Kafkas J Med Sci: 3 (3)
Cilt: 3  Sayı: 3 - 2013
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi 2013; 3(3): 109-154.
Kafkas Journal of Medical Sciences 2013; 3(3): 109-154.
Kahraman Ülker
Sayfalar -109 - 154

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Bir Sanayi Bölgesinde Çalıșan İșçilerin El Yaralanmalarının Özellikleri
The Characteristics of Hand Injuries of Workers Occupied in an Industrial Estate
Bülent Çağlar Bilgin, Gülşen Çığşar, Şahin Kahramanca, Turgut Karaca, Saadet Özer, Uğur Türktaş, Hınç Yılmaz
doi: 10.5505/kjms.2013.84856  Sayfalar 109 - 112
AMAÇ:
Eller sanayi çalıșanlarında vücudun en sık kullanılan organları olduğu için travmaya da en sık maruz kalırlar. Ellerin minör yaralanmalarında bile uygun tanısal ve tedavi edici yaklașım gerekir. Bu çalıșmada el yaralanmaları ile yaralanmaya maruz kalan sanayi çalıșanların özellikleri arasındaki ilișkiyi incelemeyi amaçladık.
YÖNTEM:
Sanayi bölgesindeki kliniğe, Kasım 2011- Nisan 2012 tarihleri arasında bașvuran 96 el yaralanması hastasının kayıtları retrospektif olarak incelendi. Yaș, cinsiyet, öğrenim durumları, dominant el, mesleki tecrübe süresi, daha önce yaralanma öyküsü, meslek grupları, yaralanmanın gerçekleștiği gün, saat ve yaralanma ile kliniğe bașvuru arasında geçen süreyi içeren veriler incelendi. Kayıtlarında eksik olmayan 80 hasta istatistik analizi için seçildi.
BULGULAR:
Hastaların yaș ortalaması 33,06±11,28’di ve biri dışında hepsi erkekti. Yaralanmalar en fazla sıklıkla (N=21) pazartesi günleri olmuștu ve hastalar en sık (N=26) saat 12 ile 14 arasında yaralanmıștı.
Hastaların eğitim seviyelerin göre dağılımı șöyleydi: ilkokul mezunu (N=23), ortaokul mezunu (N=27), lise mezunu (N=29) ve üniversite mezunu (N=1).
Hastaların iș deneyimlerine göre dağılımı șöyleydi: beș yıldan az (N=39), 6-10 yıl arasında (N=15), 11-15 yıl arasında (N=14) ve 16 yıl ya daha fazla (N=12). 74 hasta kliniğe yaralanmanın ilk saati içinde bașvurmuștu.
SONUÇ:
El yaralanmaları iș deneyimi daha az olan sanayi ișçilerinde ve özellikle pazartesi günleri daha sık oluyor gibi görülmektedir.
AIM:
Hands are the most frequently used parts of the body of the industrial workers, thus are most frequently traumatized. Even minor injuries of hands require a proper diagnostic and theuropathic approach. In this study, we aimed to verify the relation between hand injuries and the characteristics of the victims working in an industrial estate.
METHODS:
The records of the 96 patients with hand injuries admitted to the clinic in the industrial estate between November 2011 and April 2012 were evaluated retrospectively. The data including age, sex, education, dominant hand, duration of work experience, medical histories dealing with previous injuries, occupational groups, date and time of injury, time between injury and clinical admission was analyzed. Eighty cases with full records
were selected for statistical analysis.
RESULTS:
The mean age of the patients was 33.06±11.28 and all but one were male. The injuries most frequently happened on Mondays (N=21) and the patients were most frequently (N=26) injured between 12: 00 a.m. and 2: 00 p.m.
The distribution of educational level of the patients was as: primary school (N=23), middle school (N=27), high school (N=29) and university (N=1) graduates.
The distribution of work experience of the patients was as: less than fi ve years (N=39), 6-10 years (N=15), 11-15 years (N=14), and ≥ 16 years experience (N=12). 74 of the patients applied to the clinic within the fi rst hour of injury.
CONCLUSION:
The industrial workers with less experience seem to have hand injuries more frequently, particularly on Mondays.

