Kafkas J Med Sci: 8 (2)
Cilt: 8  Sayı: 2 - 2018
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Stres İnkontinansı Olan Hastalarda Transobturator Tape Operasyonu Komplikasyonu ve Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Evaluation of The Transobturator Tape Operation Results and Complications in The Patient with Stress Incontinence
Bülent Katı, Kemal Gümüş, Hasan Anıl Kurt
doi: 10.5505/kjms.2018.91489  Sayfalar 77 - 82
Amaç: Bu çalışmada, üroloji kliniğimize başvuran stres üriner inkontinanslı (SÜİ) hastaların özelliklerini ve bu hastalardan kendilerine Transobturator Tape (TOT) cerrahisi uygulanan hastalarda tedavi başarısının ve komplikasyonlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Güneydoğu bölgesinde bulunan bir devlet hastanesinin bünyesindeki üroloji kliniğimize Ocak 2014-Ocak 2017 tarihleri arasında stres inkontinans şikayeti ile gelen ve TOT uygulanan hastalar retrospektif olarak incelendi. Olguların kontrollerine ait kayıtlar incelenerek, her birinin TOT başarısı ve tedavileri ve aynı zamanda takipte gelişen komplikasyonlar değerlendirildi. Operasyon sonrası ve altı ay boyunca takibe gelen hastalardan herhangi bir karın içi basınç artışına bağlı olarak idrar kaçırması gözlenmeyen hastaların tedavisi başarılı olarak kabul edildi; öte yandan devam eden idrar kaçırma şikâyetinin olması TOT başarısızlığı olarak değerlendirildi.
Bulgular: Yaş ortalamaları 45,6 (22–90) yıl olan 252 kadın hastanın tamamı multipardı. Ortalama çocuk sayısı 3,14 idi. Hastaların 156’sında (%61,9) zorlu doğum hikâyesi mevcuttu. Hastaların 98’i (%38,8) postmenapozal dönemdeydi. Ayrıca, 25 hasta (%10) daha önce de bir inkontinans cerrahisi geçirmişti. Muayenesinde ürogenital prolapsusu bulunan 47 hasta (%18,6) mevcuttu. Toplamda yapılan 60 TOT operasyonu sonrası, bir ay sonra kontrole gelen hastalardan stres inkontinans şikayeti ortadan kalkan 52 (%86,6) hasta mevcuttu. Altı ay sonra kontrole gelen 52 hastanın ise 49’u (%81,6) kontinandı.
Sonuç: Bölgemizdeki kadın hastalar, genel olarak fazla sayıda doğum yapmakta ve bunun sonucu olarak idrar kaçırma problemi yaşamaktadırlar. Ancak bu problemi yaşayan hastalar bu durumun cerrahi ve medikal olarak tedavi olabileceğini bilmediği için, polikliniğimize bu nedenle başvuran kadın hasta sınırlıdır. Öte yandan, tedavi ettiğimiz hastalarımızdaki TOT operasyonu başarımız alan yazınla uyumludur. Sonuç olarak, stres inkontinans şikayeti olan ve bu durumu komplike olmayan hastalarda TOT cerrahisi oldukça başarılı bulunduğu için medikal tedaviden fayda görmeyen hastalara TOT cerrahisinin önerilmesinin uygun olduğu düşünülmektedir.
Aim: In this study, we aimed to evaluate the characteristics of stress urinary incontinence (SUI) patients admitted to our clinic besides the success rate and complications of the Transobturator Tape (TOT) surgery, which was offered to some of these patients.
Material and Method: We retrospectively reviewed the SUI patients and the cases of TOT surgery in our urology clinic in State Hospital (Southeastern area in Turkey) between January 2014 and January 2017. The success rate and follow-up complications of TOT surgical treatments were evaluated by examining each of the case records. Among the patients who were followed during six months after the treatment, elderly patients who did not have urinary incontinence due to an increase in intraabdominal pressure were considered successful cases, while those with an ongoing urinary incontinence complaint were considered failures.
Results: The 252 patients were between 22 and 90 years old, with a mean age of 45.6 years. All patients were multiparous; the mean number of children per patient was 3.14. Difficult births were reported by 156 (61.9%) of the patients, and 98 (38.8%) of them were postmenopausal. Twenty-five patients (10%) had prior surgery as a treatment for incontinence, and 47 (18.6%) had urogenital prolapse. Out of 60 patients who complained of SUI, 52 (86.6%) were continent after one month after TOT operation. Forty-nine (81.6%) of the 60 patients were continent throughout 6 months after the TOT treatment.
