Cilt: 7 Sayı: 3 - 2017 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
1. | Tam Dergi Full Issue Sayfalar I - II |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Kars’da Gelişimsel Kalça Displazi Tarama Sonuçları ve Ortalama Maliyet Analizi Results of Developmental Hip Dysplasia and Average Cost Analysis in Kars Ali Bilge, Gökhan Ragıp Ulusoy, Bilgehan Çatal, Sefer Üstebay, Döndü Üstebaydoi: 10.5505/kjms.2017.36002 Sayfalar 181 - 187 Giriş ve Amaç: Gelişimsel kalça displazisi (GKD) ülkemizde sık görülen ve erken tanı konulup tedavi edilirse başarılı sonuçlar alınabilen bir anomalidir. Çalışmamızda, bebeklik döneminde kalça ultrasonografisi (USG) yapılarak gelişimsel kalça displazili olguların tanınması, erken tedavilerinin sağlanması ve bölgesel bazda hastaneye başvuran ve başvurmayan bebeklerin insidansı değerlendirildi. Bu değerlendirme sonuçları ile amacımız GKD insidansını belirlemek ve tedavi edilen ve edilemeyen hastaların tedavi masraflarının ortalama maliyet analizini yapmaktı. Metod: Çalışmamıza Haziran 2012 ve Haziran 2015 tarihleri arasında Kafkas Üniversitesi ve Kars Harakani Devlet Hastanesine başvuran 4 haftalıktan büyük 6 aylıktan küçük ultrasonografi yapılmış 2554 bebek alındı. Bu tarihler arasında medikal ve cerrahi tedavi almış hastalar listelendi. Bulgular: Haziran 2012 ve Haziran 2015 tarihleri arasında Kars bölgesinde 13910 yaşayan bebek mevcut idi. Ultrasonografi yapılan bebek sayısı 2554 idi. USG sonuçlarına göre 5108 kalça Graf sınıflamasına göre değerlendirildiğinde 4586 ( %89.8) kalça tip I, 347 ( % 6.8) kalça tip IIa, 130 ( % 2.6) kalça tip IIb, 26 ( % 0.5 ) kalça tip IIc, 8( % 0.2 ) kalça tip D ve 11( % 0.2 ) kalça tip III-IV olarak tespit edildi. Maliyet analizinde rutin taramanın ortlama iki kat daha fazla karlı oluğu görüldü. Sonuç: Kars bölgesinde yaşayan bebek oranı ve hastaneye başvuran ve USG yapılan bebek oranları ve sonuçlarına bakılınca gelişimsel kalça displazisinin gözden kaçırılmaması ve tedavi başarısının artırılmasında kalça USG’sinin önemli olduğu saptanmıştır. Bölgesel sonuçlarımız ile ülkemizde USG ile rutin tarama yapılması önerilebilir. Aim: Developmental hip dysplasia (DHD) is an anomaly that is frequently seen in our country and if diagnosed and cured early successful results can be gained. In our study the diagnose of developmental hip can facts by applying hip ultrasound (USG) in infanthood, supplying early treatment and the incidence of babies who have and haven’t applicated hospital in regional base are evaluated. With these results we aim to define DHD incidence and analyse the average cost of patients who have and haven’t been treated. Material and Method: 2554 infants more than 4 months and less than 6 months old who applicant Kafkas University and Kars Harakani State Hospital on the date from June 2012 to June 2015 have been taken to our study. Patients who had medical and surgical treatment have been listed on these days. Results: 13910 babies were living in Kars region in between June 2012 and June 2015. The number of babies that have been applied ultrasound was 2554. According to USG results when 5108 hips were evaluated according to Graf classification it was determined that 4586 (89.8%) hip type 1, 347 (6.8%) hips type 2a, 130 (%2.6) hips type 2b, 26 (0.5%) hips 2c, 8 (0.2%) hips type D and 11 (0.2%) hips type 3–4. In the average cost it was seen that routine scan is two times more profitable when the following patients and treatment of babies are considered, the efficacy, success and advantage of USG on the diagnosis of DHD is resulted. Conclusion: When examined, the ratio of infants who lives in Kars region and applicate the hospital, the ratio of babies who have been applied USG and their results, it is stated that hip US is important in not skipping DHD and increasing the success of treatment. With our regional results, routine seen with USG can be suggested in our country. |
3. | Ektopik Gebeliklerde Tek Doz Metotreksat Tedavisinin Etkinliğinin Değerlendirilmesi: 5 Yıllık Deneyim Evaluation of Medical Treatment Success in Ectopic Pregnancy with Single Dose Methotrexate: 5 Year Experience Ahmet Yıldız, Ozan Doğandoi: 10.5505/kjms.2017.70883 Sayfalar 188 - 192 Amaç: Bu çalışmada ektopik gebeliklerde tek doz metotreksat tedavisinin başarı ve başarısızlık oranlarını değerlendirmesi amaçlandı. Materyal ve Metot: Çalışmada ektopik gebelik tanısı konulup tek doz metotreksat uygulanan 351 hastanın tıbbi kayıtlarının retrospektif olarak incelenmiştir. Hastalar tek doz metotreksat ile başarılı olarak tedavi edilen ve edilemeyen olmak üzere 2 gruba ayrılarak değerlendirilmiştir. Bulgular: 351 hastanın 240 (%68,3) tek doz MTX ile başarılı olarak tedavi edilmiştir. 111 (%31,7) hasta ikinci bir MTX dozuna ya da cerrahi tedaviye ihtiyaç duymuştur. Ortalama BHCG seviyeleri tek doz MTX tedavisine başarılı olarak yanıt veren grupta, başarısız olunan gruba göre belirgin olarak düşük saptandı. (1265 mIU/ml-5751 mIU/ml, p<0,001). Tedaviye başarılı olarak yanıt veren grupla başarısız olunan grup arasında 4. gün BHCG seviyelerindeki düşüş oranı arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı. (%62,5 ve %36,9 istatiksel anlamlı, p<0,0001). Tek doz MTX tedavisine başarılı yanıt BHCG seviyeleri <1000 olduğunda %95, 1000–1999 arasında %87,5, >5000 olduğunda %35,5 olarak saptandı. Sonuç: Tek doz MTX uygulamaları ektopik gebeliklerin medikal tedavisinde kabul edilebilir, güvenli ve efektif bir yöntemdir, özellikle BHCG seviyeleri 3000 altında olan hastalarda ilk seçenek olarak düşünülmelidir. Aim: The aim of this study was to evaluate the predictive factors of success or failure of treatment of Ectopic Pregnancy with single dose Methotrexate (MTX). Material and Method: In this retrospective study, records of 351 patients who were treated for ectopic pregnancy with single dose of MTX were reviewed during five years. Patients were divided into two groups; the first group or “success group” are the patients who were successfully treated with MTX. The second group or “failure group” consist the patients who did not respond to the MTX therapy. Results: Of 351 patients, 240 (68.3%) were successfully treated with single dose MTX. 111 patients (31.7%) required second dose MTX or a surgery. The mean initial BHCG level was significantly lower in the treatment success group than in the treatment failure group (1265 mIU/ml versus 5751 mIU/ml, p<0.001). The number of cases with decreasing BHCG level on day 4 was significantly more in the success group compared to failure group (62.5% and 36.9% respectively, p<0.0001). The success rate was 95% when the levels were <1000 mIU/ml, 87.5% when the levels were between 1000–1999 mIU/ml and 35.5% when the levels were >5000 mIU/ml. Conclusion: Medical treatment with single dose systemic MTX may be an acceptable therapeutic option for ectopic pregnancy and MTX therapy is a safe and effective treatment modality for ectopic pregnancies with a serum BHCG levels below 3000 mIU/ml. |