3.
Bupivakainle spinal anestezide, soğuk ya da pinpirick uyaranıyla duyusal blok düzeyi belirlenmesi
Assessment of block level with cold or pin-pirick stimulation during bupivacaine induced spinal anesthesia
Abdulkadir Yektaş
doi: 10.5505/kjms.2013.76476  Sayfalar 113 - 117
AMAÇ:
Spinal anesteziden sonra duyusal bloğun dermotomal seviyesini belirlemek için geleneksel olarak pinprick uyaranı kullanılır. Pinprick uyaranı ağrılı ve invazif bir yöntemdir. Çalıșmada klinik pratikte rutin olarak kullanılan invazif pinprick uyarısıyla, non-invazif yöntem olan basit soğuk duyu kaybı testi ile belirlenmiș duyusal blok dermotomal seviyelerini karșılaștırmayı amaçladık.
YÖNTEM:
İnguinal herni onarımı yapılacak 160 yetișkin erkek hasta çalıșmamıza alındı. Oturur pozisyonda 3,5 mL volüm içinde 15 mg hiperbarik bupivakain ve 25 μg fentanil’in 27 G iğne ile L4-5 aralıktan enjeksiyonuyla spinal anestezi gerçekleștirildi. Spinal enjeksiyondan sonra 5. ve 20. dakikadaki blok seviyeleri değerlendirildi. Pinprick uyaranı için iğne, soğuk uyaranı için buz kalıbı kullanıldı.
BULGULAR:
Pinprick duyu kaybının dermatomal seviyesi ile soğuk duyu kaybının dermatomal seviyeleri arasında 5. ve 20. dakikada anlamlı fark vardı ve soğuk duyu kaybında dermotomal seviyeler anlamlı derecede daha düșüktü (p < 0,05).
SONUÇ:
Spinal anestezide blok seviyesini değerlendirmek için pinprick uyaranı yerine soğuk duyu kaybı yöntemini kullanılabilir. Ancak, aynı bireylerde pinprick testi ile kıyaslandığında soğuk uygulama testi daha așağı segment blokajı göstermektedir.
AIM:
Pinprick stimulus is often used to determine the dermatomal level of sensory block during spinal anesthesia. However, it is an invasive and painful technique. In this study, in order to determine the dermatomal level of sensory block during spinal anesthesia we aimed to compare the cold sense loss and invasive pinprick tests.
METHODS:
We included 160 male patients undergoing inguinal hernia repair surgery in this prospective study. Spinal anesthesia was performed in the sitting position with a mixture of 3.5 mL heavy bupivacaine and 25 μg fentanyl introduced intrathecally through a 27 gauge needle at the L3-4 intervertabral space. The levels of block were assessed at 5th and 20th minutes after the spinal injection. A needle was used for pinprick test and an ice pack was used for testing for cold sensation.
RESULTS:
The dermatomal levels of sensory loss at 5th and 20th minutes were significantly different and the level of cold sensory loss test was signifi cantly lower (p<0.05).
CONCLUSION:
Cold sensory loss test may be an alternative to pinprick test in the assessment of the block level during spinal anesthesia. However, cold sensory test shows lower segmental blocks in comparison with the pinprick test in the same individuals.

4.
Türkiye’de Manyetik Rezonans Görüntüleme Sırasında Pediatrik Sedasyon
Pediatric Sedation During Magnetic Resonance Imaging Procedures in Turkey
Güneş Orman, Umit Aksoy Ozcan, Mehmet Masum Simsek
doi: 10.5505/kjms.2013.50470  Sayfalar 118 - 121
AMAÇ:
Türkiye’de güncel pratikte magnetik resonans görüntüleme (MRG) sırasında pediatrik popülasyonda tıbbi sedasyon uygulamalarını araștırmayı amaçladık.
YÖNTEM:
Çalıșma sekiz adet çoktan seçmeli soru içeren bir formun kullanımıyla yapıldı. Mektup, faks ya da telefon ile toplam 250 radyoloji uzmanı çalıșmada yer almak için davet edildi.
