Kafkas J Med Sci: 2 (1)
Cilt: 2  Sayı: 1 - 2012
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi 2012; 2(1): 1-42.
Kafkas Journal of Medical Sciences 2012; 2(1): 1-42.
Bahattin Balcı
Sayfalar -1 - 42

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Yoğun bakımlardaki hastane enfeksiyonları: Etiyoloji ve predispozan faktörler
Nosocomial infections in intensive care units: Etiology and predisposing factors
Servet Kölgelier, Ahmet Küçük, Nazlım Aktuğ Demir, Serap Özçimen, Lütfi Saltuk Demir
doi: 10.5505/kjms.2012.36036  Sayfalar 1 - 5
Amaç: Bu çalışmada genel yoğun bakımda gelişen hastane enfeksiyonu oranı, sebepleri ve predispozisyon yaratan etkenleri tespit etmeyi amaçladık.
Yöntem: Genel yoğun bakım ünitesinde hospitalizasyon sonrası hastane enfeksiyonu gelişen 146 hasta bu çalışmada yer aldı. Hastalar 1 Ocak ve 31 Aralık 2010 tarihleri arasında Adıyaman Devlet Hastanesi ve Adıyaman 82. Yıl Devlet Hastanesi’de yatan 2135 hasta arasından retrospektif olarak seçildiler.
Mortalite sebeplerini analiz etmek için yaş, cinsiyet, hastanede kalma süresi, eşlik eden hastalık, santral venöz, periferik venöz ve üriner kateterizasyon ile endotrakeal tüp uygulaması oranları periyod sonunda ölen ve iyileşen hastalarda karşılaştırıldılar.
Veriler SPSS 16,0 paket program kullanılarak analiz edildi. Ortalama ± standart sapma ve yüzde tanımlayıcı istatistik sonuçlarını sunmak için kullanıldılar. Bağımsız değişkenler t testi ki-kare testi veri analizinde kullanıldılar.
Bulgular: Hastane enfeksiyonlarında yaşın ilerlemesi ve erkek olmak mortalite açısından risk faktörleriydi. Hastanede kalış süresi ise mortalite oranını etkilemedi (p>0,05).
Santral venöz kateteri olan ve entübe edilen hastalarda mortalite oranı daha yüksekti (p=0,001 ver 0,016). Diyabet (p=0,003) ve böbrek yetmezliği (p=0,001) eşlik eden hastalık olarak mortalite oranını arttırdılar.
Yoğun bakımda bir cerrahi işlem sonrası yatılması, diğer sebeplere göre daha az mortaliteye sebep oldu.
Enfeksiyon oranları incelendiğinde, gram negatif bakteri, gram pozitif bakteri ve Candida türleri sırasıyla %51, 35,2 ve 13,8 oranında saptandılar. Elde edilen kültürler en sık üreyen bakteri metisiline dirençli stafilokok, E. coli ve A. baumaniiydi. Üreyen organizmalarla mortalite ilişkisinin incelenmesi, ilginç olarak, kültürlerde Candida türleri ve metisiline dirençli stafilokok üremesiyle mortalitenin arttığını gösterdi.
Sonuç: Yoğun bakımda takipleri gereken hastalarda ileri yaş, erkek cinsiyeti, santral venöz kateter ve endotrakeal tüp uygulanması ile hastanın eşlik eden hastalıkları mortaliteyi artıran sebeplerdirler.
Aim: The aim of this study was to evaluate the rate, causes, and predisposing factors of hospital infections in the general intensive care unit.
Methods: The study included 146 patients diagnosed with nosocomial infections following the hospitalization in the general intensive care unit. Patients were selected retrospectively among the 2135 patients admitted in Adiyaman State Hospital and Adiyaman 82nd Year State Hospital between January 1st and December 31st of 2010.
To analyze the causes of the mortality; age, gender, hospital staying time, accompanying disease, interventions like central, venous, nasogastric or urinary catheterization and endotracheal intubation rates were compared in patients died at the end of the period with the ones who survived.
The data were analysed by using SPSS 16.0 package program. Mean ± standard deviation and percentage distributions were used as descriptive statistics. Independent samples T-test and chi square test were used for data analyses.
Results: Nosocomial infections were seen more frequently in elder patients and the male gender was a risk factor for mortality. Hospital stay time did not effect the mortality rate (p>0.05).
Patients with central venous catheter and intubation had higher mortality rates (p= 0.001 and 0.016, respectively). Diabetes and renal failure as accompanying diseases increased (p= 0.003 and 0.001, respectively) mortality rates.
Hospitalization in the intensive care unit following a surgical procedure was a less frequent cause for mortality in comparison with other hospitalization causes.
When the rates of the infections were analyzed, gram negative bacteria, gram positive bacteria and Candida spp were found in 51, 35.2 and % 13.8% of the cases, respectively. Most common bacteria grown in obtained cultures were methicillin resistant staphylococci, Escherichia coli, and A. baumannii. Evaluation of the relation between the grown organisms and the mortality, interestingly, showed that mortality was increased when Candida spp or methicillin resistant staphylococci were grown in culture.
Conclusion: Advanced age, male gender, central venous catheterization, endotracheal intubation and the accompanying diseases increase the mortality rates in patients hospitalized in the intensive care units.