4. | Behçet Üveitli Hastalarda HLA-B*51 Alt Tipinin Değerlendirilmesi Evaluation of HLA-B*51 Subtypes in Behçet's Patients with Uveitis Eda Balkan, Nilnur Eyerci, Sadullah Keleş, Orhan Ateş, Hasan Doğan, İbrahım Pirim, Aslı Karadoi: 10.5505/kjms.2017.39306 Sayfalar 193 - 196 Amaç: Behçet hastalığının (BH) bilinen patogenezindeki genetik faktörlerin en önemli bulgusu HLA-B*51 alleli olarak tespit edilmiştir. Bir çok farklı etnik grupta söz konusu ilişki gösterilmiştir. B*51 proteinini kodlayan bölgelerdeki dizi değişimleri birçok çalışmada gösterilmiştir. HLA-B*51’in şimdiye kadar 116 farklı alttipi (HLA-B*51: 01-B*51: 122) tanımlanmıştır (IMG/HLA 3,5,0, 14 Haziran 2011). Bu çalışmada, 1990 Uluslararası Çalışma Grubu kriterlerine göre BH tanısı almış B*51’i pozitif hasta ve sağlıklı kontroller üzerinde B*51 alttip dağılımı araştırıldı. Materyal ve Metot: Çalışmada, Behçet tanısı almış, akraba olmayan, B*51’i pozitif 40 hasta ve 54 gönüllü kemik iliği vericisinden DNA izolasyonu yapıldı. Sekansa spesifik primerler ile polimeraz zincir reaksiyon (PCR-SSP) yöntemi ile B*51 alttip tiplendirmesi yapıldı (One Lambda Inc CA, USA). İstatistiksel verilerin değerlendirilmesinde SPSS versiyon 17, Ki-kare-Fisher exact istatistiksel analiz yöntemi kullanıldı. Bulgular: Elde edilen bulgulara göre, B*51 alttipleri ile BH hastalarının klinik özellikleri ve laboratuvar parametreleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunamamıştır (p<0,05). Aynı şekilde, hasta ve kontrollerin B*51 alttiplerinin frekansında anlamlı bir farklılık gözlenmemiştir. Sonuç: Toplumumuzda ve diğer etnik gruplardaki Behçet hastalarında sıkça rastlanan HLA*B5101 alttipinin hastalıkla ilişkili olduğu sıklıkla vurgulansa da elde edilen veriler kontrol grubunda aynı alttipin tek başına hastalığın gelişimine katkısı olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak, BH’nın gelişiminde genetik faktörler dışında bazı çevresel faktörlerinde rol oynadığını düşündürmektedir. Aim: The HLA-B*51 allele has been determined to be the most important genetic factor in the pathogenesis of Behçet’s disease (BD). This relationship has been demonstrated in various ethnic groups and many studies have shown sequence alterations in B*51 protein coding regions. To date, 116 different subtypes of HLA-B*51 (HLA-B*51: 01-B*51: 122) have been identified (IMG/ HLA 3.5.0, June 14, 2011). This study investigated the distribution of B*51 subtypes in patients diagnosed with BD according to the 1990 International Study Group criteria and positive for B*51 compared to healthy controls. Material and Method: DNA was isolated from 40 unrelated B*51-positive BD patients and 54 healthy volunteer bone marrow donors. B*51 subtype analysis was done by polymerase chain reaction with sequence specific primers (PCR-SSP) (One Lambda Inc., CA, USA). Chi-square and Fisher’s exact tests were used in the statistical analysis (SPSS version 17.0). Results: There were no statistically significant associations between B*51 subtype and BD patients’ clinical characteristics or laboratory parameters (p<0.05). No significant difference was found between BD patients and controls in the frequency of B*51 subtypes. Conclusion: Although there has been much emphasis on the association between BD and the HLA*5101 subtype, which is a common finding in BD patients in the Turkish population and in other ethnic groups, the presence of this subtype at a comparable frequency in the control group indicates that the development of BD is not attributable to HLA*5101 alone. Our data suggest that in addition to genetic factors, certain environmental factors also play a role in the development of BD. |
5. | Karpal Tünel Sendromunda Kortikosteroid Enjeksiyonu, Fonoforez ve İyontoforezin Karşılaştırılması Comparison of Corticosteroid Injection, Fonoforesis and Iontoforesis in Carpal Tunnel Syndrome Kudret Cem Karayol, Ece Ünlü, Aytül Çakcıdoi: 10.5505/kjms.2017.47550 Sayfalar 197 - 202 Amaç: Bu çalışmada hafif ve orta derecede idiopatik Karpal Tünel Sendromunda (KTS) tanısı almış hastaların kısa ve uzun dönemli kontrolleriyle, kortikostroid enjeksiyonu, fonoforez ve iyontoforez ile kortikosteroidin farklı yollarla verilmesi ve konvansiyonel tedavi yöntemlerinin etkinliklerini ve birbirlerine olan üstünlüklerinin gösterilmesi amaçlandı. Materyal ve Metot: Hafif ve orta derecede idiopatik KTS tanısı alan 48 kadın hasta araştırmaya dahil edildi ancak hastaların 24. ay uzun dönem kontrollerinde adres değişikliği, telefon değişikliği vb. sebeplerle 39 hastaya ulaşıldı ve çalışma 39 hastayla bitirildi. Grup I’e (n=13) steroid enjeksiyonu, grup II’ye (n=7) steroid ile fonoforez, grup III’e (n=8) steroid ile iontoforez, grup IV’e (n=11) ise sadece nonsteroid antiinflamatuar ilaç (NSAİİ) reçete edildi. Her dört grupta yer alan hastalara el, elbileğini nötral pozisyonda tutan istirahat ateli verildi. Hastaların semptomları Boston Semptom Ciddiyet Ölçeği (BSCÖ); kavrama güçleri Jamar el dinanometresi; lateral, palmar ve parmak ucu kavrama güçleri pinçmetre, el fonksiyonları Nine Hole Peg Test (NHPT) ile tedavi öncesi, tedaviden 3 ve 24 ay sonra değerlendirildi. Bulgular: Çalışmaya alınan hastalar global olarak değerlendirilerek grip strength (GS), pinch strength (PS), nine hole peg (NHP), fonksiyonel durum skalası (FDS), Boston semptom ciddiyeti ölçeği (BSCÖ), giriş, 3. ay kontrol ve 24. ay kontrol değerlerinin ortalama ve standart sapmaları hesaplandı. Tüm değerlendirmelerde 1, 2, 3. gruptaki hastaların giriş-3. ay ve giriş-24. ay değerleri arasında anlamlı fark bulundu (p<0,05), fakat kontrol grubunda her iki takipte de anlamlı fark bulunamadı ve kontrollerde gücün, giriş değerinden daha düşük olduğu dikkat çekti (p>0,05). Sonuç: KTS tedavisinde yakınmaların ve klinik bulguların hepsinde tedavi öncesi değerlerine göre anlamlı düzelme görüldü ve bu düzelme 24 ay sonrasında da 3. ay kontrollerine göre azalmakla birlikte devam etti. Sadece NSAİİ ve splint verilen kontrol grubunda ise klinik ve fonksiyonel parametrelerde düzelme görülmekle birlikte tedavi gruplarının altında bir gelişim saptandı. Aim: In this study, our aim is show that in mild degree Idiopatic Carpal Tunnel Syndrome (CTS) patients, short and long term controls with corticosteroid injections, phonophoresis and iontophoresis which corticosteroid is given different ways and conventional treatment methods efficiency and superiority of each other. Material and Method: 48 female patients who have mild degree CTS enrolled to the start of the study but at 24 month control we reach 39 patients