Kafkas J Med Sci: 2 (2)
Cilt: 2  Sayı: 2 - 2012
Özetleri Gizle | << Geri
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
1.
Diferansiyel renal fonksiyon ve renal parankimal defektlerin Tc-99m DMSA ve Tc-99m MAG3 sintigrafileri ile karşılaştırılmalı değerlendirilmesi
Comparative evaluation of differential renal functions and renal parenchymal defects by using the Tc-99m DMSA and Tc-99m MAG3 scintigraphies
Hasan İkbal Atılgan, Gökhan Koca, Koray Demirel, Sinem Özyurt, Şule Yıldırım, Rahime Orak, Aylin Baskın, Meliha Korkmaz
doi: 10.5505/kjms.2012.21939  Sayfalar 43 - 48
AMAÇ: Tc-99m DMSA sintigrafisi renal parankimal defektlerin saptanması
ve diferansiyel renal fonksiyonun hesaplanmasında güvenilir,
Kafkas J Med Sci 2012; 2(2): 43–48 • doi: 10.5505/kjms.2012.21939
duyarlı ve sık tercih edilen bir yöntemdir. Biz çalıșmamızda pediatrik
yaș grubundaki renal hastalıkların değerlendirilmesinde Tc 99m
MAG3 ve Tc 99m DMSA’nın etkinliğini karșılaștırmayı amaçladık.
YÖNTEM: Tc-99m DMSA ile en az bir bölgede renal kortikal hipoaktif
alan, hipoaktif defekt ve/veya renal kortikal uptake’te azalma
olup olmadığı saptandıktan sonra Tc-99m MAG3 ile renal parankim
değerlendirmesi kalitatif ve kantitatif olarak yapıldı. Tc99m DMSA
ile yapılan kalitatif değerlendirmede 206 böbrekteki uyum/uyumsuzluk
değerlendirildi. Tc-99m MAG3 sintigrafisiyle de bașlangıç
renal ekstraksiyon fonksiyonları hesaplandı. Her iki yöntem istatistiksel
olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalıșmada yaș ortalamaları 8,8±3,2 olan 61(%59) kız
ve 49(%41) erkek yer aldı. Tc-99m DMSA ile böbrek fonksiyonlarına
katkı, sol böbrekte 50,15±21,07 ve sağ böbrekte 49,85±21,08
bulundu. Tc-99m MAG3 ile sol böbreğin katkısı 51,10 ±22,00 ve
sağın katkısı 48,90±22,01 olarak hesaplandı. Her iki grup arasında
pozitif yönde güçlü ilișki bulundu (r=0,990, p=0,001). 155/206
(%75,25) uyumlu ve 51/206 (%24,75) kısmi uyumsuz hipoaktif alan/
defekt veya uptake’ te azalma saptandı.
SONUÇ: Tc-99m DMSA ve Tc-99m MAG3 ile renal fonksiyon değerlendirmesinde
pozitif korelasyonlar saptadık.
AIM: Tc-99m DMSA scintigraphy is a reliable, sensitive and frequently
preferred method in both the detection of renal defects
and the calculation of differential renal function. In this study our
aim was to compare the effi ciency of the Tc 99m MAG3 with the
Tc 99m DMSA in the evaulation of renal parenchymal diseases of
the pediatric age group.
METHODS: Following the determination of at least one hypoactive
region, a hypoactive defect and/or a decrease in renal cortical
uptake in Tc-99m DMSA scan, the renal paranchyma was evaluated
qualitatively and quantitatively by using Tc-99m MAG3 scintigraphy.
By qualitative assessment, compliance/non-compliance
of the 206 kidneys were evaluated. The initial renal extraction functions
were calculated by using the Tc-99m MAG3 scintigraphy.
Both methods were evaluated statistically.
RESULTS: The study included 61(59%) female and 42 (41%) males
with a mean age of 8.8 ±3.2 years. The contributions of the left and
the right kidneys to the total renal function with the Tc-99m DMSA
scintigraphy were as 50.1521.07 and 49.85±21.08, respectively. The
contributions of the initial left and right renal extraction functions with
the Tc-99m MAG3 were as 51.10±22.00 and 48.90±22.01, respectively.
The two scintigraphy techniques were signifi cantly correlated
(r=0.990,p=0.001). There were 155 (75.25%) compliant kidneys and 51
(24.75%) kidneys with hypoactive regions/scars or decreased uptake.