Conclusion: The majority of patients in our region have many deliveries and they experience urinary incontinence. However, they do not know whether the urinary incontinence can be treated surgically and medically. The success rate with TOT is consistent with what was reported in the literature despite the less control patients. Our results show that it is appropriate to recommend TOT surgery to SUI patients who do not benefit from other medical treatments.

3.
İnflamatuar Barsak Hastalıklarının Aktivasyonunda İnflamasyon ile Hemogram Parametrelerinin İlişkisi
Relationship of Inflammation and Hemogram Parameters in the Activation of Inflammatory Bowel Diseases
Ece Sivrel Uzun, Engin Ersin Şimşek, Sabah Tüzün, Ekrem Orbay, Emel Ahıshalı, Mustafa Reşat Dabak
doi: 10.5505/kjms.2018.32650  Sayfalar 83 - 87
Amaç: İnflamatuar barsak hastalığı (İBH)’nın değerlendirilmesi klinik muayene, laboratuar belirteçleri ve kolonoskopik bulgulara dayalıdır. Herhangi bir altın standart test yoktur ve maliyet etkin, kolay uygulanabilir belirteçler gereklidir. Bu çalışmada İBH’da inflamasyon parametreleri ile hemogram parametrelerinin ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metot: Bu çalışmaya 18 yaş ve üzeri İBH olan, Ocak 2010 Aralık 2015 arasında başvuran hastalar dahil edilmiş ve tüm hastaların tıbbi kayıtları geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Crohn hastalığı (CH) aktivite indeksi CH’nın aktivitesini değerlendirmek için ve SEO klinik aktivasyon indeksi ise ülseratif kolit (ÜK)’nın aktivitesini değerlendirmek için kullanılmıştır. Ayrıca tüm hastaların hemogram, C-reaktif protein (CRP) ve eritrosit sedimentasyon hızı (ESH) değerlendirilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya 74 (%39,57) CH grubunda, 113 (%60,43) ÜK grubunda olmak üzere toplam 187 İBH hastası dahil edilmiştir. CH’ı olan hastaların 29 (%39,19)’u ve ÜK olan hastaların 42 (%37,17)’i aktivasyon döneminde idi. Aktivasyon döneminde her iki grupta da trombosit sayısı ve RDW’de artış saptandı (sırasıyla, CD için p=0,001 ve p=0,0001; ÜK için p=0,001 ve p=0,0001). Remisyon döneminde, CH grubunda CRP ve ESH ile trombosit sayısı arasında pozitif ilişki mevcutken, ÜK grubunda CRP ile lökosit sayısı arasında anlamlı pozitif ilişki saptanmıştır (sırasıyla, p=0,025, p=0,044 ve p=0,003). Aktivasyon döneminde, ÜK grubunda CRP ve ESR ile RDW arasında ilişki mevcut olup, CH grubunda CRP ile trombosit sayısı arasında korelasyon tespit edilmiştir.
Sonuç: Klinik pratikte maliyet etkin bir yöntem olan hemogram parametrelerinden trombosit sayısı ve RDW düzeyi CH ve ÜK’in aktivasyon döneminde artmaktadır.
Aim: The evaluation of inflammatory bowel diseases (IBD) is based on a combination of clinical examination, laboratory marker and colonoscopic findings. There is no any gold standard test and cost effective, easy applicable markers are required. This present study aimed is determined the relationship between inflamation parameters and hemogram parameters in the IBD.
Material and Method: The present study included patients at ≥18 years of age with IBD, who presented between January 2010 and December 2015 and medical records of all patients were retrospectively assessed. Chron Disease (CH) Activity Index for the assessment of activity of CH and SEO Clinical Activity Index for the assessment of activity of ulserative colitis (UC) were used. Additionally, hemogram, C-reactive protein (CRP) and eritrosit sedimentation rate (ESR) of all patients were evaluated.