BULGULAR:
Türkiye’nin 28 farklı șehrinden 250 radyoloji uzmanından 165 tanesi çalıșmaya katıldı. Katılımcıların 123 (%74,5) tanesinin günlük pratiklerinde pediatrik hastalara MRG sırasında sedasyon uygulanıyordu, ancak 42 (%25,5) katılımcı günlük uygulamada sedasyon kullanmıyordu. Bulgularımıza göre Türkiye’de sedasyon ișlemleri sırasında en fazla sıklıkta (%63) anestezi uzmanları yer alıyordu.
SONUÇ:
Türkiye’de tanısal ișlemler sırasında sedasyon en fazla sıklıkla anestezi uzmanları tarafından uygulanıyor gibi gözükmektedir. MRG sırasında sedasyon uygulama oranı ise %74,5’tir.
AIM:
We aimed to evaulate the daily practice of medical sedation in pediatric population during magnetic resonance imaging (MRI) procedures in Turkey.
METHODS:
The study was performed by using a questionnaire consisting of eight multiple choice questions. A total of 250 radiologists were introduced to participate in the study by mail, fax or telephone.
RESULTS:
A total of 165 of 250 radiologists from 28 different cities of Turkey participated. Sedation of pediatric patients during MRI procedures was a routine practice of 123 (74.5%) of the participants, however 42 (25.5%) of the participating radiologists did not have/use the facilities for sedation of the pediatric population. Our findings suggested that the anesthesiologists are the most frequently involved specialists during the sedation procedures (63%) in Turkey.
CONCLUSION:
Sedation during diagnostic procedures in pediatric population seems to be most frequently performed by the anesthesiologists in Turkey and pediatric sedation rate during MRI procedures is 74.5%.

5.
Türk Semptom Skoru, Maksimal Üretral Akım Hızı, Rezidüel İdrar Hacmi, Fonksitonel Uretral Uzunluk, Prostatik Uretral Uzunluk ve Prostatektomi Sonrası Enkontinans Arasındaki İlişki
The relation between Turkish Symptom Score, Maximal Urethral Flow Velocity, Residual Volume, Functional Urethral Length, Prostatic Urethral Length and Post Prostatectomy Incontinence
Kürşat Çeçen, Mustafa Güneş, Sabahattin Aydın
doi: 10.5505/kjms.2013.41636  Sayfalar 122 - 128
AMAÇ:
Bazı tanısal parametrelerin prostatektomi sonrası kontinans kazanımına etkilerini belirlemek amaçlandı.
YÖNTEM:
Çalıșmaya prostatektomi endikasyonu konulmuș 75 hasta dahil edildi ve ameliyat öncesi rezidüel idrar volümü, maksimum idrar akım hızı, prostatik üretra uzunluğu, fonksiyonel üretra uzunluğu, Türk semptom skoru ve yașları kaydedildi. Tarafımızca belirlenen inkontinans skorlaması kullanılarak ameliyat öncesinde ve sonda çekildikten sonraki 1. gün, 15. gün, 30. gün ve 90. günlerde hastalarda inkontinans sorgulandı.
BULGULAR:
Ameliyat öncesi hastaların %36’sında, sonda çekildikten sonraki 1. günde %93’ünde, 15. günde %32’sinde, 30. günde %15’inde ve 90. günde %12’sinde inkontinans olduğu belirlendi. Çalıșmada sonda çekildikten sonraki 15.günde yașa göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Ancak diğer takip günlerinde bu anlamlı farkın kaybolduğu tespit edildi. Yapılan ameliyat tiplerine göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında 3 aylık takip döneminde anlamlı bir fark bulunamadı. Ameliyat öncesi bakılan Türk semptom skorunun 3 aylık takip döneminde inkontinans vakalarının dağılım oranlarını farklı etkilemediği saptandı. Maksimum idrar akım hızına göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında sonda çekildikten sonraki 1. gün ve 15. gün istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. Ancak 30. ve 90. günlerde istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu görüldü. Ameliyat öncesi ölçülen rezidüel idrar volümünde 3 aylık takip döneminde inkontinans vakalarının dağılım oranlarını farklı etkilemedi. Prostatik üretra uzunluğuna göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında 3 aylık takip döneminde istatistiksel olarak anlamlı bir fark olmadığı görüldü. Sonda çekildikten sonraki 1. gün, 15. gün ve 30. günlerde fonksiyonel üretra uzunluğuna göre inkontinans vakalarının dağılım oranları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark olduğu ancak 90. günde bu farkın kaybolduğu tespit edildi.