CONCLUSION: There was a positive correlation between the
Tc-m99m DMSA and the the Tc--99m MAG3 reanl functional
assessments.

TAM DERGI
2.
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi 2012; 2 (2): 43-87.
Kafkas Journal of Medical Sciences 2012; 2 (2): 43-87.
Bahattin Balcı
Sayfalar 43 - 87
Makale Özeti | Tam Metin PDF

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
3.
Koroner yavaş akım fenomeni ile P-dalga dispersiyonu ve QT-dispersiyonu arasındaki ilişkilerin belirlenmesi
Determination of the relationship between the coronary slow flow phenomenon, and the P wave dispersion and QT dispersion
Yüksel Kaya, Ali Kemal Gür, Edip Gönüllü, Tolga Sinan Güvenç, Ahmet Karakurt, Ahmet Güler, Yemlihan Ceylan, Nesim Aladağ, Mahmut Özdemir, Lokman Soyoral, Bahattin Balcı, Mehmet Özkan
doi: 10.5505/kjms.2012.55265  Sayfalar 49 - 53
AMAÇ: Koroner yavaș akım (KYA) fenomeni, anjiografide herhangi
bir koroner bulgu olmaksızın opak maddenin distale yavaș geçiși
olarak tanımlanır. Altta yatan mekanizmalar henüz tam olarak anlașılamamıș
olsa da, iskemi ve infarkt gibi hadiselere neden olabilmesi
açısından klinik öneme sahiptir. Bu çalıșmanın amacı koroner
anjiografide saptanan KYA ile yüzey EKG bulgularından P dalga
dispersiyonu ve QTc dispersiyonu arasındaki ilișkiyi belirlemektir.
YÖNTEM: Çalıșmaya koroner anjiografi ișlemi yapılan ve koroner yavaș
akım tespit edilen 50 hasta ve 63 kontrol grubu alındı. Tüm katılımcıların
EKG değerlendirmelerinde en uzun ve en kısa P dalgası ve
QT dalgası değerleri belirlendi ve aralarındaki fark P dispersiyonu ve
QT dispersiyonu olarak kaydedildi. QTc süresinin hesaplanmasında
Bazett formülü kullanıldı.
BULGULAR: Hastaların yaș ortalamaları çalıșma grubunda
47,15±6,17 ve kontrol grubunda ise 47,73±5,23’tü. KYA saptanan
hastalarda P dispersiyonu süresinin istatistiksel olarak anlamlı seviyede
yüksek olduğu saptandı.
SONUÇ: KYA olan hastalarda bozulmuș atrial iletinin EKG belirteci
olan P dispersiyonu süreleri artmaktadır.
AIM: Coronary slow fl ow (CSF) phenomenon is the slow transmission
of the opaque solution to the distal portion of the coronary artery
in the absence of coronary lesions. Although the mechanisms
responsible for CSF are not completely understood, CSF is an important
clinical entity since it may cause myocardial ischemia and
infarction. The aim of this study is to determine the relationship between
CSF, P wave dispersion and corrected QT (QTc) dispersion.
METHODS: A total of 50 patients with angiographically proven
CSF and 63 controls with normal coronary arteries were included
in the study. The longest and the shortest P waves and QT intervals
were determined in the electrocardiograms. The differences
between the shortest and the longest intervals were defi ned as
dispersion. Bazett formula was used for the calculation of QTc
dispersion.
RESULTS: The mean ages of the patients were 47.50±6.17 in the
study group and 47.73± 5.23 in the control group. The duration of
the P wave dispersion was signifi cantly longer in patients with CSF.
CONCLUSION: The P wave dispersion, a marker of disturbed atrial
conduction seems to be longer in patients with coronary slow fl ow.

4.
Bir üçüncü basamak sağlık merkezindeki tanısal ve girişimsel bronkoskopi sonuçları
Results of diagnostic and interventional rigid bronchoscopy in a tertiary health center
Coşkun Doğan, Sevda Şener Cömert, Ali Fidan, Nesrin Kıral, Elif Torun Parmaksız, Benan Çağlayan, Tolunay Sevingil
doi: 10.5505/kjms.2012.04127  Sayfalar 54 - 59
AMAÇ: Bir üçüncü basamak sağlık merkezinin göğüs hastalıkları
kliniğinde uygulanan tanısal ve girișimsel rijid bronkoskopi ișlemlerinin
endikasyon ve komplikasyonlarını incelemek.
