ürünlerinin saklanması konularında dört ana başlık olarak hazırlanmıştır. Bulgular: Katılımcıların %65,3 (n: 96) kadın idi ve yaş ortalaması 29,6±6,5 olarak saptandı. Doktorların ve hemşireleri yaş ortalaması sırasıyla (35,3±8,1 vs. 27,4±4,0<0,001) istatistiksel olarak anlamlı bulundu. Hiçbir çalışan tüm sorulara doğru yanıt veremedi ve sadece dört hekim 15 soruya doğru yanıt verdi. Hemşireler en fazla 13 soruya cevap verebildi (n: 3). Toplamda dört soruda hekimler istatistiksel olarak anlamlı yanıt verirken, diğer sağlık çalışanları yalnız bir soruda (soru 14) hekimlerden istatistiksel olarak daha iyi yanıt verdikleri belirlendi. Toplamda tüm çalışanların doğru cevap verme ortalaması 9’du (7–10 aralığı). Hekimler 10 (9–12), diğer sağlık çalışanları 9 (7–10) soruya doğru yanıt vermişlerdi ve istatistiksel olarak anlamlı saptanmadı. Sonuç: Hekim ve sağlık çalışanlarının transfüzyon uygulamalarındaki bilgi düzeylerinin mezuniyet sonrası da devam ettirilmesi önemlidir. Güncel gelişmeler ile ilgili olarak hizmet içi eğitimlerin yansıra bilimsel toplantılardan da yararlanmaları sağlanmalıdır. Aim: Blood transfusion is also a tissue transplant and continues to be applied in many areas. Blood Transfusion training should be given to all healthcare professionals, and information should be updated in light of new developments. In our study, we aimed to evaluate the knowledge of physicians and nurses about the clinical use and transfusion of blood products. Material and Method: A questionnaire consisting of 16 questions was applied to 147 doctors and nurses working in the surgical and coronary intensive care units of XXXX Hospital between 01.10.2021 and 15.10.2021 to determine and compare their knowledge levels on blood and blood product transfusion. Questionnaire questions were prepared under four main headings: Basic transfusion information, clinical use of blood products, transfusion reactions, and storage of blood products. Results: 65.3% (n: 96) of the participants were female, and the mean age was 29.6±6.5. The mean age of the doctors and nurses, respectively (35.3±8.1 vs. 27.4±4.0 <0.001), was statistically significant. No employee could answer all questions correctly, and only four physicians answered 15 questions correctly. Nurses could answer a maximum of 13 questions (n: 3). While physicians gave statistically significant answers to 4 questions in total, it was determined that other healthcare professionals gave statistically better answers than physicians in only one question (Question 14). All employees’ average correct answers were 9 (range 7–10). Physicians gave correct answers to 10 (9–12) questions and other healthcare professionals 9 (7–10) questions, and it was not statistically significant. Conclusion: It is essential to maintain the knowledge level of physicians and health workers in transfusion practices after graduation. It should be ensured that they benefit from scientific meetings and in-service training regarding current developments. |
11. | Yüksek Rakımda Obstruktif Uyku Apnesi Sendromu ile 25-Hidroksivitamin D Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi Relation Between Obstructive Sleep Apnea Syndrome and 25-Hydroxyvitamin D Levels in Patients at High Altitude Kağan Tur, Eray Atalaydoi: 10.5505/kjms.2022.82856 Sayfalar 242 - 246 Amaç: Mevcut çalışmada, yüksek rakımlı coğrafi bölgede yaşayan hastalarda obstrüktif uyku apne sendromunun şiddeti ile serum 25-hidroksivitamin D düzeyleri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metot: Çalışmaya obstrüktif uyku apne sendromu olan 50 hasta ve 18 sağlıklı birey katıldı. Apne Hipopne İndeksi skorları tüm gece polisomnografisi ile ölçüldü ve AHI<15: kontrol, 15≥AHI<30 orta derecede obstrüktif uyku apnesi ve AHI≥30 şiddetli obstrüktif uyku apnesi olarak sınıflandırıldı. Hastaların serum 25-hidroksivitamin D düzeyleri ölçüldü. Bulgular: Lojistik