Cilt: 2 Sayı: 2 - 2012 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
1. | Diferansiyel renal fonksiyon ve renal parankimal defektlerin Tc-99m DMSA ve Tc-99m MAG3 sintigrafileri ile karşılaştırılmalı değerlendirilmesi Comparative evaluation of differential renal functions and renal parenchymal defects by using the Tc-99m DMSA and Tc-99m MAG3 scintigraphies Hasan İkbal Atılgan, Gökhan Koca, Koray Demirel, Sinem Özyurt, Şule Yıldırım, Rahime Orak, Aylin Baskın, Meliha Korkmazdoi: 10.5505/kjms.2012.21939 Sayfalar 43 - 48 AMAÇ: Tc-99m DMSA sintigrafisi renal parankimal defektlerin saptanması ve diferansiyel renal fonksiyonun hesaplanmasında güvenilir, Kafkas J Med Sci 2012; 2(2): 43–48 • doi: 10.5505/kjms.2012.21939 duyarlı ve sık tercih edilen bir yöntemdir. Biz çalıșmamızda pediatrik yaș grubundaki renal hastalıkların değerlendirilmesinde Tc 99m MAG3 ve Tc 99m DMSA’nın etkinliğini karșılaștırmayı amaçladık. YÖNTEM: Tc-99m DMSA ile en az bir bölgede renal kortikal hipoaktif alan, hipoaktif defekt ve/veya renal kortikal uptake’te azalma olup olmadığı saptandıktan sonra Tc-99m MAG3 ile renal parankim değerlendirmesi kalitatif ve kantitatif olarak yapıldı. Tc99m DMSA ile yapılan kalitatif değerlendirmede 206 böbrekteki uyum/uyumsuzluk değerlendirildi. Tc-99m MAG3 sintigrafisiyle de bașlangıç renal ekstraksiyon fonksiyonları hesaplandı. Her iki yöntem istatistiksel olarak değerlendirildi. BULGULAR: Çalıșmada yaș ortalamaları 8,8±3,2 olan 61(%59) kız ve 49(%41) erkek yer aldı. Tc-99m DMSA ile böbrek fonksiyonlarına katkı, sol böbrekte 50,15±21,07 ve sağ böbrekte 49,85±21,08 bulundu. Tc-99m MAG3 ile sol böbreğin katkısı 51,10 ±22,00 ve sağın katkısı 48,90±22,01 olarak hesaplandı. Her iki grup arasında pozitif yönde güçlü ilișki bulundu (r=0,990, p=0,001). 155/206 (%75,25) uyumlu ve 51/206 (%24,75) kısmi uyumsuz hipoaktif alan/ defekt veya uptake’ te azalma saptandı. SONUÇ: Tc-99m DMSA ve Tc-99m MAG3 ile renal fonksiyon değerlendirmesinde pozitif korelasyonlar saptadık. AIM: Tc-99m DMSA scintigraphy is a reliable, sensitive and frequently preferred method in both the detection of renal defects and the calculation of differential renal function. In this study our aim was to compare the effi ciency of the Tc 99m MAG3 with the Tc 99m DMSA in the evaulation of renal parenchymal diseases of the pediatric age group. METHODS: Following the determination of at least one hypoactive region, a hypoactive defect and/or a decrease in renal cortical uptake in Tc-99m DMSA scan, the renal paranchyma was evaluated qualitatively and quantitatively by using Tc-99m MAG3 scintigraphy. By qualitative assessment, compliance/non-compliance of the 206 kidneys were evaluated. The initial renal extraction functions were calculated by using the Tc-99m MAG3 scintigraphy. Both methods were evaluated statistically. RESULTS: The study included 61(59%) female and 42 (41%) males with a mean age of 8.8 ±3.2 years. The contributions of the left and the right kidneys to the total renal function with the Tc-99m DMSA scintigraphy were as 50.1521.07 and 49.85±21.08, respectively. The contributions of the initial left and right renal extraction functions with the Tc-99m MAG3 were as 51.10±22.00 and 48.90±22.01, respectively. The two scintigraphy techniques were signifi cantly correlated (r=0.990,p=0.001). There were 155 (75.25%) compliant kidneys and 51 (24.75%) kidneys with hypoactive regions/scars or decreased uptake. CONCLUSION: There was a positive correlation between the Tc-m99m DMSA and the the Tc--99m MAG3 reanl functional assessments. |
TAM DERGI | |
2. | Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi 2012; 2 (2): 43-87. Kafkas Journal of Medical Sciences 2012; 2 (2): 43-87. Bahattin BalcıSayfalar 43 - 87 Makale Özeti | Tam Metin PDF |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