Results: In this study 74 (39.57%) patients with the CD group and 113 (60.43%) patients with the UC group and total of 187 patients with IBD included. Twenty nine (39.19%) patients with CD and 42 (37.17%) patients with UC were in activation period. The platelet count and RDW were found to increase in the activation period of both disease (p=0.001 and p=0.0001 for CD; p=0.001 and p=0.0001 for UC, respectively). In remission period, while there were positive relationship CRP and ESR with platelet counts in the CD group, the positive relationship CRP with leucocyte count was found in the UC group. (p=0.025, p=0.044 and p=0.003 respectively). In the activation period, there were associated CRP and ESR with RDW in the UC group and the correlation between CRP with platelet count in the CD group was determined (p=0.015, p=0.019, and p=0.025, respectively).
Conclusion: Platelet count and level of RDW in the hemogram parameters, which a cost effective method for clinical practice, increase in the activation period of CD and UC.

4.
Myastenik ve Non-Myastenik Timus Tümörlerinde Genişletilmiş Timektomi İşleminin Sonuçları
Outcomes of Extended Thymectomy in Myasthenic and Non-Myasthenic Thymus Tumors
Ezel Erşen, Hasan Volkan Kara, Burcu Kılıç, Mehlika İşcan, Akif Turna, Kamil Kaynak
doi: 10.5505/kjms.2018.26680  Sayfalar 88 - 93
Amaç: Timik malignite nedeniyle genişletilmiş timektomi uyguladığımız hastaların sonuçlarını geriye dönük olarak inceleyerek, cerrahi tedavinin timus tümörü olan hastalarda terapotik etkilerini ortaya koymayı planladık.
Materyal ve Metot: Kliniğimizde Ekim 2012-Ocak 2018 tarihleri arasında ardışık olarak genişletilmiş timektomi uyguladığımız timik maligniteli 29 hastanın sonuçları ayrıntılı olarak irdelendi. Olguların ameliyat öncesi, ameliyat sırası ve sonrasındaki takip değerleri kayıt edildi. Bulgular: Hastaların 13 tanesi erkek, 16 tanesi kadın idi. Ortalama yaş 41,4±17,7 olarak hesaplandı (9–75 yaş dağılımı). Olgularının 9 tanesine (%31) myastenia graves (MG) hastalığı eşlik etmekteydi. Ortalama FEV1 2678,17±954,5 ml ve ortalama FEV1 %94±19,8 ml olarak hesaplandı. Timektomi 20 hastada sternotomi ile uygulanırken, 9 hastada torakoskopik timektomi uygulandı. Ortalama operasyon süresi 137,9±31,8 dakika olarak hesaplanırken (Torakoskopi grubu 149,1±45,5 dakika, sternotomi grubu 134,1±26,5 dakika), ortalama peroperatif kanama 116,6±107 ml, postoperatif drenaj miktarı ortalama 417,3±339,9 ml ve dren kalış süresi 2,6±0,89 gün idi. Mortalite izlenmezken, komplikasyon oranı %13,7 olarak saptandı. Hastaların postoperatif ağrı skorları değerlendirildiğinde, ilk 24 saat görsel analog ağrı skoru (VAS) ortalaması 3,4, 24–48 saat 2,71 ve 48–72 saat arası 1,9 değerleri bulundu. Ortalama hastanede kalış süresi 4,3±2,5 gün ve ortalama takip süresi 34,7 ay olarak hesaplandı (1,5–124 ay arası). Nüks, Tip B2 timoma olan bir olguda gelişirken, bir hastada postoperatif 10. günde myastenik kriz gözlendi. Takip süresince hiçbir hastada tümör metastazı izlenmezken, hastalıksız sağkalım ortalaması 34,9 ay olarak saptandı.
Sonuç: Myasteninin eşlik ettiği veya eşlik etmediği timoma olgularında genişletilmiş timektomi videotorakoskopik girişim veya transsternal girişim kullanılarak düşük morbidite ve mortalite ile güvenle uygulanabilir.
Aim: We retrospectively reviewed the results of patients who underwent extended thymectomy for thymic malignancy and planned to demonstrate the therapeutic effect of surgical treatment in patients with thymus tumors.
Material and Method: The results of 29 patients with thymic malignancy who underwent consecutively expanded thymectomy between October 2012 and January 2018 in our clinic were examined in detail. Preoperative, postoperative and postoperative follow-up parameters of the cases were recorded.