3.
Preeklampside lipoprotein-a seviyeleri: prospektif klinik bir çalışma
Lipoprotein-a levels in preeclampsia: a prospective clinical study
Nergiz Kılıç
doi: 10.5505/kjms.2012.68077  Sayfalar 6 - 9
PREEKLAMSİDE LİPOPROTEİN A SEVİYELERİ: PROSPEKTİF KLİNİK BİR ÇALIŞMA

AMAÇ:
Preeklamptik ve normotansif gebelerdeki, lipoprotein-a seviyelerini karşılaştırmak ve preeklampsi etyolojisindeki yerini belirlemek.
YÖNTEM:
Çalışmada üçüncü trimester gebeliği olan 60 kadın yer aldı. Kadınlar preeklamptik (n=30) ve normotansif (n=30) gebelik gruplarına ayrıldılar. Gruplar total kolesterol, trigliserid, HDL, LDL, VLDL ve lipoprotein(a) değerleri açısından karşılaştırıldılar.
Lipoprotein (a) ölçümleri ELİSA tekniği kullanılarak yapıldı. İstatistiksel analizler SPSS for Windows (10.0) kullanılarak yapıldı. Verilerin karşılaştırılmasında Mann Whitney-U ve Student’s t testleri kullanıldı. p<0,05 istatistiksel anlamlılık kabul edildi.
BULGULAR:
Normotansif ve preeklamptik gebelik gruplarının karşılaştırılmasında; lipoprotein(a), total kolesterol, HDL, LDL düzeylerinin ölçümü anlamlı farklılık göstermedi (p>0.05). Preeklamptik grupta serum trigliserid ve VLDL değerleri normotansif gruba göre anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,05).
SONUÇ:
Serum lipoprotein(a) preeklamptik ve normotansif gebelerde benzer düzeylerdedir. Buna karşın, serum trigliserid ve VLDL değerleri preeklamptik kadınlarda normotansiflerden daha yüksektir ki, bu da preeklampsi patogenezi ve etiyolojisini aydınlatmada önemli olabilir.
LIPOPROTEIN A LEVELS IN PREECLAMPSIA: A PROSPECTIVE CLINICAl STUDY

AIM: To compare the lipoprotein-a levels in preeclamptic and normotensive pregnant women and to determine its role in the etiology of preeclampsia.
METHODS:
The study included 60 pregnant women in their third trimester pregnancies. The women were allocated into preeclamptic and normotensive pregnancy groups and compared by using the serum levels of total cholesterol, triglyceride, HDL, LDL, VLDL and lipoprotein(a).
Lipoprotein(a) levels were measured by using ELİSA technique. Statistical analysis was performed using SPSS for Windows(10.0). Mann Whitney-U and Student’s t tests were used for comparing the data. P<0.05 was considered significant.
RESULTS:
In comparison of normotensive and preeclamptic pregnancy groups, the measurements of plasma lipoprotein(a), total cholesterol, HDL, LDL levels did not show significant differences (p>0.05). Serum triglyceride and VLDL levels were significantly higher in preeclamptic group in comparison with the levels of the normotensive group (p<0.05).
CONCLUSİONS:
Serum lipoprotein(a) levels are similar in preeclampsia and normotensive pregnancy. In contrast, serum triglyceride and VLDL levels are higher in preeclamptic pregnancies than in normotensive pregnancies, thus the fact may help to identify the pathogenesis and etiology of preeclampsia.