3. | Koroner yavaş akım fenomeni ile P-dalga dispersiyonu ve QT-dispersiyonu arasındaki ilişkilerin belirlenmesi Determination of the relationship between the coronary slow flow phenomenon, and the P wave dispersion and QT dispersion Yüksel Kaya, Ali Kemal Gür, Edip Gönüllü, Tolga Sinan Güvenç, Ahmet Karakurt, Ahmet Güler, Yemlihan Ceylan, Nesim Aladağ, Mahmut Özdemir, Lokman Soyoral, Bahattin Balcı, Mehmet Özkandoi: 10.5505/kjms.2012.55265 Sayfalar 49 - 53 AMAÇ: Koroner yavaș akım (KYA) fenomeni, anjiografide herhangi bir koroner bulgu olmaksızın opak maddenin distale yavaș geçiși olarak tanımlanır. Altta yatan mekanizmalar henüz tam olarak anlașılamamıș olsa da, iskemi ve infarkt gibi hadiselere neden olabilmesi açısından klinik öneme sahiptir. Bu çalıșmanın amacı koroner anjiografide saptanan KYA ile yüzey EKG bulgularından P dalga dispersiyonu ve QTc dispersiyonu arasındaki ilișkiyi belirlemektir. YÖNTEM: Çalıșmaya koroner anjiografi ișlemi yapılan ve koroner yavaș akım tespit edilen 50 hasta ve 63 kontrol grubu alındı. Tüm katılımcıların EKG değerlendirmelerinde en uzun ve en kısa P dalgası ve QT dalgası değerleri belirlendi ve aralarındaki fark P dispersiyonu ve QT dispersiyonu olarak kaydedildi. QTc süresinin hesaplanmasında Bazett formülü kullanıldı. BULGULAR: Hastaların yaș ortalamaları çalıșma grubunda 47,15±6,17 ve kontrol grubunda ise 47,73±5,23’tü. KYA saptanan hastalarda P dispersiyonu süresinin istatistiksel olarak anlamlı seviyede yüksek olduğu saptandı. SONUÇ: KYA olan hastalarda bozulmuș atrial iletinin EKG belirteci olan P dispersiyonu süreleri artmaktadır. AIM: Coronary slow fl ow (CSF) phenomenon is the slow transmission of the opaque solution to the distal portion of the coronary artery in the absence of coronary lesions. Although the mechanisms responsible for CSF are not completely understood, CSF is an important clinical entity since it may cause myocardial ischemia and infarction. The aim of this study is to determine the relationship between CSF, P wave dispersion and corrected QT (QTc) dispersion. METHODS: A total of 50 patients with angiographically proven CSF and 63 controls with normal coronary arteries were included in the study. The longest and the shortest P waves and QT intervals were determined in the electrocardiograms. The differences between the shortest and the longest intervals were defi ned as dispersion. Bazett formula was used for the calculation of QTc dispersion. RESULTS: The mean ages of the patients were 47.50±6.17 in the study group and 47.73± 5.23 in the control group. The duration of the P wave dispersion was signifi cantly longer in patients with CSF. CONCLUSION: The P wave dispersion, a marker of disturbed atrial conduction seems to be longer in patients with coronary slow fl ow. |
4. | Bir üçüncü basamak sağlık merkezindeki tanısal ve girişimsel bronkoskopi sonuçları Results of diagnostic and interventional rigid bronchoscopy in a tertiary health center Coşkun Doğan, Sevda Şener Cömert, Ali Fidan, Nesrin Kıral, Elif Torun Parmaksız, Benan Çağlayan, Tolunay Sevingildoi: 10.5505/kjms.2012.04127 Sayfalar 54 - 59 AMAÇ: Bir üçüncü basamak sağlık merkezinin göğüs hastalıkları kliniğinde uygulanan tanısal ve girișimsel rijid bronkoskopi ișlemlerinin endikasyon ve komplikasyonlarını incelemek. YÖNTEM: Çalıșmada 2006–2010 tarihleri arasında tanısal ya da girișimsel rijid bronkoskopi yapılan 15 kadın ve 35 erkek hasta yer aldı. Demografik özellikler, rijid bronkoskopi endikasyonları, habaset ve ek hastalık varlığı, komplikasyon gelișmesi ve hastanede kalıș süreleri retrospektif olarak hasta kayıtlarından sağlandı. Çalıșma popülasyonu cinsiyet, hastalık (habis