Results: 13 of the patients were male and 16 were female. The mean age was calculated as 41.4±17.7 (range 9–75 years). Nine of the cases (31%) were accompanied by myasthenia graves (MG) disease. Mean FEV1 was 2678.17±954.5 ml and mean FEV1 was calculated as 94±19.8 ml. Thymectomy was performed with sternotomy in 20 patients and thoracoscopic thymectomy was performed in 9 patients. The mean duration of operation was 137.9±31.8 minutes (133.1±45.5 minutes in thoracoscopy group, 134.1±26.5 minutes in sternotomy group), mean perioperative bleeding was 116.6±107 ml, postoperative drainage amount was 417.3±339.9 ml and duration of drainage was 2.6±0.89 days. Complication rate was found to be 13.7% while mortality was not observed. When the postoperative pain scores of the patients were evaluated, the first 24 hour visual analogue pain score (VAS) averaged 3.4, 24–48 hours 2.71 and 48–72 hours 1.9. Mean hospital stay was 4.3±2.5 days and mean follow-up was 34.7 months (1.5–124 months). Recurrence was developed only in one patient with type B2 thymoma and a myasthenic crisis was observed in one patient, on the 10th postoperative day. While no tumor metastasis was observed in any patient during the follow-up, the mean disease-free survival was 34.9 months.
Conclusion: Extended thymectomy can be safely performed with low morbidity and mortality using transsternal or thoracoscopic approach in myasthenic and non-myasthenic thymus tumors.

5.
Levotiroksin Sodyum Tedavisi Alan Hipotiroid Hastalarda 25-Hidroksi-Vitamin D Düzeylerinin Değerlendirilmesi
Evaluation of 25-Hydroxy-Vitamin D Levels in Hypothyroid Patients Receiving Levothyroxine Sodium Therapy
Harun Düğeroğlu, Yasemin Kaya
doi: 10.5505/kjms.2018.95914  Sayfalar 94 - 98
Amaç: Bu çalışma ile levotiroksin sodyum (LT4) tedavisi alan ve ötiroid seyreden hipotiroid hastalarda 25-Hidroksi-Vitamin D (25 (OH) D) düzeyinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışmaya İç Hastalıkları polikliniğinde LT4 tedavisi alan ve ötiroid seyreden hipotiroidili 116 hasta ile, kontrol grubu olarak benzer yaş ortalamasında ve cinsiyette hipotiroid olmayan 110 hasta alınmıştır. Hastalar yaş, cinsiyet, aldıkları LT4 ilaç dozları ile serbest T4, TSH, 25 (OH) D, BUN, Kreatinin, Kalsiyum (Ca), Fosfor (P), Albümin değerleri açısından kaydedildi. Gruplar arasında anlamlı fark olup olmadığı araştırıldı.
Bulgular: Çalışmada LT4 tedavisi alan ve ötiroid seyreden hipotiroid tanılı hastalarda, kontrol grubu hastalarına göre 25 (OH) D düzeyi, anlamlı olarak düşük bulundu (p<0,001). Hasta grubunda 25 (OH) D düzeyleri ile hastaların aldıkları LT4 ilaç dozları arasında anlamlı bir ilişki yoktu (r=0,060 p=0,52). Kadınlar ve erkekler arasında 25 (OH) D düzeyleri açısından anlamlı bir ilişki yoktu (p=0,75).
Sonuç: LT4 tedavisi alan ve ötiroid seyreden hipotiroid hastalarda, 25 (OH) D düzeyinin düşük bulunması, hipotiroidinin etiyolojisinde düşük vitamin D düzeyinin rolünün olabileceği, ayrıca düşük vitamin D düzeyi olan hipotiroidili hastalara LT4 tedavisine ilave olarak aktif vitamin D verilmesinin faydalı olabileceği sonucuna varıldı.
Aim: It was aimed to evaluate 25-hydroxy-vitamin D (25 (OH) D) levels in hypothyroid patients with levothyroxine sodium (LT4) therapy and euthyroidism.
Material and Method: 116 patients with hypothyroidism with LT4 treatment and euthyroidism in the Internal Medicine Policlinic, as control group, 110 patients with similar age and sex without hypothyroidism were enrolled to study. Patients were recorded in terms of age, sex, LT4 drug doses and free T4, TSH, 25 (OH) D, BUN, Creatinine, Calcium (Ca), Phosphorus (P), Albumin values. There was a significant difference between the groups.