SONUÇ:
Postprostatektomik inkontinans belirlemede 15 günlük dönemde yașın, 30 günlük dönemde fonksiyonel üretra uzunluğunun belirleyici faktörler olabileceği, 30. günden 90. güne kadar olan dönemde ise maksimum idrar akım hızının belirleyici bir faktör olabileceği kanısına varıldı. Rezidüel idrar volümü, prostatik üretra uzunluğu ve Türk semptom skorunun ise 3 aylık dönemde belirleyici faktörler olamayacağı sonucuna varıldı.
AIM:
This study was conducted to determine the effects of same diagnostic parameters for getting continence after prostatectomy.
METHODS:
This study included 75 patients who were decided to undergo prostatectomy. Residual urine volume, maximum urinary fl ow, prostatic urethra lenght, functional urethra lenght and Turkish symptom score were recorded before the operation. The incontinence score defined by us was applied to all patients before the operation, on the 1st, 15th, 30th and 90th days after urethral catheter was removed.
RESULTS:
Incontinence was found to be present in 36% of patients preoperatively, 93% on the 1st day, 32% on the 15th day, 15% on the 30th day and 12% on the 90th day after urethral catheter was removed. A statistically signifi cant difference was present between the incontinence ratios of 15th day after the catheter was removed an the age. There was not any signifi cant difference between the operation types and incontinence ratios. Turkish symptom score did not show any relation with postprostatectomy incontinence ratios. There was not a statistically significant difference between the maximum urinary fl ow and the first and 15th days' incontinence ratios. However, a statistically signifi cant difference was found on the 30th day and 90th day. Residual urine volume, measured in the preoperative period, did not affect incontinence ratios. There was not statistically signifi cant difference between prostatic urethra lenght, and incontinence ratios. There appeared a statistically signifi cant difference between functional urethral length and first day, 15th day and 30th day of incontinence ratios.
CONCLUSION:
In order to predict the postprostatectomy incontinence, age and functional urethral lenght may be the effective parameters during the earlier periods (15th and 30th days). However, in the later periods (90th day), maximum urinary fl ow may be a prognostic factor. On the other hand, residual urine volume, prostatic urethral lenght and Turkish symptom score do not seem to be prognostic factors during any period.

DENEYSEL ÇALIŞMA
6.
İnsan T Hücreli Akut Lenfoblastik Lösemi Hücrelerinin Kapsaisin ile İndüklenmiș Apoptozunda Rolü Olabilecek JAK/STAT Sinyal İletim Yolağı Elemanlarının Gen Ekspresyon Profillerinin Belirlemesi
Determination of the Gene Expression Profiles of JAK/STAT Cascade Components for the Potential Role of Capsaicin Induced Apoptosis of Acute T-Cell Lymphoblastic Leukemia Cells
Burçin Tezcanlı Kaymaz, Vildan Bozok Çetintaş, Buket Kosova
doi: 10.5505/kjms.2013.39200  Sayfalar 129 - 135
AMAÇ:
Dünya genelinde baharat olarak tüketilen kırmızı acı biberin içerdiği kapsaisin (trans-8-metil-N-vanilil-6-nonenamid), olası tümörogenez ve genotoksisite özelliğinin yanı sıra; çeșitli karsinojen ile mutajenlere antagonist olması ve tümöral hücre apoptozunun indüklemesi sebebiyle “iki yüzü keskin bıçak” bir ajan olarak tanımlanmaktadır. Ancak kapsaisin ile indüklenmiș lösemi hücre apoptozunun nedenleri halen araștırma konusudur. Bu çalıșmada, akut lenfoblastik lösemi hücre dizisi olan CCRF-CEM’ e kapsaisin uygulandıktan sonra apoptoz analizinin gerçekleștirilmesinin yanı sıra; JAK/STAT (Janus Kinaz / Sinyal İleticisi Transkripsiyon Aktivatörü) sinyal iletim yolağı elemanlarından STAT3, STAT5A, -5B, JAK2 ve IL–6’ nın mRNA seviyesindeki gen ekspresyon profillerinin çıkartılarak, kapsaisinin olası moleküler etki mekanizmasının aydınlatılması amaçlanmıștır.