regresyon analizinde apne hipopne indeksi ile 25-hidroksivitamin D düzeyleri arasında bağımsız korelasyon görüldü (AUROC=0,658, p=0,028). Kontrol grubu ile obstrüktif uyku apnesi grubu arasında 25-hidroksivitamin D düzeyleri ile istatistiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0,05). D vitamini eksikliği ve normal D vitamini düzeyleri için orta ve şiddetli obstrüktif uyku apnesi grupları arasında anlamlı ilişki gözlendi (p<0,0001). Sonuç: Yüksek rakımda yapılan mevcut çalışmada 25-hidroksivitamin D düzeyleri ile obstrüktif uyku apnesi şiddeti arasında bağımsız bir ilişki olduğunu gözlemlendi. Çalışmamız rakımı 1768 metreden fazla olan yüksek rakımlı bölgede yapılmıştır. Vitamin D düzeylerinin dikkatli yönetimi, obstrüktif uyku apne sendromu gelişiminin önlenmesinde tıbbi durumlarının iyileştirilmesinde yardımcı role sahip olabilir. Aim: Present study’s objective is to investigate the relationship between serum 25-hydroxyvitamin D and the severity of sleep apnea at altitude. Material and Method: Fifty obstructive sleep apnea syndrome patients and 18 persons without apnea participated in this study. Apnea Hypopnea Index scores were measured with polysomnography during the night and classified as AHI<15: control, 15≥AHI<30 moderate, and AHI≥30 severe obstructive sleep apnea. In addition, the serum 25-hydroxyvitamin D levels of the patients were also measured. Results: In the logistic regression analysis, it was found that there was an independent correlation between the apnea-hypopnea index and 25-hydroxyvitamin D (AUROC=0.658, p=0.028). We found a significant difference between the control and obstructive sleep apnea groups for 25-hydroxyvitamin D (p<0.05). A significant relationship has been found between moderate and severe obstructive sleep apnea groups for vitamin D deficiency and average vitamin D (p<0.0001). Conclusion: We found an independent association between 25-hydroxyvitamin D and obstructive sleep apnea severity at high altitudes. An interesting point of our study is that our study has been conducted at a high altitude region with an elevation of more than 1768 meters. Therefore, effective vitamin D management may help prevent obstructive sleep apnea syndrome development, and patients’ medical status can be improved. |
12. | Subklinik Hipotiroidi QRS ve P Dalgası Aksını Değiştirir mi? Does Subclinical Hypothyroidism Alter the Axis of QRS and P Waves? Timor Omar, Metin Çağdaş, Mahmut Yesin, Doğan Ilis, Muammer Karakayalı, İnanc Artac, Mustafa Avcı, Hikmet Utku Odman, Yavuz Karabağ, Ibrahim Rencüzoğullarıdoi: 10.5505/kjms.2022.87846 Sayfalar 247 - 251 Amaç: Subklinik hipotiroidi (SCH)’nin yüzeyel 12-lead’li elektrokardiyografi (EKG)’de yaptığı değişikler tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. SCH ile EKG’deki P dalgası ve QRS eksenleri ve 2D speckle-tracking ekokardiyografi (2D-STE) ile incelenen kardiyak fonksiyonlar dâhil kardiyak elektromekanik arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Bu kesitsel çalışmaya 10 Kasım 2018 ile 30 Ocak 2019 tarihleri arasında dâhiliye polikliniğine başvuran 109 SCH hastası dâhil edildi. Tüm hastaların başvuru anındaki EKG, 2D-STE görüntüleri ve laboratuvar bulguları kaydedildi. Bulgular, 74 sağlıklı yetişkinden oluşan cinsiyet ve yaş uyumlu kontrol grubuyla karşılaştırıldı. Bulgular: Hastaların ortanca yaşı 41 (IQR, 34–50) yıl ve %76,1’i kadındı. QTc süresi hasta grubunda kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha uzundu.