Results: In study, 25 (OH) D level was significantly lower in patients with hypothyroid patients receiving LT4 therapy and euthyroidism than in control group (p<0.001). In the patient group there was no significant relationship between the 25 (OH) D levels and the LT4 drug doses received by the patients (r=0.060 p=0.52). There was no relationship in the 25 (OH) D levels between the women and the men (p=0.75). Conclusion: It was concluded that 25 (OH) D levels may be lower in hypothyroid patients treated with LT4 and that low vitamin D levels may be involved in the etiology of hypothyroidism and that active vitamin D supplementation in addition to LT4 therapy with hypothyroidism may be beneficial.

6.
Sleeve Gastrektominin Nadir Tanımlanan Bir Komplikasyonu; Kinkleşme
Kinking; A Rare Complication of Sleeve Gastrectomy
Mutlu Ünver, Türker Karabuğa, Şafak Öztürk, İsmail Özsan, Zafer Önen, Ünal Aydın
doi: 10.5505/kjms.2018.71245  Sayfalar 99 - 102
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız sleeve gastrektominin nadir görülen bi komplikasyonuna vurguda bulunmaktır.
Materyal ve Metot: Laparoskopik sleeve gastrektomi uygulanan 62 hastanın tamanına; pskiatri konsültasyonu, rutin biyokimya ve endokrinolojik testler, üst gastrointestinal sistem endoskopisi ve pulmoner fonksiyon testleri uygulandı. Standart cerrahi teknik uygulandı.
Bulgular: 62 (43 kadın, 19 erkek) hastamızın tamamına sleeve gastrektomi uygulandı. Hastalarımızdan 4 (1 erkek, 3 kadın)’ü ameliyat sonrası 7. ve 10. günler arasında bulantı, kusma ve sıvı alım intoleransı ile başvurdu. Hastalara uygulanan oral kontrastlı skopilerde kinkleşme olduğu saptandı.
Sonuç: Kinkleşme sleeve gastrektomi için bilinmesi gereken bir komplikasyondur. Postoperatif dönemde bu komplikasyonun yönetimi yerine engellemeye çalışılması gerekmektedir.
Aim: Our aim was to emphasize an uncommon complication of sleeve gastrectomy.
Material and Method: Sixty-two morbidly obese patients underwent laparoscopic sleeve gastrectomy. All patients were required to have psychological, routine laboratory examination, upper gastrointestinal endoscopy, pulmonary function studies and a medical evaluation. All patients were preoperatively evaluated by a dietician. The procedure was performed by a standard technique.
Results: A total of 62 patients (43 females, 19 males) underwent laparoscopic sleeve gastrectomy. Four of the 62 patients (1 male, 3 female) were admitted with a complaint of nausea, vomiting and liquid intolerans 7 to 10 days after discharge. Upper gastrointestinal contrast swallov study revealed “Kinking”of the remnant stomach.
Conclusion: Kinking is a complication to be known and rather than management, prevention of this complication must be supplied by further efforts.

7.
Profilaktik Servikal Serklaj Başarısını Etkileyen Faktörler
Factors Affecting Prophylactic Cervical Cerclage Success
Hasan Çılgın
doi: 10.5505/kjms.2018.43898  Sayfalar 103 - 108
Amaç: Preterm doğumu önlemedeki rolü tartışmalı olan profilaktik serklajın tekil gebe kadınlardaki başarısını etkileyen faktörleri belirlemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Serklaj başarısızlığının ana ölçütü 32 haftadan önce erken preterm doğum olan bu çalışmada tek merkezde proflaktik servikal serklaj uygulanan vakalar retrospektif olarak incelendi. Profilaktik serklaj için endikasyon olarak, ya önceki gebelikte iki ya da daha fazla geç düşük öyküsü ya da erken preterm doğum öyküsü olan hastalarda mevcut gebeliğinde transvajinal ultrasonda serviksin 25 mm kısa olması kriterleri arandı. Başarıyı öngören faktörler olarak yaş, vücut kitle indeksi, uterin müdahale öyküsü, ikinci trimestırdaki düşük hikayesi, geçirilmiş konizasyon, serklaj öncesi pozitif vajinal kültür, serklajın yapıldığı gebelik haftası, serklajdan bir hafta sonraki C-reaktif protein düzeyleri ve transvajinal ultrasonografi ile serklajdan iki hafta sonraki servikal uzunluktaki değişikler test edildi. Tanımlayıcı istatistikler ve ikili lojistik regresyon analizleri yapıldı.