because of telephone number or address change. And we finished the study with 39 patients. In group I (n=13) we used the steroid injection, in group II (n=7) we used the steroid phonophoresis, in group III (n=8) we used steroid iontophoresis and in group IV we used only NSAID. All of the patients are used the splint which fix up wrist and hand in neutral position. Before the treatment, 3 and 24 month after the treatment patients are evaluated with Boston Symptom Severity Scala (BSSS) for symptoms, Jamar hand dynamometer for grip strength (GS), pinchmeter for lateral palmar and fingertip grip strength (PS), nine hole peg test (NHPT) for hand functions. Results: All of the patients are globally evaluated with BSSS, GS, PS, NHPT and EMG in the beginning, 3 month and 24 month controls. All of the evaluations in group I, II, III at the beginning are founded significant different (p>0.05) than 3 month and 24 month control results. But in the control group both of the follow up cannot find significant difference and in controls GS and PS force is decreased from the beginning. Conclusion: All of the group that treated for CTS, complains and clinic symptoms are improved and this improvement are continuing on the 24th month, but slightly decreased than 3 month controls. Only in control group, clinical and functional parameter is improved but lower than other group. |
6. | Künt Minör Toraks Travması: Acil Servise Başvuran 186 Hastanın Prospektif Analizi Blunt Minor Thoracic Trauma: A Prospective Analysis of 186 Patients in the Emergency Department Faruk Güngör, Kamil Can Akyol, Taylan Kılıç, Mustafa Keşaplı, Asım Arı, Ali Vefa Sayraçdoi: 10.5505/kjms.2017.60352 Sayfalar 203 - 208 Amaç: Künt minör toraks travmalı (MTT) hastalarda tanı, tedavi, acil servis (AS) yönetimi ve taburculuk sonrası takip bakımından bilgiler kısıtlıdır. Hastaların demografik verilerini, fizik muayene bulgularını ve bu bulguların eşlik eden torasik yaralanmaları ön görmedeki değerliklerini, hastaların sonlanımlarını araştırması amaçlandı. Materyal ve Metot: Yaralanma mekanizması, fizik muayene bulguları, görüntüleme bulguları, ağrı düzeyleri, taburculuk ve hastaneye yatış tanıları prospektif olarak çalışma formuna kaydedildi. Bulgular: Çalışmaya, alınan 186 hastanın yaş ortalaması 48±17 (18–91) 131’i (%70,4) erkekti. Hastaların 171’i (%91,9) acil servisten taburcu edilirken, 15’i (%8,1) hastaneye yatırıldı. En sık tanı, yumuşak doku travması (%78,8) ve en sık muayene bulgusu yaralanma yerinde duyarlılıktı (%69,6). Duyarlılıkları çok düşük olsa da fizik muayene bulguları eşlik eden torasik yaralanmaları saptamadaki özgüllükleri %100 bulundu. Tekrarlayan başvurusu olan hastaların başlangıç ve 7. gündeki ağrı düzeyleri istatistiki olarak daha yüksek saptandı (p=0,019, p=0,025). Sonuç: MTT’lı çoğu hasta, önemli bir morbidite ve mortalite olmadan AS’den taburcu edilmektedir. Pozitif fizik muayene bulguları bulunan hastalar, eşlik eden torasik yaralanmalar açısından detaylı araştırılmalıdır. Ciddi ve uzun süren ağrı tekrar başvuruların belirleyicileri olduğundan yeterli analjezik tedavi sağlanarak ağrı konusunda hastalar detaylı bilgilendirmelidir. Aim: There is limited information regarding patients with blunt minor thoracic traumas (MTT) in terms of diagnosis, treatment, emergency department (ED) management and follow-up after discharge. The aim of this research, was to investigate demographics, physical examination findings and their predictive value for concomitant thoracic injuries, and outcomes of patients. Material and Method: The mechanism of injury, physical examination findings, radiographic findings, pain levels, discharge and hospitalization diagnoses were recorded prospectively. Results: A total of 186 patients with a mean age of 48±17 (18–91) years were included in the study. 131 of the (70.4%) patients were males. 171 of the patients (91.9%) were discharged, while 15 (8.1%) patients were hospitalized. The most common diagnosis and physical finding were soft tissue trauma, and tenderness at injury site (78.8%, 15.1%, 69.6%), respectively. The specificity of physical findings in predicting concomitant thoracic injuries were found to be 100%, although their sensitivities were too low. The initial and 7th day pain levels of the patients with recurrent admissions were significantly higher (p=0.019, p=0.025). Conclusion: Most patients are discharged from ED without significant morbidity and mortality. Patients exhibiting the positive physical findings require detailed investigation for concomitant thoracic injuries. As severe and long-lasting pains are determinants of hospital re-admissions, it would be appropriate to provide adequate analgesia and detailed information about the pain. |
7. | Acil Servise Başvuran Geriatrik Hastaların Cinsiyete Göre Değerlendirilmesi Evaluation of Geriatric Patients Admitted to Emergency Service According to Gender Sema Avcı, Halil İbrahim Erdoğdudoi: 10.5505/kjms.2017.46667 Sayfalar 209 - 213 Amaç: Dünyada ve ülkemizde yaşlı nüfusun artmasıyla birlikte bu popülasyonun acil servislere başvuruları da artmıştır. Çalışmamızda Kars Harakani Devlet Hastanesi Acil Servisine başvuran 65 yaş ve üzeri hastaların değerlendirilmesi ve yatış oranlarının, yattıkları servislerin saptanması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Veriler Mayıs 2013 – Mayıs 2017 tarihleri arasında Kars Harakani Devlet Hastanesi acil servis kayıtlarından elde edildi. Kayıtlardan yaşlıya ait yaş, cinsiyet, sağlık güvencesi, yatırıldığı bölüm elde edildi. Veri kalitesinin yetersiz olmasından dolayı acil serviste kalış süresine ilişkin veriler değerlendirilemedi. Tüm veriler bilgisayar ortamında SPSS 20.0 programına girilmiş ve değerlendirilmiştir. Bulgular: Acil servisten diğer servislere yatırılan yaşlıların %47,0’sini (2012 kişi) kadınlar oluşturmaktadır. Diğer yandan kadın ve erkek hastalarda yeşil kartlılar en yüksek düzeydedir. Acil servisten yatırılan yaşlı hastalar yattığı bölüme göre değerlendirildiğinde gerek kadın (%65,2) gerekse erkeklerin (%65,6) yarıdan fazlası dahili tıp birimlerine yatmıştır. Dahili birimler açısından değerlendirildiğinde Nöroloji hariç (%49,5) erkeklerde yatış oranı kadınlara göre daha yüksektir. Cerrahi birimler açısından değerlendirildiğinde kadınlarda Ortopedi ve Travmatolojiye (%58,8) yatış daha yüksek iken erkeklerde Göğüs Cerrahisi (%80,4) daha yüksektir. Yatış sonuçları açısından bakıldığında ölüm yüzdesi kadınlarda daha yüksek iken (%50,7) taburcu ve sevk edilme yüzdeleri erkeklerde daha yüksektir (%53,6; %52,8). Sonuç: Gerek Dahili birimler ve gerekse Cerrahi birimler açısından kadın yaşlıların yatış oranının daha fazla olduğu, geriatrik hastaların solunum sistemi hastalıkları, Göğüs Cerrahisi, Ortopedi ve Travmatoloji, Üroloji kliniklerine