4.
Akut myokard infarktüsü erken döneminde ventriküler aritmi gelişimiyle QT dispersiyonu arasındaki ilişki
The relationship between the development of ventricular arrhythmias and QT dispersion in the early phase of acute myocardial infarction
Mustafa Eroğlu, Vatan Barışık, Murat Akyurt
doi: 10.5505/kjms.2012.87487  Sayfalar 10 - 14
Amaç
Myokard enfartüsünün erken evresinde QT dispersiyonu (QTd), düzeltilmiş QT dispersiyonu (QTcd) ve ventriküler aritmi sıklığı arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Yöntem
Çalışmaya akut myokard infarktüsü geçiren 72 hasta alındı. Hastaların 0, 4 ve 24. saat EKG’leri çekildi. Her EKG’de en uzun QT (QT max) ve en kısa QT (QT min) saptandı. En uzun QT’den en kısa QT çıkarılarak QT dispersiyonu (QTd) değeri bulundu (QTd = QT max-QT min). Aynı yöntemle düzeltilmiş QT süreleri (QTc) için de QT dispersiyonu hesaplandı. (QTcd = QT c max-QT c min).
Hastalar 7 günlük izlemde ventriküler aritmi gelişen ve ventriküler aritmi gelişmeyen grup olarak ikiye ayrıldı. İki grup QT dispersiyonu değerleri açısından karşılaştırıldı.
Bulgular
Ventriküler aritmi 49 hastada izlenmezken, 13 hastada izlendi. Ventriküler aritmi gelişen hastalarda QTd ve QTcd değerleri ventriküler aritmi gelişmeyen hastalara oranla daha yüksekti, ancak bu fark istatiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05).
Sonuçlar
Myokard infarktüsünün erken dönemlerindeki QTd ve QTcd değerleri ile ventriküler aritmiler arasında anlamlı ilişki saptanmadı.
Objective
We aimed to analyze the relationship between the QT dispersion (QTd), corrected QT dispersion (QTcd) and the frequency of ventricular arrhythmias in the early phase of the myocardial infarction.
Method
There were 72 patients with acute myocardial infarction included in the study. The patients had ECG examination 0, 4 and 24 hours of admission. The longest (QT max) and the shorthest QT (QT min) were determined in each ECG examination. QT dispersion (QTd) value was calculated by substracting the shorted QT value from the longest QT value (QTd = QT max-QT min). QT dispersion was also calculated for the corrected QT (QTc)durations by using the same method.
The patients were allocated into two groups in accordance to the development of ventricular arrhytmia or not, during the following 7 days. The groups were compared about their QT dispersion values.
Results
We did not observe ventricular arrhytmias in 49 patients, but in the remaining 23 patients. QTd and QTcd values in the patients who developed ventricular arrhytmias were higher in comparison to the patients who did not develop ventricular arrhythmias, however the difference was not significant (p>0.05).
Conclusions
QTd and QTcd values measured in the early phase of the myocardial infarction were not correlated with the ventricular arrhytmias.