YÖNTEM:
Kapsaisinin CCRF-CEM hücreleri üzerinde sitotoksik etki olușturduğu IC50 dozu 80 μM uygulandıktan 72 saat sonra hücrelerin apoptotik durumu değerlendirilmiș; diğer bir hücre grubundan total RNA izole edilip cDNA sentezi gerçekleștirilmiș ve hedef genlerin ekspresyon seviyeleri gerçek zamanlı qRT-PCR ile belirlenmiștir. Ekspresyon değișimi, madde verilmemiș kontrol grubu hücrelerle kıyaslanarak, kat değișimi ve % değișim olarak istatistiksel analiz yapılarak değerlendirilmiștir.
BULGULAR:
Kapsaisin ile muamele edilmiș lösemi hücreleriyle kontrol grubu hücrelerin apoptotik durumu kıyaslandığında, muamele grubu hücrelerde %37.1 oranında anlamlı bir apoptoz indüksiyonu saptanmıștır. Hedef genlere ait mRNA ekspresyon seviyeleri kıyaslandığında, STAT3, STAT5A, -5B, JAK2 ve IL-6 ekspresyonlarında sırasıyla -6.02, -49.6, -2.23, -5.53, -2.51 katlık anlamlı azalmalar saptanmıștır.
SONUÇ:
Kapsaisin ile indüklenmiș lösemi hücre apoptozunun olası nedenlerinden biri de, JAK/STAT sinyal yolağı elemanlarından; transkripsiyon faktörü olan ve lösemide artmıș ekspresyon sergileyen STAT3, STAT5A ve -5B ekspresyon seviyelerinin anlamlı derecede azalmıș olması olabilir. Buna ilave olarak sinyalleșme tetikleyicileri JAK2 ve IL-6 ekspresyonlarındaki düșüș ise; sinyalleşmenin baskılanarak lösemik hücre proliferasyonunun yavaşlaması ve apoptozun indüklenmesiyle sonuçlanmıș olabilir. Bu nedenle, akut lenfoblastik lösemi tedavisinde kapsaisinin de yer alabilecek olması, teröpotik uygulama alanında yeni bir açılım yaratabilecektir.
AIM:
Capsaicin, an ingredient of red chili pepper consumed as spice throughout the world is defined as “double-edged sword” agent for having possible tumorigenicity/genotoxicity properties, for being antagonist to carcinogens/mutagens for inducing tumor cell apoptosis. However, reasons of capsaicin induced leukemic cell apoptosis are investigated. In this study, following capsaicin treatment to acute lymphoblastic leukemia cell line CCRF-CEM, detecting apoptosis; determining gene expression profi les of JAK/STAT signaling pathway members STAT3, STAT5A,-5B, JAK2,IL-6 mRNA levels and clarifying possible molecular effect mechanism of capsaicin were aimed.
METHODS:
After 72h capsaicin treatment with IC50 dose that caused cytotoxic effect upon CCRF-CEM; an apoptosis assay was carried out; from another group of cells’, following total RNA isolation, cDNA synthesis was revealed, target genes’ expression levels were determined by real time qRT-PCR. Expressional changes were evaluated by comparing with untreated control group cells’ as fold or % change by performing statistical analyses.
RESULTS:
When apoptotic case of capsaicin treated and untreated control group cells was compared, signifi cant apoptosis induction was detected in treated group by 37.1% increase. When mRNA expression levels of capsaicin treated leukemic cells/ control group cells for target genes were compared; signifi cant downregulations were detected in STAT3, STAT5A, -5B, JAK2 and IL-6 expressions with -6.02, -49.6, -2.23, -5.53, -2.51 fold respectively.