yatışların daha fazla olduğu görülmüştür. Aim: As the population of the elderly increases in the world, the admission of that population to emergency services has increased. The study aims to assess patients 65 and over 65 years old who admitted to Emergency Service of Kars Harakani State Hospital; and to analyze their hospitalizing rates and units. Material and Method: Parameters were obtained from emergency service admission registrations held between May 2013 and May 2017 in Kars Harakani State Hospital. The patients’ age, gender, health insurance and hospitalization units were obtained from the registrations. As the quality of the parameters isn’t adequate, parameters indicating their duration of emergency service were not evaluated. All data were evaluated through SPPS 20.0 program in computer. Results: Female patients constituted 47.0% (2012 people) of the elderly who were hospitalized to other units from E. R. The highest level occupied by male and female patients who were state insurance cardholders. When the units of the patients where they were hospitalized from E. R. were evaluated, more than half of the male (65.2%) and female (65.6%) patients were found to be hospitalized to Internal Medicine Sciences. With respect to Internal Medicine sciences, male admission rates except from Neurology (49.5%) are higher in compared to females. With respect to surgical units female hospitalization rates to Orthopaedics and Traumatology (58.8%) was higher whereas male hospitalization rate to Thoracic Surgery (80.4%). With respect to hospitalization results, mortality rates were higher in females (50.7%) whereas rates of discharging from hospital (53.6%) and being referred to another hospital (52.8%) were higher in males. Conclusion: With respect to Internal Medicine sciences and Surgical units, elderly female patients were found to be higher rates. Additionally, hospitalization rates of geriatric patients to Thoracic Surgery, Orthopedics and Traumatology, Urology, respiratory system diseases unit were seen to be higher. |
8. | Jinekolojik Kanserli Hastalarda Anksiyete ve Depresyon Semptomları, Benlik Saygısı ve Beden Algısı: Kesitsel Bir Çalışma Anxiety and Depression Symptoms, Self-Esteem and Body Image Among Patients with Gynecological Cancers: A Cross-Sectional Study Mehmet Fatih Üstündağ, Halil Özcan, Ece Yazla, Yüksel Kıvrak, Esat Fahri Aydın, Mehmet Yılmazdoi: 10.5505/kjms.2017.73644 Sayfalar 214 - 219 Amaç: Jinekolojik kanserler yüksek morbidite ve mortalite ile kadınların en önemli sağlık sorunlarından biridir. Bu hastalar aynı zamanda hayat kalitelerini, öz bakımlarını, benlik saygılarını, beden algılarını uyumlarını, tedaviye yanıtlarını ve kanser prognozlarını etkileyebilen yüksek oranlarda anksiyete ve depresyon semptomlarına sahiptirler. Bu çalışma jinekolojik kanserli hastalarda anksiyete ve depresyon semptomlarını, benlik saygısını ve beden algısını araştırmayı amaçlamıştır. Materyal ve Metot: Bu çalışmada cerrahi operasyon geçiren ve halen kemoterapi almakta olan 81 jinekolojik kanserli hastada anksiyete ve depresyon semptomları, benlik saygısı, beden algısı memnuniyeti ve kanserin bu parametreler üzerine etkisi araştırıldı. Aydınlatılmış onam formu alındıktan sonra tüm katılanlara birer sosyodemografik bilgi formu, Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD), Beden Algısı Ölçeği (BAÖ) ve Coopersmith Benlik Saygısı Ölçeği uygulandı (CBSÖ). Bulgular: HAD Anksiyete skoru, HAD Depresyon skoru ile pozitif yönde (p<0,001) ve CBSÖ skoru ile negatif yönde (p≤0,01) ilişkiliydi. HAD Depresyon skoru BAÖ skoru ile negatif yönde ilişkiliydi. HAD anksiyete skoru ile benlik saygısındaki azalmayı zayıf olarak öngördü. HAD Depresyon skoru benlik saygısındaki azalmayı ve beden algısındaki bozulmayı istatistiksel olarak anlamlıya yakın olarak öngördü. Jinekolojik kanserler için tedavi edilmiş hastalarda artmış anksiyete ve depresyon semptomları gibi azalmış benlik saygısı ve bozulmuş beden algısı gözlendi. Sonuç: Jinekolojik kanserli hastalarda olası anksiyete ve depresyon semptomlarının, bozulmuş benlik saygısının ve beden algısının varlığı takip edilmelidir. Eğer varlıkları tespit edilirse hastaların sağlığı için tedavi uygulanmalıdır. Aim: Gynecological cancers are among the most important health problems of women, with high rates of morbidity and mortality. These patients also have high rates of anxiety and depression symptoms which can affect the quality of life, self-care, self-esteem, body image, adherence, response to treatment and prognosis of the cancer. This study aimed to investigate the anxiety and depression symptoms, self-esteem and body image among patients with gynecological cancers. Material and Method: In this study, anxiety and depression symptoms, self-esteem, body image satisfaction, and the effect of cancer on these parameters were investigated in eighty-one patients with gynaecological cancer who underwent surgery and have been taking chemotherapy currently. After obtaining the informed consent, a socio-demographic data form, Hospital Anxiety and Depression Scale (HADS), Body Image Scale (BIS) and Coopersmith Self- Esteem Scale (CSES) were applied to all participants. Results: HADS-anxiety score was positively correlated with HAD depression score (p<0.001) and negatively correlated with CSES (p≤0.01) score. HADS-depression score was negatively correlated with BIS score (p<0.01). HADS-anxiety score predicted the decrease in self-esteem weakly. HADS-depression score predicted the decrease in self-esteem and deterioration in body image as close to statistically significant. Increased symptoms of anxiety and depression as well as declined self-esteem and impaired body image were observed in patients treated for gynecological cancers. Conclusion: In patients with gynecological cancers, the existence of possible anxiety and depression symptoms, impairment in selfesteem and body image should be screened; if detected, the treatment should be performed for the health of the patients. |