[435 ms (IQR, 421–457) vs. 424 ms (IQR, 412–438), p=0,001]. P dalgası ve QRS eksenleri dâhil kalan EKG özellikleri hasta ve kontrol grupları arasında benzerdi. Sol ventrikül global longitudinal strain dâhil ekokardiyografi ve laboratuvar bulguları açısından hastalar ve kontrol grubu arasında anlamlı fark yoktu. Sonuç: Çalışmamıza göre, 2D-STE ile incelendiğinde SCH hastalarının miyokard hareketinde değişiklik olmadığını görüldü. Ayrıca, bu hastaların ötiroid bireylerden daha uzun QTc süresine sahip olması dışında, önemli EKG değişikliklerine neden olmadığı ortaya kondu. Aim: What changes subclinical hypothyroidism (SCH) causes on the 12-lead surface electrocardiogram (ECG) has remained elusive. We examined the relationship between subclinical hypothyroidism and cardiac electromechanics, including P wave and QRS axes on ECG and cardiac functions by 2D speckle-tracking echocardiography (2D-STE). Material and Method: This cross-sectional study included 109 SCH patients who presented to the internal disease outpatient clinic between November 10, 2018, and January 30, 2019. ECG, 2D-STE images, and laboratory findings at admission were recorded for all patients. Findings were compared with a sex and age-matched control group of 74 healthy adults. Results: The median age of the patients was 41 (IQR, 34–50) years, and 76.1% were female. QTc interval was significantly longer in the patient group than in the control group.[435 ms (IQR, 421–457) vs. 424 ms (IQR, 412–438), p=0.001]. The remaining ECG features, including P wave and QRS axes, were similar between the patient and control groups. There were no significant differences between the patients and control group regarding laboratory and echocardiography findings, including left ventricle global longitudinal strain. Conclusion: According to our findings, individuals with SCH exhibited no change in myocardial mobility as measured by strain echocardiography. In addition, SCH may not cause significant ECG changes, except that these patients have a longer QTc interval than subjects with euthyroidism. |
13. | COVID-19 Pandemisi Sırasında Uzaktan Eğitimde Kullanılan Çevrimiçi Araçlar ve Öğretim Yöntemlerinde Hemşirelik Öğrencilerinin Motivasyon ve Tutumları: Kesitsel Bir Çalışma Online Tools and Instructional Methods Used in Distance Learning on the Motivation and Attitudes of Nursing Students During COVID-19 Pandemic: A Cross-sectional Study Arife Şanlıalp Zeyrek, Özlem Fidan, Sümeyye Arslandoi: 10.5505/kjms.2022.66743 Sayfalar 252 - 260 Amaç: Bu çalışmanın amacı, uzaktan eğitimde kullanılan çevrimiçi araç ve öğretim yöntemlerinin hemşirelik öğrencilerinin motivasyon ve tutumlarına etkisini belirlemektir. Materyal ve Metot: Tanımlayıcı ve kesitsel tipteki bu araştırma, Türkiye’de bir üniversitenin hemşirelik bölümünde öğrenim gören 280 öğrenci ile gerçekleştirilmiştir. Veriler, Demografik form, Öğretim Materyalleri Motivasyon Anketi ve Uzaktan Eğitime Yönelik Tutum Ölçeği ile Google dokümanları aracılığıyla Mart ve Haziran 2021 arasında toplanmıştır. Bulgular: Hemşirelik öğrencilerinin uzaktan eğitimden memnuniyetlerinin (5±2,42), öğretim materyallerine yönelik motivasyonlarının (81,50±15,92) ve uzaktan eğitime yönelik tutumlarının (98,96±20,32) orta düzeyde olduğu belirlenmiştir. Uzaktan eğitim öğretim yöntemlerinden video çekiminin öğretim materyallerine yönelik motivasyon ile (t=2,534, p=0,012) ve vaka çalışmasının uzaktan eğitime yönelik tutumla (z=-2,262, p=0,024) anlamlı şekilde ilişkili olduğu bulunmuştur. Öğrencilerin uzaktan eğitime yönelik tutumları ile öğretim materyallerine yönelik motivasyon (r=0,521, p=0,000), yaş (r=0,158, p=0,008), memnuniyet (r=0,665, p=0,000), sınıfları (r=0,154, p=0,010) arasında pozitif yönde, çevrimiçi ders saatleri (r=-0,129, p=0,031) ile negatif yönde istatistiksel olarak anlamlı bir ilişkili bulunmuştur. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçları, öğrencilerin öğretim materyallerine yönelik motivasyon, yaş, memnuniyet ve notları arttıkça uzaktan eğitime yönelik tutumlarının daha olumlu olduğunu ve çevrimiçi ders saatleri arttıkça tutumlarının daha olumsuz olduğunu göstermiştir. Aim: This study aims to determine the effects of online tools and instructional methods used in distance education on the motivation and attitudes of nursing students. Material and Method: This descriptive and cross-sectional study was carried out with 280 students studying in the nursing department of a university in Turkey. Data were collected between March and June 2021 through Google docs, including the Demographic form, The Instructional Materials Motivation Survey, and The Attitude Scale towards Distance Education. Results: It was found that the satisfaction of nursing students from distance education (5±2.42), their motivation for instructional materials (81.50±15.92), and their attitudes towards distance education (98.96±20.32) were at a moderate level. Among instructional methods of distance education, video assignment was found to have a significant relationship with motivation for instructional materials (t=2.534, p=0.012), and case study was found to be significantly correlated with the attitude towards distance education (z=-2.262, p=0.024). The attitudes of students towards distance education were found to be positively correlated with their motivation for instructional materials (r=0.521, p=0.000), age (r=0.158, p=0.008), satisfaction (r=0.665, p=0.000) and grade (r=0.154, p=0.010). They were found to be negatively correlated with online class hours (r=-0.129, p=0.031). Conclusion: The results of this study showed that the students’ attitudes towards distance education were more positive as their motivation for instructional materials, age, satisfaction, and grades increased, and their attitudes were more negative as their online class hours were prolonged. |
14. | Mitral Anüler Kalsifikasyon ile CRP/albümin Oranı Arasındaki Ilişkinin Değerlendirilmesi Evaluation of the Relationship Between Mitral Annular Calcification and CRP/albumin Ratio Kürşat Akbuğa, Hatice Kayıkcıoğludoi: 10.5505/kjms.2022.56833 Sayfalar 261 - 264 Amaç: Mitral anüler kalsifikasyon (MAK) ile aterosklerotik hastalıklar arasındaki ilişki bilinmektedir. CRP/albümin oranı (CAO), aterosklerotik sürecin iltihaplanmasının göstergelerinden biridir. Amacımız MAK ve CAO değerleri arasındaki ilişkiyi incelemektir. Materyal ve Metot: Ocak 2021 ile Aralık 2021 tarihleri arasında geriye dönük olarak 197 MAK’li hasta ve 200 kişilik bir kontrol grubu çalışmaya alındı. CRP/albümin oranı ve MAK arasındaki ilişkiyi laboratuvar bulguları, ekokardiyografi raporları ve hastaların demografik özelliklerini içeren hastane kayıtlarına göre analiz ettik. Bulgular: Kontrol grubuna göre MAK’li hastalarda daha yüksek CAO değerleri bulduk (p<0,001). Ayrıca, CAO, yapılan regresyon analizine göre MAK için öngördürücüydü (OR: 52,37, %95 GA: 7,37–372,06, p<0,001). Sonuç: Enflamasyonun önemli göstergelerinden olan CAO değerleri, MAK’li hasta popülasyonunda daha yüksekti. Bu bulgu, enflamasyonun MAK patogenezinde de etkili olduğunu ortaya koyabilir. Aim: The relationship between mitral annular calcification (MAC) and atherosclerotic diseases is known. The CRP/albumin ratio (CAR) is one of the indicators of inflammation of the atherosclerotic process. We aim to examine the relationship between MAC and CAR values. Material and Method: The study included 197 patients with MAC and a control group of 200 retrospectively between January 2021 and December 2021. We analyzed the relationship between CAR and MAC according to the hospital records, including laboratory findings, echocardiography reports, and patient characteristics. Results: We found higher CAR values in patients with MAC compared to the control group (p<0.001). In addition, CAR was predictive for MAC determined by regression analysis (OR: 52.37, 95% CI: 7.37–372.06, p<0.001). Conclusion: CRP/albumin ratio values, essential indicators of inflammation, were higher in the patient population with MAC. This finding may reveal that inflammation is also effective in the pathogenesis of MAC. |
OLGU SUNUMU VEYA SERISI | |