YÖNTEM: Çalıșmada 2006–2010 tarihleri arasında tanısal ya da girișimsel
rijid bronkoskopi yapılan 15 kadın ve 35 erkek hasta yer aldı.
Demografik özellikler, rijid bronkoskopi endikasyonları, habaset ve ek
hastalık varlığı, komplikasyon gelișmesi ve hastanede kalıș süreleri
retrospektif olarak hasta kayıtlarından sağlandı.
Çalıșma popülasyonu cinsiyet, hastalık (habis ya da selim) ya da ișlemin
sonucuna (komplikasyon gelișip gelișmemesi) göre ikili gruplara
ayrıldılar. Yeni olușturulan gruplar birbirleriyle karșılaștırıldılar. P değerinin
<0,05 olması anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Hastaların ortalama yașları 54,33±14,12’ydi ve genel
anestezi altında rijid bronkoskopinin en sık endikasyonu local anestezi
altında fiber optik anestezinin kabul edilmemesiydi.
Erkek hastalarda hastanede yatıș süresinin daha uzun olması
(p<0,05) dıșında, hasta cinsiyeti diğer özellikleri etkilemedi (p>0,05).
Komplikasyonu olan hastalarda çalıșılan özellikler, komplikasyonu
olmayanlardan farklılık göstermedi (p>0,05). Var olan hastalığın habis
ya da selim olması, yașlı hastalarde habasetin daha fazla görülmesi
dıșında (p>0,05), gruplar arasında anlamlı farklılık yaratmadı (p>0,05).
SONUÇ: Bir üçüncü basamak sağlık merkezinde, tanısal ya da girișimsel
bronkoskopinin komplikasyon oranı hastaların demografik
özelliklerinden ya da hastalığın habis ya da selim olmasından
etkilenmez.
AIM: To study the indications and the complications of diagnostic
and interventional rigid bronchoscopy procedures performed in
the chest diseases clinics of a tertiary health center.
METHODS: The study included 15 female and 35 male patients
undergone to rigid bronchoscopic examination or intervention
between 2006 and 2010. Characteristics of demographics, indications
for rigid bronchoscopy, presence of malignancy, complication
and additional disease, and the hospital stay time were
provided retrospectively from patient records.
The study population were allocated into two groups according
to their gender, disease (malignant or benign) or prognosis (having
complication or not) during the procedure. The newly formed
groups were compared with each other. A p value of <0.05 was
considered signifi cant.
RESULTS: The mean ages of the patients were 54.33±14.12. The
most frequent indication for bronchoscopy under general anesthesia
was the refusal of fi ber optic bronchoscopy under local
anesthesia.
Except from the longer hospital stay times for the male patients
(p<0.05), the gender of the patients did not effect the other characteristics
(p>0.05). The characteristics studied in patients with
complications did not differ from the patients without complication
(p>0.05) and the allocation according to the present disease,
as malignant or benign, also did not create a signifi cant difference
between groups (p>0.05), except that the malignancy was more
frequent in the elderly (p<0.05).
CONCLUSION: In a tertiary health center, the complication rate of
the diagnostic or interventional rigid bronchoscopy is not affected
by the patients’ demographics or the nature of the disease being
malignant or benign.

5.
Semptomatik hastalarda akromion tiplerinin dağılımı ve subakromiyal mesafeler; MRG bulguları
Acromion types and subacromial distances in symptomatic patients; MRI findings
Mahmut Duymuş, Neşe Asal, Alper Bozkurt, Güneş Orman, Yakup Yeşilkaya, Ömer Yılmaz
doi: 10.5505/kjms.2012.40085  Sayfalar 60 - 65
AMAÇ: Bu çalıșmanın amacı; semptomatik hastalarda farklı akromion
tiplerinin sıklığını belirlemek ve subakromial mesafelerini
karșılaștırmaktı.
YÖNTEM: Klinik semptomları olan 100 hastanın omuz MRG görüntüleri
retrospektif olarak incelendi. Akromion tipleri dört alt grupta sınıfl
andırıldı ve subakromial mesafeleri ölçüldü. Çalıșma popülasyonu
akromion tipleri ve cinsiyete göre incelendi.