9. | Burdur İlinde Postpartum Depresyon Prevalansı ve Etki Eden Faktörler Prevalence of Postpartum Depression and Affecting Factors in the Province of Burdur Sevinç Sütlü, Binali Çatakdoi: 10.5505/kjms.2017.07088 Sayfalar 220 - 224 Amaç: Çalışmada, lohusalarda postpartum depresyon (PPD) sıklığını ve bu sıklığa etki eden faktörleri belirlemek amaçlandı. Materyal ve Metot: Kesitsel tipteki araştırmanın verileri, Veriler; 27 Nisan – 31 Temmuz 2012 tarihleri arasında, yüz yüze görüşme tekniği kullanılarak toplandı. Araştırmanın evrenini doğum yapmış 709 kadın oluşturdu. Araştırmada örnek seçilmemiş olup, evrenin tümüne ulaşılması hedeflendi. Evrenin %92,4’üne ulaşıldı. Veriler SPSS 10.0 paket programında analiz edildi. Bulgular: Lojistik regresyon analizi sonuçlarına göre yaşayan çocuk sayısı 1,9 (GA: 1,2–2,9), kadının eve maddi katkısı 1,8 (GA: 1,1–2,9) ve eve giren gelir 1,7 (GA: 1,2–2,6) PPD için risk faktörü olarak belirlenmiştir. Sonuç: Burdur ilinde lohusalar arasında PPD oranı yüksektir. Yaşayan çocuk sayısı ve kadının çalışma yaşamındaki durumu ile eve giren gelir risk faktörüdür. Aim: The purpose of this study was to determine the prevalence of postpartum depression (PPD) and the affecting factors. Material and Method: Data of the cross-sectional study was collected between April 27 – July 31, 2012, by face to face interview techniques. The study score was composed of 709 women. No sample was selected in the survey and it was aimed to reach the entire universe. 92.4% of the universe was reached (655/709). The data was analyzed in the SPSS 10.0 package program. Results: According to the results of logistic regression analysis, the number of living children is 1.9 (GA: 1.2–2.9), the woman contributes to the household 1.8 (GA: 1.1–2.9): 1.2–2.6) has been identified as a risk factor for PPD. Conclusion: The rate of PPD among the puerperants in Burdur province is high. The number of living children and the status of the woman in her working life and the house income are the risk factors. |
10. | Konya-Meram’da Dumansız Hava Sahası Denetimi Yapan Ekiplerin Karşılaştıkları Sorunlar The Problems Encountered By Smokeless Airspace Audit Teams In Konya-Meram Lütfi Saltuk Demir, İsmail Hakkı Tunçez, Yasemin Durduran, Mehmet Uyar, Tahir Kemal Şahindoi: 10.5505/kjms.2017.83604 Sayfalar 225 - 230 Amaç: Ülkemizde tütünle mücadele konusunda kapsamlı olarak birçok plan ve program yürütülmekte, aynı zamanda il tütün kontrol kurulları tarafından tütün denetimleri düzenli olarak yapılmaktadır. Ancak denetimleri yapan ekipler çeşitli sorunlarla karşılaşmakta olup, bu durum denetimlerin etkinliğini ve sürekliliğini azaltmaktadır. Bu çalışma ile dumansız hava sahası denetimi yapan ekiplerin karşılaştıkları sorunların belirlenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Kesitsel tipte olan bu çalışmaya, Konya ili Meram ilçesinde son bir yıl içerisinde dumansız hava sahası denetimi yapan ve çalışmaya katılmayı kabul eden Toplum Sağlığı Merkezi, İlçe Emniyet Müdürlüğü ve Belediye Zabıtası çalışanları dahil edildi. Katılımcılara literatür taranarak ve ilgili mevzuat incelenerek araştırmacılar tarafından hazırlanan veri toplama formu uygulandı. Elde edilen verilerin analizi bilgisayarda istatistik paket programı kullanılarak gerçekleştirildi. Bulgular: Araştırmaya katılanların %40,0’ı Emniyet Müdürlüğü, %35,0’i Belediye Başkanlığı, kalan %25,0’i ise Toplum Sağlığı Merkezi’nde çalışmaktaydı. Son bir yıl içinde denetim ekibinin yaptığı denetim sayısı ortancası 100 (2–2000) idi. Toplum Sağlığı Merkezi’nde çalışan personelin Emniyet ve Belediye ekiplerinden daha fazla denetim yaptığı tespit edildi. Denetimler esnasında herhangi bir sorunla karşılaştığını ifade eden katılımcıların oranı %49,0’du. En çok sorunla karşılaşan grubun Toplum Sağlığı Merkezi çalışanları olduğu saptandı. Tütün denetimi yapan katılımcıların en çok karşılaştığı üç sorun sırasıyla; sözel saldırı (%44,9), tehdit edilme (%22,4) ve fiziksel saldırı (%14,3) olarak tespit edildi. Sonuç: İş yükünün büyük çoğunluğunu üstlenen ve aynı zamanda daha çok sorunla karşılaştığı düşünülen Toplum Sağlığı Merkezi ekiplerine tütün denetimleri esnasında polis veya jandarma ekiplerinin eşlik etmesi faydalı olacaktır. Aim: There are many plans and programs in our country to combat tobacco in a comprehensive manner, and tobacco inspections are regularly carried out by provincial tobacco control committee. However, teams conducting audits face various problems, which reduces the effectiveness and continuity of audits. The aim of this study is to determine the problems encountered by smokeless airspace audit teams. Material and Method: This cross-sectional study included Community Health Center, District Police Headquarters and Municipal Office staff, who supervised smokeless airspace in the last year in Meram, Konya and accepted to participate in the work. A questionnaire form prepared by the researchers by investigating the literature and examining the related legislation was applied to the participants. Analysis of the obtained data was performed by using statistical package program on the computer. Results: 40.0% of those surveyed worked in the Police Headquarters, 35.0% in the Municipality, and the remaining 25.0% in the Community Health Center. The median number of audits made by the audit team during the last year was 100 (2–2000). It was found that staff working at the Community Health Center performed more audit than the Police and Municipal teams. The proportion of respondents who encountered any problems during the audits was 49.0%. The group with the most problems was found to be the employees of the Community Health Center. The three problems most frequently encountered by tobacco auditor were; Verbal attacks (44.9%), threats (22.4%) and physical attacks (14.3%). Conclusion: It would be beneficial for police and gendarmerie teams to accompany the Community Health Center teams, who undertake the majority of the workload and face more problems at the same time, during tobacco audits. |
11. | Trakya Bölgesindeki Multipl Sklerozis Tanısı İle Takipli Hastaların Klinik, Demografik, Radyolojik Özellikleri Ve Tedavi Yanıtlarının Değerlendirilmesi The Evaluation of Clinical, Demographic, Radiological Characteristics and Treatment Responce of Multiple Sclerosis Patients in Thrace Region Canan Çelebi, Volkan Solmaz, Yağmur İnalkaç, Yahya Çelikdoi: 10.5505/kjms.2017.61587 Sayfalar 231 - 235 Amaç: Çalışmada 2005–2013 yılları arasında Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı’nda takip edilen Multipl Sklerozis (MS) tanısı almış hastaların klinik, demografik, epidemiyolojik verilerini ve kullandıkları tedavileri retrospektif olarak arşivlerden incelendi. Materyal ve Metot: Çalışmaya dahil edilen 210 hastanın 126’sı (%60) kadın, 84’ü (%40) erkekti, kadın/erkek oranı ise 3/2 olarak saptandı. Tüm hastaların yaş ortalaması 40,7±10,6 iken, erkeklerin yaş ortalaması 42±10,8, kadınların yaş ortalaması ise 39,9±10,5’ti. Hastalık başlangıç yaşı ortalaması 31,1±10 saptandı. Erkeklerde başlangıç yaşı ortalaması 32,5±10,4 iken kadınlarda 30,2± 9,6 olduğu görüldü. Vakaların ortalama hastalık süresi 9,6±6,7 yıl iken, erkeklerde ortalama hastalık süresi 9,4±6,6 yıl, kadınlarda ortalama hastalık süresi 9,7±6,7 yıldı. Bulgular: Multipl skleroz tanısıyla takip edilen hastalar MS klinik alt tiplerine göre sınıflandırıldığında Relapsing Remitting MS tanılı 145 (%69), Primer Progresif MS (PPMS) tanılı 11 (%5,2), Sekonder Progresif MS tanılı 5 (%2,4), Relapsing Progresif MS tanılı 