15. | Karaciğer Hidatik Kistinin Ciddi Bir Komplikasyonu: Karın İçi Rüptür A Serious Complication of Liver Hydatid Cyst: Intra-abdominal Rupture Tolga Kalaycı, Serkan Tayardoi: 10.5505/kjms.2022.42103 Sayfalar 265 - 269 Karın içi rüptür hidatik kistin ciddi ve nadir bir komplikasyonudur. Bu vaka raporunun amacı, karaciğer hidatik kist spontan intraabdominal rüptürünün tanı ve tedavi algoritmasını sunmaktır. Kırk altı yaşında bayan hasta kolanjit tanısı ile gastroenteroloji servisinde takibe alındı. Hastaya endoskopik retrograd kolanjiyopankreatografi (ERCP) uygulandı. Endoskopik retrograd kolanjiyopankreatografi sonrası 1. günde hastanın karın ağrısı ve vital bulguları kötüleşti. Hasta hemodinamik olarak stabilize edildikten sonra intravenöz kontrastlı bilgisayarlı tomografi (BT) çekildi. Bilgisayarlı tomografide karaciğer kubbesinde intraperitoneal serbest havanın eşlik ettiği 130 mm çapında hava içerikli hidatik kist mevcuttu. Hastada karaciğer hidatik kist perforasyonu düşünüldü ve hasta acil laparotomiye alındı. Kolesistektomi ile kistotomi ve unroofing yapıldı. Hastaya takibin 6. gününde satürasyonun düşük olması (%90 nazal oksijen desteği altında) nedeniyle kontrol toraks BT çekildi. Bilgisayarlı tomografide sağ hemitoraksta plevral efüzyon nedeniyle hastaya torasentez yapıldı ve 500 cc seropürülan sıvı aspire edildi. Postoperatif 14. günde hasta komplikasyonsuz taburcu edildi ve 10 mg/kg/gün albendazol tedavisi verildi. Birinci ay takibinde kontrol BT’de patoloji saptanmadı. Intra-abdominal rupture is a severe and rare complication of a hydatid cyst. This case report is aimed to present the diagnosis and treatment algorithm for spontaneous intra-abdominal rupture of liver hydatid cyst. A 46-year-old lady was followed up in the gastroenterology service with a cholangitis diagnosis. Endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP) was applied to the patient. The patient’s abdominal pain and vital signs worsened on the first day after ERCP. After the patient was hemodynamically stabilized, intravenous contrast-enhanced computed tomography (CT) was performed. On CT, there was a 130 mm diameter air-containing hydatid cyst in the liver dome accompanied by intraperitoneal free air. Liver hydatid cyst perforation was considered in the patient, and the patient was taken for an emergency laparotomy. Cystotomy and unroofing were performed with cholecystectomy. Control thorax CT was performed on the patient due to low saturation (90% under nasal oxygen support) on the sixth day of followup. Due to pleural effusion in the right hemithorax on the CT scan, thoracentesis was performed on the patient, and 500 cc of seropurulent fluid was aspirated. On the 14th postoperative day, the patient was discharged without any problem and was prescribed 10 mg/kg/day of albendazole. No pathology was detected on the control CT in the first-month follow-up. |
DERLEME | |
16. | Voleybol Oynamanın Bilişsel Yararları: Sistematik bir Derleme The Cognitive Benefits of Playing Volleyball: A Systematic Review Evrim Gökçe, Emel Gunes, Erhan Nalçacıdoi: 10.5505/kjms.2022.90008 Sayfalar 270 - 280 Bu sistematik derleme, açık beceri sporu olan voleybolun biliş üzerindeki etkilerini incelemeyi hedeflemiştir. Belirlenen araştırma kriterleri ile 417 çalışmaya erişilmiş ve nörofizyolojik bulguları içeren 21 çalışma değerlendirmeye uygun bulunmuştur. Çalışmaların çoğunluğu, voleybolcularda kontrol gruplarına kıyasla bilişsel iyileşme bildirmiştir. Daha az sayıda çalışma, voleybol oynamanın diğer spor türlerine göre daha üstün etkileri olduğunu göstermiştir. Bulgular, voleybol oynamanın biliş üzerinde, özellikle yürütücü işlevlerde geliştirici bir etkiye sahip olduğunu göstermiştir. This systematic review examines the effects of playing volleyball, an open-skill sport, on cognition. Four hundred seventeen studies were accessed with specified search criteria, and 21 studies containing neurophysiological outcomes were found eligible for evaluation. Most studies reported cognitive improvement in volleyball players compared to control groups. Fewer studies demonstrated superior effects of playing volleyball over other sports types. Results indicate that playing volleyball has an improving effect on cognition, mainly executive functions. |