CONCLUSION:
One possible reason of capsaicin induced leukemic cell apoptosis might be due to the significant decrease in STAT3, STAT5A and -5B expression levels that function as transcription factors and exhibit an upregulated expression in leukemia. In addition, the down-regulation in signaling accelerators JAK2 and IL-6 expressions could be resulted in deceleration in leukemic cell proliferation and induced apoptosis due to signaling suppression. Therefore, the possibility of capsaicin to take place in the treatment of acute lymphoblastic leukemia as well might create new initiative in therapeutic application area.

DERLEME
7.
İnsan Papilloma Virüsü
Human Papillomavirus
Gülçin Alp Avcı, Gülendam Bozdayı
doi: 10.5505/kjms.2013.52724  Sayfalar 136 - 144
İnsan Papilloma Virüsü (HPV), zarfı olmayan, sferik protein kapside sahip ve çift sarmallı DNA tașıyan bir virüstür. Fonksiyonel olarak aktif erken ve geç proteinler, erken (E) ve geç (L) gen bölgelerinden olușturulur. Viral integrasyon tipik olarak E1 ve E2 bölgelerinde meydana gelmektedir. E6 proteininin hücresel P53 proteinine; E7 proteininin ise Rb proteinine bağlanarak onkogenez mekanizmasında rol aldığı bilinmektedir. HPV, sadece cinsel yolla değil, aynı zamanda kontamine yüzeylerle indirekt, ciltteki lezyonlarla direkt olarak da bulașabilmektedir. En sık cinsel yolla bulaşmakta olup, serviks kanseri dıșındaki malignensilerde de gözlenmektedir. Günümüzde serviks kanseri için majör etken olarak kabul edilen HPV tanısı oldukça önemlidir. Serviks kanseri, “önlenebilir” bir kanser tipi olması sebebiyle diğer kanser türlerinden ayırt edilebilmektedir. Bu nedenle HPV ile ilișkili enfeksiyonlarda özellikle tarama, erken teșhis ve tedavi büyük öneme sahiptir.
Human papillomavirus (HPV) is a double-stranded DNA virus with a spheric protein capsid and without an envelope. Functionally active early and late proteins are created from regions of early and late gene. Typically viral entegration occur in E1 and E2 regions. It is known that the connections of HPV E6 protein to cellular protein p53 and E7 protein to Rb protein play a role in oncogenesis mechanism. Besides its sexual transmission, HPV can be transmitted by direct or indirect contact with the skin lesions. It is more often transmitted with sexual intercourse, and is also associated with malignancies other than cervical cancer. Currently, the determination of HPV infection which is a major contributing factor for cervical cancer is very important. In comparison with other malignancies, cervical cancer is preventable. Thus, screening, early diagnosis and treatment of lesions associated with HPV infection has a paramount importance.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
8.
Klasik Fenilketonürili Bir Erkek Çocukta Beyaz Cevher Anormalliklerinin Difüzyon Ağırlıklı Görüntülemesi: Bir Olgu Sunumu
Evaluation of White Matter Abnormalities with Diffusion-weighted Imaging in a Boy with Classical Phenylketonuria: A Case Report
Mehmet Haydar Atalar
doi: 10.5505/kjms.2013.69875  Sayfalar 145 - 148
Bu yazıda, bebeklikten itibaren diyet kontrolünde olan ve mental olarak normal olan fenilketonürili 16 yașında bir erkek çocuk olguyu sunmaktayız. MRG, T2-ağırlıklı ve proton dansite görüntülerde çoklu yüzeyel ve derin ak madde hiperintensitesi gösteriyordu. Eko-planar “trace” difüzyon MR görüntülemede b=1000 s/mm² görüntülerinde lezyon alanlarında bașlangıçta kısıtlanmıș difüzyon düșündüren yüksek sinyal intensitesi değișiklikleri tespit edildi. Karșılık gelen görünür difüzyon katsayısı (GDK) haritalarında ise lezyonların normal frontal ak maddeye (0.80 to 1.03 x 10ˉ³ mm²/s) göre düșük sinyal intensitesi ve düșük GDK değerleri (0.32 to 0.43 x 10ˉ³ mm²/s) vardı. Bu durum, düșük difüzyon yani sitotoksik ödem ile uyumluydu.