30 (%14,3) ve Klinik izole Sendrom tanılı 19 (%9) hasta olduğu görüldü. Klinik alt tiplerden PPMS’te hastaların yaş ortalaması 52,7 ±9,2 iken, hastalık başlangıç yaşı ortalaması 39,8±11,7 ve hastalık süresi 12,9±6,1 yıl olduğu tespit edilmiştir. PPMS grubunda kadın/erkek oranı 0,22 iken RRMS’de ise kadın/erkek oranı 1,73 olarak saptandı. PPMS grubundaki hastalar RRMS grubundaki hastalar ile yaş ortalaması, başlangıç yaşı ve hastalık süresi açısından karşılaştırıldığında; PPMS grubunun yaş ortalaması ve başlangıç yaşının RRMS grubuna göre daha geç ve hastalık süresinin daha uzun olduğu tespit edildi. Sonuç: Çalışmada elde edilen veriler literatür ile birlikte değerlendirildiğinde, literatürdeki verilerle benzer sonuçların olduğu görülmüştür. Aim: In this study we retrospectively evaluated clinical, demographic, epidemiologic features and treatment modalities of the multiple sclerosis (MS) patients who applied to Trakya University Medical Faculty Neurology Department 2005–2013 years, from our archives. Material and Method: Among 210 MS patients, 126 (% 60) patients were female and 84 (% 40) patients were male in our study. Female/male ratio was 3/2. The mean age of all patients was 40.7±10.6, the mean age of males was 42±10.8 and the mean age of females was 39.9±10.5. The average age of disease onset of patients was 31.1±10.0 (32.5±10.4 among males, 30.2±9.6 among females). While the average disease duration of patients were 9.6±6.7 years (9.4±6.6 years for males, 9.7±6.7 years for females). Results: When we classified the multiple sclerosis patients according to multiple sclerosis subtypes, we found that 145 patients (% 69) had Relapsing Remitting MS (RRMS), 11 patients (% 5.2) had Primer Progressive MS (PPMS), 5 patients (% 2.4) had Seconder Progressive MS (SPMS), 30 patients (% 14.3) Relapsing Progressive MS (RPMS) and 19 patients (% 9) had Clinical Isolated Syndrome (CIS). In PPMS group, the mean age of patients was 52.7±9.2, the average age of disease onset was 39.8±11.7, and the disease duration was 12.9±6.1 years. We found that in patients of PPMS group the mean age and average age of disease onset were higher and the duration of disease was longer, additionally the male gender was higher in PPMS group compared with RRMS group. Conclusion: Results showed similarities with the literature. |
12. | Spinal Anestezi Sırasında Verilen Sedasyonda Kullanılan Propofol ve Ketofol Yan Etkilerinin Karşılaştırılması The Comparison of Propofol and Ketofol Side Effects During Sedation with Spinal Anesthesia Aysu Hayriye Tezcan, Dilşen Hatice Önek, Nurcan Yavuz, Hidayet Ünal, Aysun Nadide Postacı, Hülya Özden Terzi, Mustafa Baydar, Onur Özlüdoi: 10.5505/kjms.2017.72324 Sayfalar 236 - 242 Amaç: Hasta konforu, kardiyopulmoner stabilite ve zihinsel bozukluklar olmaksızın hızlı derlenme için en ideal sedatif ajan seçimi üzerine araştırmalar devam etmektedir. Bu çalışmadaki hedefimiz, sedasyonda propofol-ketamin veya propofol uygulanan gruplarda hemodinamik parametreleri, derlenme süresi, derlenme komplikasyonları, kusma ve hasta memnuniyet oranları açısından karşılaştırmaktı. Materyal ve Metot: Spinal anestezi altında elektif ortopedik alt ekstremite cerrahisi planlanan ASA I-III 61 erişkin hasta çalışmaya alındı. Tüm hastalara preoperatif ve postoperatif Mini-Mental Test uygulandı. Ameliyat öncesi, ameliyat sırasında ve derlenme sırasında vital bulgular kaydedildi. Spinal blok elde edildikten sonra, hastalara 0,4 mg kg-1 propofol yükleme dozu verildi ve takibinde ilaç infüzyonları başlatıldı (Grup P, salin+ propofol; Grup KP, 3: 1 oranında ketamin+propofol). Ameliyat sonrası derlenme ünitesinde hastaların vital bulguları, yan etkiler ve memnuniyet oranları kaydedildi. Bulgular: Gruplar demografik değişkenlerde farklılık göstermedi. Preoperatif ve postoperatif MMT muayene skorlarında, sistolik kan basıncında, ortalama kan basıncında, kalp atım hızında, solunum sayısı veya oksijen satürasyonunda gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0,05). Ancak Grup P’de dört hastada derin hipotansiyona gözlendi ve ikisinde sedasyon durduruldu. Grup KP ve Grup P’nin ortalama derlenme zamanı sırasıyla 14 ve 7 dakika idi. Hiçbir solunum sistemi yan etkisi gözlenmedi. Grup KP’de dört hasta da kusma gözlendi. Hiçbir psikomimetik advers reaksiyon gelişmedi. Sonuç: Ketamin infüzyonunun (3: 1 oranı) ciddi hemodinamik fayda sağlamasının yanında derlenme süresini uzattığı gözlemlendi. Ayrıca bu doz kombinasyonuyla propofolün ketaminin psikomimetik etkilerini baskılayabildiğini ama kusmayı engelleyemediğini sonucuna varıldı. Aim: Research into ideal sedative agents for patient comfort, cardiopulmonary stability and fast recovery without mental impairments continues. Our primary objectives were to compare haemodynamic parameters, recovery time, emergence reactions, vomiting and satisfaction ratios between groups administered propofol-ketamine or propofol. Material and Method: Sixty-one ASA I-III adult patients undergoing elective orthopaedic lower limb surgery under spinal anaesthesia were studied. The Mini-mental State examination was used preoperatively and post-operatively. Vital signs were recorded preoperatively, during surgery and during recovery. After sensory block was obtained, patients received a 0.4 mg kg-1 propofol loading dose. Pre-surgery, continuous infusions started: Group P, propofol with saline; Group KP, propofol with ketamine in a 3: 1 ratio. Postsurgery, in the post-anaesthesia care unit, patients’ vital signs were monitored, and side-effects and satisfaction ratios recorded. Results: The groups did not differ in demographic variables. There was no statistically significant difference in preoperative and postoperative MMT examination scores, systolic blood pressure, mean blood pressure, heart rate, respiratory rate or oxygen saturation between groups (p>0.05). But in group P four patients had deep hypotension and two of them need sedation termination. Mean recovery time of Group KP and Group P was 14 min and 7 min, respectively. No respiratory adverse event was observed. In Group KP, four patients vomited. There were no psychomimetic adverse reactions. Conclusion: It was found that ketamine infusion (ratio 3: 1) prolonged recovery time but it is far less important near its haemodynamic benefits. In this combination, propofol may counterbalance psychomimetic effects of ketamine, but not vomiting. |