BULGULAR: Ortalama hasta yașı 47,4±16,1 olarak hesaplandı ve
cinsiyetler arasında anlamlı fark tespit edilmedi. Katılımcıların 38’i
erkek ve 62’si kadındı. Dört akromion tipinin de görülme sıklığı erkeklerde
benzerdi (p>0,05), ancak kadınlarda Tip I en sık ve Tip IV
en az görülecek biçimde anlamlı olarak farklıydı (p<0,05). Erkeklerle
kıyaslandığında subakromial mesafeler kadınlarda anlamlı derecede
kısaydı (p<0,05). Buna ek olarak kadınlardaki Tip III akromionların
subakromial mesafeleri, Tip I ve Tip IV’e göre anlamlı derecede
daha kısaydı (p<0,05).
SONUÇ: Semptomatik hastalarda Tip I akromion en sık görülen
tiptir. Subakromial mesafeler kadınlarda belirgin olarak daha kısadır.
Kadın Tip III akromionlarının subakromiyal mesafeleri, Tip I ve
Tip IV’ göre belirgin olarak daha kısadır.
AIM: The aim of this study was to determine the frequency of different
acromion types and to compare their subacromial distances
in symptomatic patients.
METHODS: The shoulder MR images of 100 patients having clinical
symptoms were analyzed retrospectively. Acromion types were
categorized into four subgroups and the subacromial distances
were measured. The study population was analyzed according to
the acromion types and the gender.
RESULTS: The mean age of the patients was 47.4±16.1 and did
not differ between males and females. There were 38 male and
62 female participants. The frequency of four acromion types was
similar in males (p>0.05), however signifi cantly different in females
(p<0.05) as Type I was the most and Type IV was the least frequent
ones. The subacromial distances were signifi cantly shorter in females
in comparison with the males (p<0.05). In addition, female
Type III acromions had signifi cantly shorter subacromial distances
in comparison to female Type I and Type IV acromions (p <0.05).
CONCLUSION: Type I acromion was the most frequent acromion
type in symptomatic patients. The subacromial distances were
signifi cantly shorter in females. Female Type III acromions had signifi
cantly shorter subacromial distances in comparison to female
Type I and Type IV acromions.

6.
Kafa travmasının akut döneminde hipofiz fonksiyonlarının değerlendirilmesi
Evaluation of pituitary functions during acute phase of head trauma
Kazım Doğan, Mehmet Hakan Seyithanoğlu, Nezih Özkan, Erhan Emel, Feyza Karagöz Güzey, Nuri Serdar Baş, Talat Cem Ovalıoğlu, Meliha Gündağ
doi: 10.5505/kjms.2012.81300  Sayfalar 66 - 73
AMAÇ: Travmatik beyin hasarı sonrası hipofiz bezinin fonksiyonlarını
değerlendirmek ve olası etkenleri ayırt etmek için travmanın
akut döneminde hipofiz fonksiyonlarını sunmak.
YÖNTEM: Çalıșmada Eylül 2009 ve Temmuz 2010 arası kayıtları olan
30 hasta (22 erkek ve 8 kadın) yer aldı. Glasgow Koma Skorlarına
göre hastalar ağır, orta ve hafif travma olmak üzere üç gruba ayrıldılar.
Yaș, cinsiyet, etiyoloji, hastanede kalma süresi ve hipofiz hormon
seviyelerini içeren veri incelendi. p değerinin <0,05’ten küçük olması
anlamlı kabul edildi.
BULGULAR: Kafa travması olan erkek hastalar (40,5±21,76) belirgin
olarak kadın hastalardan (49,13±27,93) daha gençtiler. Kafa
travmasının akut döneminde büyüme hormonu, ACTH ve LH/FSH
eksiklikleri sırasıyla %36,6, %20 ve %20 hastada vardı. Travmatik
beyin hasarlarının önde gelen sebepleri yüksekten düșme (%46,6)
ve motorlu araç kazalarıydı (%33,3). ACTH seviyelerinin yüksekliği,
Glasgow coma skoru ve prolaktin seviyesinin düșüklüğü daha uzun
hastanede kalma süresine sebep oldu.