We herein report the case of a 16-year-old mentally normal boy with phenylketonuria, who was under dietary control since infancy. Magnetic resonance (MR) imaging showed multiple superfi cial and deep white-matter hyperintensity in T2-weighted and proton density images. Echo-planar “trace” diffusion MR imaging revealed high signal intensity changes at the lesion sites on b=1000 s/mm² images, initially suggesting restricted diffusion. On corresponding apparent diffusion coeffi cient (ADC) maps, the lesions had low signal intensity and low ADC values (0.32 to 0.43 x 10ˉ³ mm²/s), in comparison with the normal frontal white matter (0.80 to 1.03 x 10ˉ³ mm²/s). This was consistent with the presence of decreased diffusion, hence cytotoxic edema.

9.
Epiglottun Canlı Sülük Enfestasyonu: Bir Olgu Sunumu
Infestation of the Epiglottis by an Alive Leech: A Case Report
Behçet Tarlak, Ahmet Kutluhan, Kazım Bozdemir, Gökhan Yalçıner, Akif Sinan Bilgen, Ali Osman Özbey
doi: 10.5505/kjms.2013.18291  Sayfalar 149 - 151
Altmıșdört yașında, bir erkek hasta kliniğimize hemoptizi, ses kısıklığı, boğazda takılma, yabancı cisim hissi ve solunum sıkıntısı șikayeti ile bașvurdu. İndirekt laringoskopide, epiglot larengeal yüzde yeșil-kahverengi görünümde, canlı ve serbest kısmı rima glottise doğru uzanan yabancı cisme rastlandı. Genel anestezi altında, entübasyon yapılmadan yabancı cisim Magill forseps yardımıyla çıkarıldı. Bu yazıda nadir görülen larengeal sülük enfestasyonunu literatür eșliğinde tartıșarak sunuyoruz.
A 64 year-old male patient was admitted to our clinic with the symptoms of hemoptysis, hoarseness, throat tripping, foreign body sensation and respiratory distress. At the laryngeal face of epiglottis by using the indirect laryngoscopy, we determined an alive, green-brown colored foreign body with its free parts extending to the rima glottis. Under general anesthesia without intubation, the foreign body was removed by the help of Magill forceps and diagnosed as a leech. In this report, we present a rare case of living leech at the larynx with a short review of the literature.

10.
Akut Enfeksiyoz Mononukleozda Periorbital Ödem ve Ateș Birlikteliği: Bir Olgu Sunumu
Association of Periorbital Edema and Fever in Acute Infectious Mononucleosis: A Case Report
Kaya Hüseyin Süer, Aslı Feride Kaptanoğlu
doi: 10.5505/kjms.2013.02886  Sayfalar 152 - 154
Periorbital ödemin etiyopatogenezinin belirlenmesi ve ayırıcı tanısı klinisyenler, özellikle dermatologlar ve oftalmologlar için önemlidir. Periorbital ödem bir çok farklı hastalığın belirtisi olarak görülebilir. Enfeksiyöz mononükleozun (EMN) prodromal belirtisi olarak tanımlanmıș olmasına rağmen klinik uygulamada nadir görülür. Bu yazıda, periorbital ödem eșliğinde ateș șikayeti ile bașvuran ve EMN tanısı alan 15 yașındaki bir kadın olgu sunumu ile periorbital ödemin ayırıcı tanısı ve EMN’de orbital tutulumun özellikleri tartıșılmıștır.
Differential diagnosis and establishment of the etiopathogenesis of periorbital edema is important for physicians, particularly the dermatologists and ophthalmologists. It may be the symptom of a broad spectrum of diseases. Although it was defi ned as one of the prodromal signs of infectious mononucleosis (EMN), its occurrence is rare in clinical practice. In this paper, we reported a 15 year-old female patient, who admitted with periorbital edema and fever, and subsequently diagnosed as EMN and the differential diagnosis of periorbital edema and features of orbital involvement in EMN were discussed.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git