13. | Konik Işınlı Bilgisayarlı Tomografi Kullanarak Sinüs Tabanı Kortikasyonunun Sınıflaması, Prevalansı ve Antral Patoloji ile İlişkisinin Tayini Assessment of Classification, Prevalance and Comparison with Antral Pathology of Sinus Floor Cortication by Using Cone Beam Computed Tomography Kemal Özgür Demiralp, Onur Şahin, Emine Şebnem Kurşun Çakmak, Seval Bayrakdoi: 10.5505/kjms.2017.38278 Sayfalar 243 - 247 Amaç: Maksiller posterior bölgede maksiller sinüsün pnömatizasyonu, yaşın artmasıyla birlikte alveolar kemiğin rezorpsiyona olan eğilimi ve yetersiz kemik yoğunluğu dental implant uygulamalarında çeşitli zorluklara neden olmaktadır. Atrofik maksillada sinüs duvarı kaldırılması işlemiyle birlikte eş zamanlı olarak implant uygulanıp uygulanamayacağı; kemiğin kalitesine, rezidüel kemik yüksekliğine ve primer stabilite gibi faktörlere bağlıdır. Bu çalışmanın amacı, antral patoloji varlığı ile sinüs tabanı kortikasyonu arasındaki ilişkiyi ve sinus taban kortikasyonunun tiplerine göre sıklığını konik ışınlı bilgisayarlı tomografi görüntüleri üzerinde araştırmadır. Materyal ve Metot: Çalışma grubu, yaş ortalaması 48,63 olan 64 erkek ve 86 kadın olmak üzere toplam 150 kişiden oluşmaktadır. Sağ ve sol maksiller sinüsü içeren 300 adet KIBT görüntüsü incelenmiştir. Antral patoloji ve sinüs taban kortikasyonuistatistiksel ki-kare analiz yöntemi kullanılarak karşılaştırılmıştır. Bulgular: Sinüs tabanı kortikasyonu sınıflamasına göre, maksiller sinüslerden 158’inde Tip 1, 60’ında Tip 2, 22’sindeTip 3, 60’ında ise Tip 4 kortikasyon saptanmış, antral patoloji varlığı ile kortikasyon varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki izlenmiştir (p<0,05). Sonuç: Sinüs tabanı kortikasyonu derecesine dayanan bu sınıflandırma klinik olarak sinüs ogmentasyon prosedürlerinin (SOP) (lateral pencere tekniği veya transkrestal teknik) gerekli olup olmadığına karar vermek ve sinüs tabanı yükseltilmesi işlemiyle eş zamanlı implant yerleştirmesinin uygunluğunu saptama konusunda hekime yardımcı olacağı için değerlidir. Aim: Pneumatization of maxillary sinus at maxillary posterior region, alveolar bone tendency to resorption together with increasing of age and insufficient bone density cause various difficulties in dental implant placement. Whether implant will be put or not simultaneously together with sinus lifting process at atrophic maxillary depends on the factors as the quality of the bone, the residual bone height and the primer stability. The aim of this study is to assess the relation between sinus floor cortication and antral pathology and to assess the frequency of sinus floor cortication types on cone beam computed tomography images. Material and Method: The study group consists of a total of 150 persons, 64 males and 86 females, that an average age is 48.63 years. CBCT images that consist of right and left maxillary sinuses have been examined. Antral pathologies and sinus floor cortications were compared with statistical chi-square analysis method. Results: According to the sinus floor cortication classification, it was stated that among maxillary sinuses Type 1was present in 158 sinuses, Type 2 was present in 60 sinuses, Type 3 was present in 22 sinuses and Type 4 was present in 60 sinuses. There was statistically significant relation between antral pathology and sinus floor cortication (p<0.05). Conclusion: This classification that is based on the degree of the sinus floor cortication is valuable in order to evaluate whether SAP (lateral window technique or transcrestal approach) is clinically necessary or not and to help clinician in the suitability statement of implant placement and sinus lifting process, simultaneously. |
OLGU SUNUMU VEYA SERISI | |
14. | Yumuşak Damak Yerleşimli Epitelyal Myoepitelyal Karsinom Olgusu Epithelial- Myoepithelial Carcinoma Of The Soft Palate: Case Report Ülkü Küçük, Emel Ebru Pala, Ebru Çakır, Sümeyye Ekmekci, Samir Abdullazade, Pınar Öksüz, Anıl Hışmidoi: 10.5505/kjms.2017.08379 Sayfalar 248 - 250 Epitelyal myoepitelyal karsinom (EMK) nadir görülen, en sık parotiste yerleşen, düşük dereceli malign tükürük bezi tipi bir tümördür. Burada, dört yıldır hastanemizde, yumuşak damakta şişlik şikayeti ile klinik ve radyolojik olarak takip edilen, son yıllarda lezyonun boyutunun artması üzerine eksize edilen ve histopatolojik inceleme sonrasında EMK tanısı alan, 32 yaşında kadın hasta, radyolojik, histopatolojik özellikleri ile birlikte sunulmaktadır. Epithelial-myoepithelial carcinoma (EMC) is a rare low-grade malignant salivary gland type tumor most commonly localised in parotid gland. We present a case which clinically and radiologically followed with complaints of soft palate swelling for four years in our hospital. The size of the lesion was increased in recent years and so it was excised. Histopathological and radiological features are also described. |
15. | Endometrium Adenokarsinomu ile Birlikte Abdominal Lenf Bezlerinde Tüberküloz Lenfadenit Primary Adenocarcinoma of the Endometrium Coincide with Tuberculous Lymphadenitis Ayşe Önal Aral, Reyhan Öçalan, Heyecan Ökten, Gökhan Tulunaydoi: 10.5505/kjms.2017.29981 Sayfalar 251 - 254 Endometrium adenokarsinomu, kadınlarda en sık görülen kanser türlerinden biridir. Tüberküloz lenfadenit, ekstrapulmoner tüberküloz olgularının en sık rastlanan formlarından biridir; en sık baş ve boyun bölgesindeki, seyrek olarak da diğer vücut bölgelerindeki lenf bezlerinde tespit edilir. Literatürde endometrium karsinomunun genital tüberküloz ile eşzamanlı saptandığı az sayıda vaka bildirilmiştir.Ancak, endometrium adenokarsinomu ve izole abdominal lenf bezi tüberkülozunun birlikte saptandığı herhangibir vakaya literatürde rastlamadık. 49 yaşında bayan hasta uterus boşluğunda kitle saptanması nedeniyle operasyona alındı. Endometriumdaki kitlenin patolojik tetkiki sonucu, grade 1 endometrium adenokarsinomu tanısı konuldu. Operasyon sırasında batında izlenen çok sayıda, büyümüş, yumuşak kıvamlı lenf bezlerinin hepsinde patolojik olarak granülomatöz lenfadenit, bazılarında santral kazefikasyon ve Langhans tipi dev hücreler izlendiği rapor edildi. Uterus, salpenksler, overler, omentum ve serviksten alınan doku materyallerinin patolojik değerlendirmesinde malignite veya tüberküloz infeksiyonunu işaret edebilecek herhangibir bulguya rastlanmadı.Vaka, eş zamanlı izole abdominal lenf bezi Tüberkülozu ve primer endometrium adenokarsinomu olarak değerlendirildi; antitüberkülo tedavi başlanarak her iki hastalık için takibe alındı ve altı aylık antitüberkülo tedaviyi herhangibir yan etki görülmeksizin tamamladı. Endometrial adenocarcinoma is one of the most prevalent carcinoma in women. Tuberculous lymphadenitis is one of the most common presentation of extrapulmonary tuberculosis, involving usually lymph nodes in the region of neck and head, rarely in other regions of the body. In the literature, the coexistence of endometrial adenocarcinoma and tuberculosis have been reported to be scarce. But, we have not found any case who had both endometrial adenocarcinoma and isolated lymph node tuberculosis in abdominal cavity in the literature. A 49-year- old woman underwent on the surgical operation due to the mass spotted in her uterin cavity. Pathological diagnosis of the mass was revealed to be grade 1 endometrial adenocarcinoma. In addition, a lot of enlarged and softened lymph nodes were observed in abdomen during surgical operation, being disclosed granulomatous inflammation in all and caseating necrosis in addition to multinucleate giant cells of Langhans in some through histopathological examination. Any finding referring to malignancy or tuberculous infection was not found as a result of pathological examination of tissue samples obtained from ovaries,myometrium, cervix, fallopian tubes and peritoneum. So, the case was diagnosed to be primary endometrial adenocarcinoma coincide with isolated tuberculous lymphadenitis. Antituberculous treatment was started to be followed for both diseases. The patient has completed a six month quadruple antituberculous treatment with no adverse effect. |