SONUÇ: Travma sonrası hipopitüiterizm gelișmesi açısından șiddetli
travmatik beyin hasarı en önemli risk faktörü sayılsa da, daha
hafif bir hasar da hipopitüiterizme yol açabilir. Post travmatik hipopitüiterizm
tanısından uzaklașmak için bütün kafa travması hastaları
yeterince uzun süre izlenmelidir.
AIM: To evaluate the functional outcome of the pituitary gland after
the traumatic brain injury and to present the pituitary functional
changes during the acute phase of the trauma in order to identify
the possible factors.
METHODS: The study included records of 30 patients (22 male and
8 female) between September 2009 and July 2010. The patients
were allocated into three groups according to their Glasgow Coma
Scale as severe, moderate and mild traumas. Data including the
age, gender, aetiology, hospital stay time and the pituitary hormone
levels was analyzed. A p value <0.05 was considered signifi cant.
RESULTS: The male patients (40.5±21.76) with head injury were
signifi cantly younger than the female patients (49.13±27.93).
During the acute phase of the head injury, there were growth hormone,
ACTH and LH/FSH defi ciencies in 36.6%, 20% and 20%
of the patients, respectively. The leading causes of the traumatic
brain injuries were falling from high altitude (46.6%) and motor vehicle
accidents (33.3%). Higher ACTH levels, and lower Glasgow
Coma Score and lower prolactin levels caused longer hospital
stay times.
CONCLUSION: Although the severity of traumatic brain injury is
considered as the major risk factor leading to the development
of post-traumatic hypopituitarism, a milder injury may also cause
hypopituitarism. All head trauma patients should be followed up
long enough in order to rule out the posttraumatic hypopituitarism.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
7.
Primer kas kist hidatidinde farklı paternli üç olgunun görüntüleme karakteristikleri
Imaging characteristics of three primary muscular hydatid cyst cases with various patterns
Mehmet Haydar Atalar, Levent Cankorkmaz, Gökhan Köylüoğlu, İsmail Şalk
doi: 10.5505/kjms.2012.76486  Sayfalar 74 - 76
Primer kas kist hidatidleri, endemik bölgelerde olguların %0,5’inden
daha azını olușturmaktadır. Bu kistler, bazen enflamasyon bulguları
ve fistülizasyon gösteren yavaș büyüyen kitleler olarak görülürler.
Bu yazıda, kistlerin karakteristik radyolojik görünümleri ile
operasyon öncesi tanısı konulan primer kas kist hidatidli üç olguyu
sunuyoruz. Endemik bölgelerde iskelet kasına ait bir kistik lezyonun
ayırıcı tanısında primer kas kist hidatidi akılda bulundurulmalıdır.
Primary muscular hydatid cysts comprise less than 0.5% of the
cases in endemic populations. These cysts appear as slow-growing
masses of the soft tissue, sometimes with infl ammatory signs and
fi stulization. In this report, we present three cases of primary muscular
hydatid cyst in which preoperative diagnosis were achieved
by characteristic radiological appearances of the cysts. Primary
muscular hydatidosis should be kept in mind in the differential diagnosis
of a cystic mass of a skeletal muscle in endemic areas.

8.
Bir kronik apandisit olgusu
A case of chronic appendicitis
Kemal Peker, Kemal Kılıç
doi: 10.5505/kjms.2012.13008  Sayfalar 78 - 80
Bazı yazarlar tanıma karșı direnç gösterseler de, kronik apandisit
apendiks dokusunun kronik enflamasyonudur ve bazen de tekrarlayıcıdır.
Yazarların direnci akut apendisitin enflamatuvar seyri
sırasında görülen belirti ve bulguların yokluğu ile ilișkilidir. Kronik
apendisit tanısı genellikle histopatolojik inceleme sonrası konulur.
Sürekli ve tekrarlayan karın ağrısı ise ameliyat için gerekçeyi olușturur.
Bu yazıda bir kronik apendisit olgusu ve klinik özelliklerini
sunmayı amaçladık.
Although some authors resist the defi nition of chronic appendicitis,
it is the chronic infl ammation of the appendiceal tissue and sometimes
it is also recurrent. The resistance is related to the absence
of the classical clinical symptoms and signs observed during the
infl ammatory process of the appendicitis. It is usually diagnosed
following the histo-pathological examination. The operations are
mostly indicated with the persistent or recurrent abdominal pain.