5.
İnkarsere inguinal herni onarımında yama kullanımının güvenilirlik ve etkinliği: klinik çalışma
The safety and the feasibility of mesh use in incarcerated inguinal hernia repair: A clinical study
Seyfi Emir, Selim Sözen, Fatih Mehmet Yazar, Zeynep Özkan, Süleyman Çetinkünar, Sabri Özdaş, Mehmet Aziret
doi: 10.5505/kjms.2012.57338  Sayfalar 15 - 20
Amaç: Bu çalışmanın amacı, inkarsere olan kasık fıtıklarında mesh kullanımının sonuçlarını araştırmaktır.
Materyel ve metod: Bu çalışmada inkarsere kasık fıtığı nedeni ile ameliyat edilen hastalar (n=118) yer aldı. Hastalar ameliyat tipine göre; Lichtenstein onarımı (grup 1), primer onarım (grup 2) olmak üzere 2 gruba ayrıldılar. Gruplar preoperatif ve postoperatif özelliklerine göre karşılaştırıldılar.
Bulgular:
Ameliyat ve hastanede kalış süresi, postoperatif mortalite ve morbidite açısından gruplar arası anlamlı farklılık izlenmedi (p>0,05). Barsak rezeksiyonu daha çok kadınlarda ve yaşlılarda yapıldı. Buna ek olarak bu hastalar daha uzun süre hastanede kaldılar. Ayrıca komplikasyon oranı ve fıtığın tekrarlama ihtimali bu hastalarda daha yüksekti.
Sonuç: Strangüle inguinal fıtıklarda monofilament poliprolen mesh kullanımı güvenilir ve etkindir.
Aim: The aim of this study was to analyze the outcomes of mesh use in incarcerated inguinal hernias.
Materials and methods: Patients (n=118) operated with the diagnoses of incarcerated inguinal hernias were included in the study. Patients were allocated into two groups according to the operation type as; Lichtenstein repair (Group 1) and primary repair (Group 2). The two groups were compared in accordance to their pre and post operative characteristics.
Results:
There was not any significant difference between groups in terms of the duration of the surgery and the hospital stay, and postoperative morbidity and mortality rates (p>0.05). Bowel resection was performed mostly in women and elderly patients. In addition, patients having bowel resection had longer hospital stay times. The risk of having a complication and a recurrent hernia was higher in these patients.
Conclusions: Monofilament polypropylene mesh use for strangulated inguinal hernia repair is safe and feasible.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
6.
Foster-Kennedy sendromlu hastanın klinik ve radyolojik takibi: olgu sunumu.
Clinicoradiological follow-up of a patient with Foster Kennedy syndrome: a case report.
Nergiz Hüseyinoğlu, Metin Ekinci, Güneş Orman, Umut Kantarcı
doi: 10.5505/kjms.2012.79188  Sayfalar 21 - 25
Foster-Kennedy sendromu anterior fossanın yer kaplayan kitlesi nedeniyle gelişen, ipsilateral optik atrofi, kontrlateral papil ödemi ve anozmi ile karakterize çok nadir bir sendromdur.
Bu makalede Foster-Kennedy sendromu tanısı alan bir hastanın takip bulgularını sunduk. Dev bir ön fossa menenjiyomunun sebep olduğu olguda ileri düzeyde nöro-oftalmalojik inceleme verileri ve MRG inceleme görüntüleri elde ettik.
Foster-Kennedy syndrome (FKS), caused by space occupying anterior calvarial fossa masses, is a very rare syndrom consisting of ipsilateral optic atrophy, contralateral papilledema and anosmia.
In this article, we reported the follow-up findings of of a patient diagnosed with Foster Kennedy Syndrome. We had advanced neuroophthalmological examinations and magnetic resonance (MR) images of the case caused by a giant anterior fossa menengioma.

7.
Motor afaziyle birlikte görülen önemli bir disfaji sebebi: özofagusta yabancı cisim
An important cause of dysphagia associated with motor aphasia: a foreign body in the esophagus
Barlas Sülü, Nergiz Hüseyinoğlu, Elif Demir, Yusuf Günerhan
doi: 10.5505/kjms.2012.63835  Sayfalar 26 - 28
Disfaji (yutma güçlüğü) akut inme sonrası gelişen en sık komplikasyonlardan biridir ve ölümcül seyredebilir. Bu nedenle akut inme ile birlikte görülen disfazi tanısı hemen konulmalı ve tedavi geciktirilmeden başlanmalıdır. Biz bu yazıda 1,5 yıl önce serebrovasküler hastalık sonrası motor afazi gelişen bir hastada, ani gelişen disfajiyi sunuyoruz. Bunların yanında hastada pnömoni de vardı.
Pulmoner ve nörolojik belirtilere yönelik tedaviler, belirtileri gidermede başarısız oldu. Üst gastrointestinal endoskopik incelemede orta özofagusta bir dental protez bulundu ve dental protezin alınması belirtileri düzeltti.
Dysphagia is one of the most frequent complication of the acute stroke and may prognose fatal. Therefore, the differential diagnosis of dysphagia associated with acute stroke should be done immediately and the treatment should be started without delay. We, herein, present the sudden development of dysphagia in a patient having motor aphasia following a cerebrovascular disease 1,5 year ago. Besides, the patient had pnomonia.
Treatment against the pulmonary and nerological symptoms failed to dissolve the symptoms. An upper gastrointestinal system endoscopic examination demonstrated a dental prothesis in mid-esaphagus and the symptoms were relieved by the removal of the dental prothesis.