Bulgular: 152 kadına 2011 ve 2018 yılları arasında servikal serklaj uygulandı. Klinik takipleri düzenli, McDonald usulü profilaktik serklaj atılan ve böylece çalışma kriterlerini karşılayan 54 tekil gebeliği olan hasta çalışmaya dahil edildi. Çalışmamızda çok değişkenli analizler, serklajın başarısızlığı için önceki gebeliğinde serklaj atılmasının [OR=2,124 (1,846–4,111) p=0,016], serklajın 20. gebelik haftasından sonra atılmasının [OR=1,126 (1,020–1,232) p=0,04] ve uterus enstrümantasyonu hikayesinin [OR=1,342 (1,214, 7,873) p=0,015] bağımsız öngörücüsü faktörler olduğunu gösterdi. Proflaktik serklaj uygulanan hastaların 33 ‘ü (%61) 32 haftadan sonra doğurdu.
Sonuç: Bu çalışma geçirilmiş uterin müdahalelerin, serklaj öykünün varlığının ve 20 gebelik haftasından sonra yapılan uygulamanın proflaktik serklaj başarısında bağımsız risk faktörleri olduğunu gösterdi. Uterin enstrümantasyonun özellikle düşük/ düşük yönetiminin göz önünde bulundurulması durumunda doğurganlık çağındaki kadınlar için anlamlı klinik sonuçları vardır. Dolayısıyla cerrahi tahliye düşünülen kadınlar potansiyel riskler hakkında bilgilendirilmeli ve tıbbi yönetim veya servikal olgunlaştırma düşünülmelidir.
Aim: We aimed to determine the factors affecting the success of prophylactic cerclage the role of which is controversial in preventing preterm labor in singleton pregnant women.
Material and Method: In this study main criterion of which for the failure of cerclage was early preterm delivery before the 32 week cases with prophylactic cerclage in one center were examined retrospectively. As an indication for prophylactic cerclage, patients with two or more late miscarriage history or in patients with story of early preterm delivery while the ultrasound scan of the cervix was shorter than 25 mm in the current pregnancy. Age, BMI, uterine intervention story, miscarriage story in second trimester, history of the conization, positive vaginal culture before cerclage, gestational week during cerclage, CRP levels one week after cerclage and changes in cervical length in ultrasonography two weeks after cerclage were tested. Descriptive statistics and binary logistic regression analyzes were performed. Results: Cervical cerclage was applied to 152 women between 2011 and 2018.54 singleton pregnancies whose clinical follow-up was regular, McDonald’s prophylactic cerclage was administered and thus meet the study criteria were included in the study. The multivariate analyzes in our study showed that following factors were independent prognostic factors for the failure of cerclage; history of cerclage in previous pregnancy [OR=2.124 (1.846–4.111) p=0.016], administration of cerclage after the 20th gestational week [OR=1.126 (1.020–1.232) p=0.04] and the uterus instrumentation story [OR=1.342 (1.214, 7.873) p=0.015].
Conclusion: This study showed that past uterine interventions, presence of cerclage anamnesis and intervention after 20 weeks of gestation were independent risk factors for cerclage success. Uterine instrumentation has significant clinical consequences therefore, women who are considered for surgical curettage should be informed about potential risks and medical management or cervical ripening should be considered.

8.
Hemodiyaliz Tedavisi Sürdürenlerde “Subjektif Global Değerlendirme” ile Objektif Parametrelerin Karşılaştırılması: Kesitsel Araştırma
Comparison of Subjective Global Assessment with Objective Parameters in Patients Maintaining Hemodialysis Treatment: A Cross-Sectional Study
Halil İbrahim Erdoğdu, Eray Atalay, Tolga Kasacı, Can Öner
doi: 10.5505/kjms.2018.10327  Sayfalar 109 - 114
Amaç: Hemodiyaliz tedavisi sürdüren hastaların nutrisyonel durumunun bozulmasının göstergeleri olarak serum albümin düzeyi, günlük protein alımı, kas kitle ölçüm değerlendirmeleri gibi objektif parametrelerin yanısıra ‘Subjektif Global Değerlendirme”(SGD) olarak adlandırılan skorlama ile de değerlendirilmektedir. Bu araştırmada Uluslararası Böbrek Nutrisyon ve Metabolizma Derneği (ISRNM) tarafından malnütrisyon için tanısal bir kriter olarak önerilen hipoalbüminemi ile SGD’ nın hastaya ait biyodemografik özelliklerinin karşılaştırılarak aralarında fark olup olmadığının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Kesitsel tipte yapılan bu çalışma Kars ve Ardahan da kamuya ait 4 hemodiyaliz merkezinde tedavi sürdüren 191 hastanın verilerinin analizi ile yapılmıştır. Hastalar SGD skoru ve albümin düzeyine göre iki ayrı grup olarak analiz edildi. Bağımlı değişkeni SGD olan grup nutrisyonel durumuna göre iyi olan ve iyi olmayan (SGD skor: 1–14 ve 15–49) olarak ikiye bölünürken, bağımlı değişkeni albümin olan grup (albümin düzeyi: 3,8 g/dl’den düşük ve 3,8 g/dl ve üzeri olarak) ikiye bölündü. Hastanın yaşı, diyaliz süresi, vasküler erişim yolu, vücut kitle indexi, diyaliz yeterliliği, C-reaktif protein düzeyi, hemoglobin düzeyi, diabetes mellitus varlığı gibi özellikleri ise bağımsız değişkenler olarak belirlenerek gruplar karşılaştırıldı.