ya da selim) ya da ișlemin sonucuna (komplikasyon gelișip gelișmemesi) göre ikili gruplara ayrıldılar. Yeni olușturulan gruplar birbirleriyle karșılaștırıldılar. P değerinin <0,05 olması anlamlı kabul edildi. BULGULAR: Hastaların ortalama yașları 54,33±14,12’ydi ve genel anestezi altında rijid bronkoskopinin en sık endikasyonu local anestezi altında fiber optik anestezinin kabul edilmemesiydi. Erkek hastalarda hastanede yatıș süresinin daha uzun olması (p<0,05) dıșında, hasta cinsiyeti diğer özellikleri etkilemedi (p>0,05). Komplikasyonu olan hastalarda çalıșılan özellikler, komplikasyonu olmayanlardan farklılık göstermedi (p>0,05). Var olan hastalığın habis ya da selim olması, yașlı hastalarde habasetin daha fazla görülmesi dıșında (p>0,05), gruplar arasında anlamlı farklılık yaratmadı (p>0,05). SONUÇ: Bir üçüncü basamak sağlık merkezinde, tanısal ya da girișimsel bronkoskopinin komplikasyon oranı hastaların demografik özelliklerinden ya da hastalığın habis ya da selim olmasından etkilenmez. AIM: To study the indications and the complications of diagnostic and interventional rigid bronchoscopy procedures performed in the chest diseases clinics of a tertiary health center. METHODS: The study included 15 female and 35 male patients undergone to rigid bronchoscopic examination or intervention between 2006 and 2010. Characteristics of demographics, indications for rigid bronchoscopy, presence of malignancy, complication and additional disease, and the hospital stay time were provided retrospectively from patient records. The study population were allocated into two groups according to their gender, disease (malignant or benign) or prognosis (having complication or not) during the procedure. The newly formed groups were compared with each other. A p value of <0.05 was considered signifi cant. RESULTS: The mean ages of the patients were 54.33±14.12. The most frequent indication for bronchoscopy under general anesthesia was the refusal of fi ber optic bronchoscopy under local anesthesia. Except from the longer hospital stay times for the male patients (p<0.05), the gender of the patients did not effect the other characteristics (p>0.05). The characteristics studied in patients with complications did not differ from the patients without complication (p>0.05) and the allocation according to the present disease, as malignant or benign, also did not create a signifi cant difference between groups (p>0.05), except that the malignancy was more frequent in the elderly (p<0.05). CONCLUSION: In a tertiary health center, the complication rate of the diagnostic or interventional rigid bronchoscopy is not affected by the patients’ demographics or the nature of the disease being malignant or benign. |
5. | Semptomatik hastalarda akromion tiplerinin dağılımı ve subakromiyal mesafeler; MRG bulguları Acromion types and subacromial distances in symptomatic patients; MRI findings Mahmut Duymuş, Neşe Asal, Alper Bozkurt, Güneş Orman, Yakup Yeşilkaya, Ömer Yılmazdoi: 10.5505/kjms.2012.40085 Sayfalar 60 - 65 AMAÇ: Bu çalıșmanın amacı; semptomatik hastalarda farklı akromion tiplerinin sıklığını belirlemek ve subakromial mesafelerini karșılaștırmaktı. YÖNTEM: Klinik semptomları olan 100 hastanın omuz MRG görüntüleri retrospektif olarak incelendi. Akromion tipleri dört alt grupta sınıfl andırıldı ve subakromial mesafeleri ölçüldü. Çalıșma popülasyonu akromion tipleri ve cinsiyete göre incelendi. BULGULAR: Ortalama hasta yașı 47,4±16,1 olarak hesaplandı ve cinsiyetler arasında anlamlı fark tespit edilmedi. Katılımcıların 38’i erkek ve 62’si kadındı. Dört akromion tipinin de görülme sıklığı erkeklerde benzerdi (p>0,05), ancak kadınlarda Tip I en sık ve Tip IV en az görülecek biçimde anlamlı olarak farklıydı (p<0,05). Erkeklerle kıyaslandığında subakromial mesafeler kadınlarda anlamlı derecede kısaydı (p<0,05). Buna ek olarak kadınlardaki Tip III akromionların subakromial mesafeleri, Tip I ve Tip IV’e göre anlamlı derecede daha kısaydı (p<0,05). SONUÇ: Semptomatik hastalarda Tip I akromion en sık görülen tiptir. Subakromial mesafeler kadınlarda belirgin olarak daha kısadır. Kadın Tip III akromionlarının subakromiyal mesafeleri, Tip I ve Tip IV’ göre belirgin olarak daha kısadır. AIM: The aim of this study was to determine the frequency of different acromion types and to compare their subacromial distances in symptomatic patients. METHODS: The shoulder MR images of 100 patients having clinical symptoms were analyzed retrospectively. Acromion types were categorized into four subgroups and the subacromial distances were measured. The study population was analyzed according to the acromion types and the gender. RESULTS: The mean age of the patients was 47.4±16.1 and did not differ between males and females. There were 38 male and 62 female participants. The frequency of four acromion types was similar in males (p>0.05), however signifi cantly different in females (p<0.05) as Type I was the most and Type IV was the least frequent ones. The subacromial distances were signifi cantly shorter in females in comparison with the males (p<0.05). In addition, female Type III acromions had signifi cantly shorter subacromial distances in comparison to female Type I and Type IV acromions (p <0.05). CONCLUSION: Type I acromion was the most frequent acromion type in symptomatic patients. The subacromial distances were signifi cantly shorter in females. Female Type III acromions had signifi cantly shorter subacromial distances in comparison to female Type I and Type IV acromions. |
6. | Kafa travmasının akut döneminde hipofiz fonksiyonlarının değerlendirilmesi Evaluation of pituitary functions during acute phase of head trauma Kazım Doğan, Mehmet Hakan Seyithanoğlu, Nezih Özkan, Erhan Emel, Feyza Karagöz Güzey, Nuri Serdar Baş, Talat Cem Ovalıoğlu, Meliha Gündağdoi: 10.5505/kjms.2012.81300 Sayfalar 66 - 73 AMAÇ: Travmatik beyin hasarı sonrası hipofiz bezinin fonksiyonlarını değerlendirmek ve olası etkenleri ayırt etmek için travmanın akut döneminde hipofiz fonksiyonlarını sunmak. YÖNTEM: Çalıșmada Eylül 2009 ve Temmuz 2010 arası kayıtları olan 30 hasta (22 erkek ve 8 kadın) yer aldı. Glasgow Koma Skorlarına göre hastalar ağır, orta ve hafif travma olmak üzere üç gruba ayrıldılar. Yaș, cinsiyet, etiyoloji, hastanede kalma süresi ve hipofiz hormon seviyelerini içeren veri incelendi. p değerinin <0,05’ten küçük olması anlamlı kabul edildi. BULGULAR: Kafa travması olan erkek hastalar (40,5±21,76) belirgin olarak kadın hastalardan (49,13±27,93) daha gençtiler. Kafa travmasının akut döneminde büyüme hormonu, ACTH ve LH/FSH eksiklikleri sırasıyla %36,6, %20 ve %20 hastada vardı. Travmatik beyin hasarlarının önde gelen sebepleri yüksekten düșme (%46,6) ve motorlu araç kazalarıydı (%33,3). ACTH seviyelerinin yüksekliği, Glasgow coma skoru ve prolaktin seviyesinin düșüklüğü daha uzun hastanede kalma süresine sebep oldu. SONUÇ: Travma sonrası hipopitüiterizm gelișmesi açısından șiddetli travmatik beyin hasarı en önemli risk faktörü sayılsa da, daha hafif bir hasar da hipopitüiterizme yol açabilir. Post travmatik hipopitüiterizm tanısından uzaklașmak için bütün kafa travması hastaları yeterince uzun süre izlenmelidir. AIM: To evaluate the functional outcome of the pituitary gland after the traumatic brain injury and to present the pituitary functional changes during the acute phase of the trauma in order to identify the possible factors. METHODS: The study included records of 30 patients (22 male and 8 female) between