DERLEME
8.
Esansiyel tremora bir bakış
A view to essential tremor
Aysel Milanlıoğlu
doi: 10.5505/kjms.2012.47955  Sayfalar 29 - 33
Hem motor, hem de motor olmayan semptomların görüldüğü esansiyel tremor dünyada en sık görülen hareket bozukluğudur. Bu bozukluk her yaşta görülebilmekle birlikte insidansı yaşla artmaktadır. Esansiyel tremorlu hastaların çoğu doğru tanımlanamamakta ve uygun tedavi şansını kaçırmaktadırlar.
Hastalığın patofizyolojisi halen tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Daha tatmin edici tedavi sonuçları elde etmek için, hastalıktan muzdarip hastalar için erken tanı ve uygun tedavi koşulları sağlanmalıdır.
Bu derleme yazısında esansiyel tremorun epidemiyolojisi, patogenezi, tanısı, klinik özellikleri, yeni medikal ve cerrahi tedavileri tartışılacaktır.
Essential tremor associated with both the motor and non-motor symptoms, is the most common movement disorder in the world. Although it may be seen at any age, its incidence increases with age. Most of the patients with essential tremor are misdiagnosed and loose the cahnce of proper treatment.
The pathophsiology of essential tremor has not been completely understood yet. To achieve more satisfactory theraupatic results, early diagnosis and proper treatment options should be provided for the suffering patients.
In this review article, the epidemiology, pathogenesis, diagnosis, clinical characteristics, current medical and surgical treatment of essential tremor will be discussed.

9.
Düşük ve yüksek frekans elektromanyetik alanların kırık iyileşmesine etkileri
The effects of low and high frequency electromagnetic fields on fracture healing
Ahmet Aslan
doi: 10.5505/kjms.2012.03522  Sayfalar 34 - 42
Kemik kırığının iyileşmesi hem kişisel hem de sosyo-kültürel özelliklerden etkilenir. Pek çok lokal ve sistemik faktör iyileşme sürecinin başarısını arttırabilir ya da azaltabilir. Kırık iyileşmesi, kemik oluşumu ve rejenerasyon, bir çok lokal ve sistemik regülatuar mekanizma tarafından yönlendirilen bir işlemler dizisinin komplike entegrasyonuna bağlıdır.

Kemik kırığı iyileşmesi işlemi oldukça iyi çalışılmış ve patofizyolojik sürecin çoğu iyi anlaşılmış olmasına rağmen, bazı eksik noktalar daha ileri çalışılmalıdır. Bunun için de, patofizyolojinin daha iyi açıklanması için devam eden bir çok çalışma vardır.

Son çalışmalarda elektromanyetik alanın kemik kırıklarının iyileşmesi üzerine etkileri de ayrıntılı olarak çalışılmıştır.

Hem cep telefonları hem de iletişimi sağlamak için kurulan baz istasyonları, bazı dokulara zararlı oldukları gösterilmiş yüksek frekanslı elektromanyetik dalgalar oluştururlar. Bunun için kemik kırık iyileşmesini de olumsuz yönde etkileyebilirler.

Bu yazıda var olan tıbbi literatürü ayrıntılı inceleyerek, düşük ve yüksek frekanslı elektromanyetik alanların kırık iyileşmesi üzerine etkilerini belirlemeyi amaçladık.
The process of bone fracture healing is affected by both individual and socio-cultural factors. Various local and systemic factors enhance or diminish success rate of healing process. Fracture healing, bone formation and regeneration depends on a complex integration of a serious of procedures that are mediated by a large number of systemic and/or local regulatory mechanisms.
Although the bone fracture healing process is well studied and most of the pathophysiologic process is well understood, some missing parts should further be studied. Thus, to explain the pathophysiology comprehensively, currently there are quite a lot ongoing studies.
The effect of electromagnetic field on bone fracture healing process has also been studied extensively in recent studies.
Both, the cellular phones and the base stations built to enable the communication create high-frequency electromagnetic fields which are shown to be harmful for some tissues, and thus may effect adversely the healing of bone fractures.
In this paper we aimed to analyse the effects of low and high-frequency electromagnetic fields on fracture healing by searching the existing medical literature comprehensively.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git