In this report we aim to present a case of chronic appendicitis and
its clinical manifestation.

9.
İntestinal tıkanıklık oluşturmayan abdominal koza’nın BT ve MRG bulguları
CT and MRI findings of abdominal cocoon without intestinal obstruction
Güneş Orman, Mahmut Duymuş, Umut Hasan Kantarcı, Mustafa Gök
doi: 10.5505/kjms.2012.28247  Sayfalar 81 - 83
Abdominal koza; mekanik obstrüksiyona sebep olan, ince barsakların
total ya da parsiyel çevrelenmesi ile karakterizedir. Aynı zamanda
sklerozan enkapsüle peritonit olarak da adlandırılır. Etiyolojisi ve
patogenizi belli olmayan, laparotomi sırasında tanınan bir antitedir.
Bunun için de preoperatif tanısı çok önemlidir. Bilgisayarlı tomografi
(BT) ve Magnetik Rezonans Görüntüleme (MRG) preoperatif
tanı için gerekli ipuçlarını gösterebilir. Bildiğimiz kadarıyla șimdiye
kadar bu antiteyi sunan birkaç olgu sunumu vardır.
Burada karın ağrısı ve abdominal kozanın tipik BT bulguları olan
bir hasta sunulmuștur. BT bulguları üzerine kurulan preoperatif tanı
cerrahi ile de doğrulanmıștır. Bu yazıda hastalığın BT ve MRG özellikleri
ve preoperatif tanısal ipuçları tartıșılmıș ve görüntülemenin
önemi vurgulanmıștır.
Abdominal cocoon is characterized as a total or partial encasement
of the small bowel by a thick fi brotic membrane leading to the
mechanical obstruction. It is also referred as the sclerosing encapsulating
peritonitis. It is a rare entity with an unclear aetiology and
pathogenesis, and is usually diagnosed at the time of laparotomy.
Thus the preoperative diagnosis is very important. Computerized
tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI) may show
the signs needed for the preoperative diagnosis. To our knowledge,
only a few cases of the entity have been reported previously.
A patient having abdominal pain and the typical CT fi ndings of an
abdominal cocoon was presented herein. The preoperative diagnosis
based on the CT fi ndings was confi rmed at the surgery. CT
and MRI features of the disease and the preoperative diagnostic
clues were discussed, and the role of imaging was emphasized in
this case report.

DERLEME
10.
Kardiyopulmoner resüsitasyonun tarihçesi
History of cardiopulmonary resuscitation
Mehmet Karataş, Engin Burak Selçuk
doi: 10.5505/kjms.2012.96168  Sayfalar 84 - 87
Kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR); kardiyopulmoner fonksiyonları
durmuș hastada hava yolu açıklığıyla birlikte solunum ve
dolașım desteği sağlamak olarak tanımlanmaktadır. Modern uygulama
tekniklerine ulașana kadar KPR pek çok așamadan geçerek
gelișmiștir. Kapalı kalp masajı ilk önce 1960’larda tanımlandı.
Bu dönemlerde Kouwenhoven ve meslektașları kalp masajı ve
suni solunumu bașarıyla uyguladılar. 1966’da Amerika Birleșik
Devletleri’nde Ulusal Bilim Akademisi ve Ulusal Araștırma Konseyi
birçok çalıșmadan elde ettikleri verileri topladılar ve KPR temel ve
standartlarını olușturdular. Bunlar temel olarak havayolunun sağlanması
(Airway), solunum (Breathing) ve dolașımın (Circulation)
yeniden olușturulmasıydı. Bu ön basamaklardan sonra da asıl tedavi
(Definitive) gelmekteydi.
Maintenance of the airway patency, and the respiratory and circulatory
support to the patient with cardiopulmonary arrest is defi
ned as the cardiopulmonary resuscitation (CPR). CPR evolved
through history with many stages to reach its modern application
techniques. Closed cardiac massage was fi rst defi ned in 1960s.
During this period Kouwenhoven and his colleagues had successfully
applied cardiac massage and artifi cial respiration. In 1966,
National Academy of Sciences – National Research Council in
the USA (NAS-NRC) collected the evidences from many studies
and established the basics and the standards of CPR. Those were
mainly the patency of the Airway, restoration of the Breathing and
the Circulation (ABC). The fi nal and the Defi nitive therapy followed
the fi rst steps.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git