Bulgular: Bu araştırmadaki 191 hastanın sonuçları analiz edildiğinde; nutrisyonel durumu iyi olmayanların oranı %30,9, albümin düzeyi <3,8 g/dl olanlar %51,3, kadınların oranı %40,8, yaşı 65 ve üzeri olanlar %51,3, beş yıldan fazla zamandır hemodiyaliz tedavisi sürdürenlerin oranı %40,8, Vücut kitle indeksi cut-off 23’den aşağı olanların oranı %43,5, hedef Kt/V düzeyinin altında olanların oranı %22,5 idi. SGD skoruna göre değerlendirilen hastaların hiç birinde bağımsız değişkenler ile istatiksel olarak anlamlı fark yok iken, objektif bir kriter olan serum albümin düzeyi ile hastanın cinsiyeti, Kt/V’si, anemisi ve serum C-reaktif proteini ve vasküler erişim yolu ile istatiksel olarak anlamlı fark vardı.
Sonuç: Hemodiyaliz hastalarının nutrisyonel durumunu değerlendirmede objektif klinik parametreler SGD’dan daha etkili bir belirteçtir.
Aim: There are two kinds of nutritional status assessment for patients which maintain hemodialysis treatment. One of them is the objective and the other is the subjective scoring system. In this study, hypoalbuminemia which is suggested as a diagnostic marker for malnutrition by the International Society of Renal Nutrition and Metabolism (ISRNM) is compared with sga scoring system for the patients biodemographic features.
Material and Method: This cross-sectional study was conducted with the datas of 191 patients maintaining hemodialysis treatment in four public hemodialysis centers located in Kars and Ardahan. Patients seperated into two groups according to SGA score and serum albumin levels. The group which dependent variable is SGA is further divided into two according to their nutritional Status which is good and not good (SGA score: 1–14 and 15–49) and the other group which dependent variable is serum albümin is further divided into two as well (serum albümin levels: lower than 3.8 g/dl and higher than 3.8 g/dl). Patients age, duration of hemodialysis, vascular access, diabetes mellitus presence are considered as the independent variables and are compared with dependent variables.
Results: The analysis results of 191 patients datas revealed that, the percentage of patients whose nutritional Status is not fine is 39%, serum albümin levels lower than 3.8 g/dl is 51.3%, womens percentage is 40.8, age 65 and older is 51.3%, duration of hemodialysis gelonger than 5 years is 40.8%, barody mass Index below 23 is 43.5%, Kt/V ratio lower than the target value is 22.5%. There is no significant statistical difference between SGA score and independent variables. The objective parameter serum albümin levels and patients gender, Kt/V ratio, anemisi, serum CRP, vascular access have significant statistical differences.
Conclusion: In hemodialysis patients, objective parameters are more effective markers than SGA in evaluating nutritional status.

9.
Laktat Seviyesinin Üst Gastrointestinal Sistem Kanamalı Hastalarda Prognostik Amaçlı Kullanımı
Prognostic Usage of Lactate Levels in Patients with Upper Gastrointestinal Bleeding
İbrahim Can Ayık, Vermi Değerli, Gökhan Yılmaz, Emre Sevim
doi: 10.5505/kjms.2018.15945  Sayfalar 115 - 120
Amaç: Üst GİS kanamalı hastaların risk sınıflandırılmasında en çok Glasgow Blatchford Skoru (GBS) ve Rockall Skoru kullanılmaktadır. Bu skorlama sistemlerinin hiçbirinde serum laktat seviyesi kullanılmamaktadır. Laktat seviyesi travma ve sepsis dahil çeşitli şok durumlarında mortalite beliryecisidir. Çalışmamızın amacı üst GİS kanamalı hastalarda serum laktat seviyesinin prognostik amaçlı kullanımını araştırmaktır.