September 2009 and July 2010. The patients were allocated into three groups according to their Glasgow Coma Scale as severe, moderate and mild traumas. Data including the age, gender, aetiology, hospital stay time and the pituitary hormone levels was analyzed. A p value <0.05 was considered signifi cant. RESULTS: The male patients (40.5±21.76) with head injury were signifi cantly younger than the female patients (49.13±27.93). During the acute phase of the head injury, there were growth hormone, ACTH and LH/FSH defi ciencies in 36.6%, 20% and 20% of the patients, respectively. The leading causes of the traumatic brain injuries were falling from high altitude (46.6%) and motor vehicle accidents (33.3%). Higher ACTH levels, and lower Glasgow Coma Score and lower prolactin levels caused longer hospital stay times. CONCLUSION: Although the severity of traumatic brain injury is considered as the major risk factor leading to the development of post-traumatic hypopituitarism, a milder injury may also cause hypopituitarism. All head trauma patients should be followed up long enough in order to rule out the posttraumatic hypopituitarism. |
OLGU SUNUMU VEYA SERISI | |
7. | Primer kas kist hidatidinde farklı paternli üç olgunun görüntüleme karakteristikleri Imaging characteristics of three primary muscular hydatid cyst cases with various patterns Mehmet Haydar Atalar, Levent Cankorkmaz, Gökhan Köylüoğlu, İsmail Şalkdoi: 10.5505/kjms.2012.76486 Sayfalar 74 - 76 Primer kas kist hidatidleri, endemik bölgelerde olguların %0,5’inden daha azını olușturmaktadır. Bu kistler, bazen enflamasyon bulguları ve fistülizasyon gösteren yavaș büyüyen kitleler olarak görülürler. Bu yazıda, kistlerin karakteristik radyolojik görünümleri ile operasyon öncesi tanısı konulan primer kas kist hidatidli üç olguyu sunuyoruz. Endemik bölgelerde iskelet kasına ait bir kistik lezyonun ayırıcı tanısında primer kas kist hidatidi akılda bulundurulmalıdır. Primary muscular hydatid cysts comprise less than 0.5% of the cases in endemic populations. These cysts appear as slow-growing masses of the soft tissue, sometimes with infl ammatory signs and fi stulization. In this report, we present three cases of primary muscular hydatid cyst in which preoperative diagnosis were achieved by characteristic radiological appearances of the cysts. Primary muscular hydatidosis should be kept in mind in the differential diagnosis of a cystic mass of a skeletal muscle in endemic areas. |
8. | Bir kronik apandisit olgusu A case of chronic appendicitis Kemal Peker, Kemal Kılıçdoi: 10.5505/kjms.2012.13008 Sayfalar 78 - 80 Bazı yazarlar tanıma karșı direnç gösterseler de, kronik apandisit apendiks dokusunun kronik enflamasyonudur ve bazen de tekrarlayıcıdır. Yazarların direnci akut apendisitin enflamatuvar seyri sırasında görülen belirti ve bulguların yokluğu ile ilișkilidir. Kronik apendisit tanısı genellikle histopatolojik inceleme sonrası konulur. Sürekli ve tekrarlayan karın ağrısı ise ameliyat için gerekçeyi olușturur. Bu yazıda bir kronik apendisit olgusu ve klinik özelliklerini sunmayı amaçladık. Although some authors resist the defi nition of chronic appendicitis, it is the chronic infl ammation of the appendiceal tissue and sometimes it is also recurrent. The resistance is related to the absence of the classical clinical symptoms and signs observed during the infl ammatory process of the appendicitis. It is usually diagnosed following the histo-pathological examination. The operations are mostly indicated with the persistent or recurrent abdominal pain. In this report we aim to present a case of chronic appendicitis and its clinical manifestation. |