17. | Geçmişten Bugüne, SARS-CoV-2 Enfeksiyonun Epidemiyolojisi ve Tedavi Yolları: Derleme Past to Present, Epidemiology of SARS-CoV-2 Infection and Ways of Treatment: A Review Orhan Uluçay, Elif Altunkülah, Ünal Alkaşidoi: 10.5505/kjms.2022.90757 Sayfalar 281 - 291 Tüm dünyaya hızla yayılan COVID-19 pandemisi 2019’un sonunda Çin’in Hubei eyaleti Wuhan şehrinde ortaya çıkmıştır. 12 Mart 2020 itibariyle Dünya Sağlık Örgütü tarafından pandemi olarak ilan edilmiştir. Tüm dünyada milyonlarca insanın enfekte olmasına ve çok sayıda kişinin yaşamını kaybetmesine neden olan SARS-CoV-2 virüsü halen daha ciddi bir halk sağlığı problemi olarak etkisini sürdürmektedir. Virüsün yarasa kaynaklı olduğu düşünülmektedir. İnkübasyon süresi ortalaması 4–5 gün (0–14 gün) olarak gösterilmiştir. En yaygın semptomları ateş, kuru öksürük, eklem ağrıları, baş ağrısı ve nefes darlığıdır. Hastalık ileri yaş ve farklı hastalık tedavisi gören kişilerde şiddetli ve mortal etkilerde gösterebilmektedir. Hastalığın teşhisi, şüpheli vakaların solunum yollarından alınan örneklerin özel primerler kullanılarak moleküler analizlerinin yapılmasıyla olur. Temelde tedavide destekleyici vitamin ve protein desteğinin yanında sayıları günden güne artış gösteren spesifik aşılar da üretilmektedir. İnsanların birbirleriyle tokalaşması ve sarılması gibi yakın temasların olmaması ve muhtemel hastaların izolasyonu, hastalığın yayılmasını engellemede en etkin yöntemlerden birisidir. Bulaştan korunmak için maske ve eldiven gibi kişisel koruyucu ekipmanların yanında sürekli bir şekilde temizlik salgın ile mücadelede oldukça büyük öneme sahiptir. Yapılan bu çalışma; özellikle aşılarda yapılan güncel ilerlemeler ile, COVID-19 pandemisine genel bir perspektifte bakmak ve geçmişte dünyada yaşanan pandemi süreçlerini değerlendirmektir. COVID- 19’un dünyada ve Türkiye’de etkisini de dikkate alarak, çıkarımlarda bulunmaktır. The rapidly spreading COVID-19 pandemic, which has spread worldwide, emerged at the end of 2019 in Wuhan, Hubei province of China. It has been declared a pandemic by the World Health Organization as of March 12, 2020. The SARS-CoV-2 virus, which caused millions of people to be infected and killed many people worldwide, is a severe public health problem. The average incubation period is 4–5 days (0–14 days). The most common symptoms are fever, dry cough, joint pains, headache, and shortness of breath. The disease can show severe and mortal effects in people with advanced age and different treatments. The disease diagnosis is made by molecular analysis of respiratory samples of suspected cases using special primers. In addition to supportive vitamin and protein support in treatment, specific vaccines are produced, the number of which increases day by day. The absence of close contact, such as handshaking and hugging, and the isolation of possible patients are among the most effective methods to prevent the disease’s spread. In addition to personal protective equipment such as masks and gloves, continuous cleaning is essential in the fight against the epidemic. This study looks at the COVID-19 pandemic from a general perspective, especially with the current advances in vaccines, and evaluates the past pandemic processes worldwide. It is to make inferences by considering the impact of COVID-19 on the world and Turkey. |
EDITÖRE MEKTUP | |
18. | İnfantil Melanotik Nöroektodermal Tümörü Melanotic Neuroectodermal Tumor of Infancy Mustafa Özaydoi: 10.5505/kjms.2022.45144 Sayfa 292 Makale Özeti | Tam Metin PDF |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com