16. | Künt Travma Sonrası Pnömotorakssız Pnömoperitoneum Pneumoperitoneum Without Pneumothorax After Blunt Trauma Mesut Yur, Mehmet Şirik, Cengiz Ömer Özdemirdoi: 10.5505/kjms.2017.36693 Sayfalar 255 - 258 Pnömoperitoneum, %85-90 oranında visseral perforasyon olması nedeni ile acil cerrahiyi gerektirir. Visseral perforasyonun olmadığı spontan pnömoperitoneum cerrahların karşılaştığı nadir bir durumdur. Biz burada künt travma sonrası 12. torakal vertebrada çökme fraktürlü pnömoperitoneumu olan bir olguyu sunduk. 27 yaşında bir erkek hasta endüstriyel bir kaza sonrası acil servise getirildi. Glaskov koma skoru 15 idi ve karın fizik muayenesinde hassasiyet ve defans vardı. Bilgisayarlı tomografisi bize 12. torakal vertebrada çökme kırığı ve karaciğer anteriorunda serbest hava gösteriyordu. İlk olarak laparotomi yapıldı ancak karın içi serbest havayı açıklayacak bir patoloji bulunamadı. Karın kapatıldıktan sonra vertebra için enstrumantasyon yapıldı. Hasta postoperatif 4.gün taburcu edildi ama pnömoperitoneumun nedeni hala bilinmiyor. Pnömotoraksın olmadığı künt travma sonrası, yalnız pnömoperitoneum, cerrahi veya konservatif tedavi acısından cerrahlar için zor bir durumdur. Pneumoperitoneum usually indicates a surgical emergency because of visceral perforation in 85 to 95% of cases. Spontaneous pneumoperitoneum without any visceral perforation is a rare condition that surgeons faced with this problem. We reported a case of pneumoperitoneum with burst fracture of thoracal 12nd spine after a blunt trauma. A 27 years old man presented to emergency service after an industrial accident. His glasscow coma score was 15 and in his abdominal examination, there was tenderness and musculer defense. Ct scan showed us free abdominal air antreior of the liver and burst fracture of thoracal 12nd spine. Firstly, laparotomy was performed but we couldn’t observe any identifiable pathology for free air in abdomen. After closure of abdomen, enstrumantation was performed for the spine. The patient was discharged on the 4nd postoperative day, but the cause of pneumoperitoneum remained obscure. After blunt trauma without pneumothorax, lonely pneumoperitoneum is a difficult problem for surgeons to operative or conservative treatment. |
17. | Yoğun Bakımda Periferik Vasküler Hastalık için Ultrason Eşliğinde Uygulanan Stellat Ganglion Bloğu Olgu Sunumu A Case Report of Ultrasound Guided Stellate Ganglion Block for Peripheral Vascular Disease in Critical Care Ilksen Donmez, Aysu Hayriye Tezcan, Mesut Oterkus, Omur Ozturk, Esref Erdemdoi: 10.5505/kjms.2017.43660 Sayfalar 259 - 261 72 yaşındaki bayan hasta akut koroner sendrom ve akut serebrovasküler olay nedeniyle yoğun bakımda yatmaktaydı. Ciddi kan basıncı oynamaları olan hasta invaziv kan basıncı takibi için radyal arter kanülasyonu ile monitorize edilmişti. Takipleri sırasında sağ el dolaşımında bozulma tespit edildi. Antikoagülanlar, vasodilatör ilaçlar ya da sempatik bloklar bu tarzda oluşan akut iskemilerde kullanılan tedavi metodlarıdır. Üst ekstremitede kullanlan sempatik bloklara örnek olarak bu hastada ultrason eşliğinde stellat ganglion bloğu uygulanmıştır. Bu olgu sunumunda stellat ganglion bloğunun yoğun bakımdaki faydalarından ve ultrasonun işlem komplikasyonlarını azaltıcı etkilerinden bahsetmek istedik. 72 year old female patient was in critical care secondary to acute coronary syndrome and acute cerebovascular event. Secondary to patient’s significant blood pressure alterations, she was monitorized with radial artery cannulation for invasive blood pressure follow up. During the follow up patient’s right hand circulation deteriorated. In terms of this kind of acute ischemia; anticoagulants, vasodilators and sympathetic blockage are altenative treatment methods. As an example of upper extremity main sympathetic blockage; stellate ganglion block was performed with ultrasound guidance. In this case report we defined the beneficial effects of stellate ganglion block and complication protected effects of ultrasound in critical care. |
DERLEME | |
18. | Gebelik ve Perikardiyal Hastalıklar Pregnancy and Pericardial Diseases Özgür Yılmaz, Tamer Altındağ, Burcu Artunç Ülkümen, Halil Gürsoy Paladoi: 10.5505/kjms.2017.15045 Sayfalar 262 - 266 Gebelik boyunca dolaşım sisteminde meydana gelen pek çok fizyolojik değişikliklerden ötürü kalp ve damar sistemi hastalıklarının hem klinik progresyonunu hem de tedavi yöntemleri gebe olmayan bireylere kıyasla değişiklik gösterir. Doğurganlık döneminde bulunan kadınlar nisbeten daha gençtirler. İlave olarak bu dönemdeki kadınlar kardiyovasküler sistem hastalıklarına sebep olan risk faktörlerine daha az sahiptirler. Bundan dolayı klinik pratikte bu kadınların dolaşım sistemi ile ilişkili şikâyetleri bazen ihmal edilebilmektedir.. Bu derlemede bazen sistemik bir hastalığın parçası olabilen; bazende kendiliğinden meydana gelebilen gebeliğin nadir; fakat ciddi bir komplikasyonu olan perikardiyal hastalıkların gebelik dönemindeki klinik seyiri tartışılacaktır. Owing to several physiological changes of circulation system during the pregnancy period, both clinical progression and treatment modalities of cardiovasculer diseases have been exhibited different pattern from non pregnant population. In the reproductive age, women were relatively young, additionally these women have less common cardiovasculer disease risk factors compared to generealize population. Therefore their cardiovascular system related clinical conditions may be occasionally negleceted in clinical practice. Pericardial diseases have been considered as a relatively rare but serious clinical disorder in pregnancy; therefore in this review we will discuss this cardiovascular condition which may be related systemic disorders or may be occured per se. |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com