9. | İntestinal tıkanıklık oluşturmayan abdominal koza’nın BT ve MRG bulguları CT and MRI findings of abdominal cocoon without intestinal obstruction Güneş Orman, Mahmut Duymuş, Umut Hasan Kantarcı, Mustafa Gökdoi: 10.5505/kjms.2012.28247 Sayfalar 81 - 83 Abdominal koza; mekanik obstrüksiyona sebep olan, ince barsakların total ya da parsiyel çevrelenmesi ile karakterizedir. Aynı zamanda sklerozan enkapsüle peritonit olarak da adlandırılır. Etiyolojisi ve patogenizi belli olmayan, laparotomi sırasında tanınan bir antitedir. Bunun için de preoperatif tanısı çok önemlidir. Bilgisayarlı tomografi (BT) ve Magnetik Rezonans Görüntüleme (MRG) preoperatif tanı için gerekli ipuçlarını gösterebilir. Bildiğimiz kadarıyla șimdiye kadar bu antiteyi sunan birkaç olgu sunumu vardır. Burada karın ağrısı ve abdominal kozanın tipik BT bulguları olan bir hasta sunulmuștur. BT bulguları üzerine kurulan preoperatif tanı cerrahi ile de doğrulanmıștır. Bu yazıda hastalığın BT ve MRG özellikleri ve preoperatif tanısal ipuçları tartıșılmıș ve görüntülemenin önemi vurgulanmıștır. Abdominal cocoon is characterized as a total or partial encasement of the small bowel by a thick fi brotic membrane leading to the mechanical obstruction. It is also referred as the sclerosing encapsulating peritonitis. It is a rare entity with an unclear aetiology and pathogenesis, and is usually diagnosed at the time of laparotomy. Thus the preoperative diagnosis is very important. Computerized tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI) may show the signs needed for the preoperative diagnosis. To our knowledge, only a few cases of the entity have been reported previously. A patient having abdominal pain and the typical CT fi ndings of an abdominal cocoon was presented herein. The preoperative diagnosis based on the CT fi ndings was confi rmed at the surgery. CT and MRI features of the disease and the preoperative diagnostic clues were discussed, and the role of imaging was emphasized in this case report. |
DERLEME | |
10. | Kardiyopulmoner resüsitasyonun tarihçesi History of cardiopulmonary resuscitation Mehmet Karataş, Engin Burak Selçukdoi: 10.5505/kjms.2012.96168 Sayfalar 84 - 87 Kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR); kardiyopulmoner fonksiyonları durmuș hastada hava yolu açıklığıyla birlikte solunum ve dolașım desteği sağlamak olarak tanımlanmaktadır. Modern uygulama tekniklerine ulașana kadar KPR pek çok așamadan geçerek gelișmiștir. Kapalı kalp masajı ilk önce 1960’larda tanımlandı. Bu dönemlerde Kouwenhoven ve meslektașları kalp masajı ve suni solunumu bașarıyla uyguladılar. 1966’da Amerika Birleșik Devletleri’nde Ulusal Bilim Akademisi ve Ulusal Araștırma Konseyi birçok çalıșmadan elde ettikleri verileri topladılar ve KPR temel ve standartlarını olușturdular. Bunlar temel olarak havayolunun sağlanması (Airway), solunum (Breathing) ve dolașımın (Circulation) yeniden olușturulmasıydı. Bu ön basamaklardan sonra da asıl tedavi (Definitive) gelmekteydi. Maintenance of the airway patency, and the respiratory and circulatory support to the patient with cardiopulmonary arrest is defi ned as the cardiopulmonary resuscitation (CPR). CPR evolved through history with many stages to reach its modern application techniques. Closed cardiac massage was fi rst defi ned in 1960s. During this period Kouwenhoven and his colleagues had successfully applied cardiac massage and artifi cial respiration. In 1966, National Academy of Sciences – National Research Council in the USA (NAS-NRC) collected the evidences from many studies and established the basics and the standards of CPR. Those were mainly the patency of the Airway, restoration of the Breathing and the Circulation (ABC). The fi nal and the Defi nitive therapy followed the fi rst steps. |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com