Materyal ve Metot: 1 Mayıs 2015 ve 31 Mayıs 2016 tarihleri arasında, üst gastrointestinal sistem (GİS) kanaması tanısı konmuş 18 yaş ve üstü hastalar çalışmaya alındı. Hastaların yaş, cinsiyet, acil servis kabulündeki hemoglobin ve laktat değeri, kan transfüzyon ihtiyacı, kronik hastalıkları ve GBS değerleri veri formuna kaydedildi. Kan transfüzyon ve yoğun bakım ihtiyacı ile laktat düzeyi arasındaki ilişki araştırıldı. Değişkenlerin analizinde SPSS 22.0 (IBM Corparation, Armonk, New York, United States) programı kullanıldı.
Bulgular: Çalışmaya 78 hasta dahil edildi. Hastaların 27’si (%34,6) kadın, 51’i (65,4) erkekti. Yaş ortalaması 67,6±17,75 (min: 22, max: 100) olarak saptandı. Kan transfüzyonu yapılan hastaların median laktat değeri 2,2 mmol/L, kan transfüzyonu yapılmayan hastaların median laktat değeri 1,9 mmol/L olarak bulundu. Bu fark istatiksel olarak anlamlı bulunmadı (p=0,450). Servise yatan hastaların median laktat değeri 1,9 mmol/L, yoğun bakıma yatan hastaların median laktat değeri 3,9 mmol/L bulundu. Bu iki grup arasındaki fark istatiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,038).
Sonuç: Üst GİS kanamalı hastalarda yoğun bakım ve servis yatışları ile laktat düzeyi arasında anlamlı ilişki saptanmışken; kan transfüzyonu alan ve almayan hastalar arasında laktat düzeyi açısından anlamlı bir ilişki saptanmamıştır.
Aim: Glasgow Blatchford Score (GBS) and Rockall score is the most widely used scoring system for risk classification of patients with upper gastrointestinal bleeding. Lactate levels is not used by any of those scoring systems. Lactate levels is a determinant factor in a variety of conditions including shock, trauma and sepsis. The aim of our study was to investigate prognostic value of serum lactate levels in patients who have GI bleeding.
Material and Method: Patients with the age 18 and older who were diagnosed upper gastrointestinal system bleeding, between May 1, 2015 and May 31, 2016, were enrolled in the study. The age, sex, hemoglobin and lactate values in emergency admission, the need for blood transfusion, chronic disease and GBS values were recorded in the data sheet. We investigated the association between blood transfusion and intensive care with lactate level. SPSS 22.0 (IBM Corporation, Armonk, New York, United States) program was used to analyze the variables.
Results: 78 patients were included in the study. 27 patients (34.6%) were female and 51 (65.4) were male. The mean age was 67.6±17.75 (min: 22, max: 100). The median lactate levels were 2.2 mmol/L for patients who need blood transfusion and 1.9 mmol/L for patients who who didn’t need.. This difference was not statistically significant (p=0.450). The median lactate levels were 3.9 mmol/L for patients who hospitalized in intensive care and 1.9 mmol/L for patients who did not need intensive care. This difference was statistically significant (p=0.038).
Conclusion: In our study, significant relationship between intensive care hospitalization and lactate levels was found; but between the need for blood transfusion and lactate levels we didn’t find a significant relationship.

10.
Abdominal Subkutan Yağ Doku Kalınlığının Pelvik Travma Üzerine Etkisi
The Effect of Abdominal Subcutaneous Fat Tissue Thickness in Pelvic Trauma
Yeliz Aktürk, Serra Özbal Güneş
doi: 10.5505/kjms.2018.60243  Sayfalar 121 - 127
Amaç: Obezite dünya genelinde çok önemli bir sağlık problemidir. Güncel literatürde travmalara bağlı hasara obezitenin etkisi araştırılmaktadır. Hasta kilosunun, travmanın şiddeti ile beraber komplikasyonları arttırdığı söylenmektedir. Obez hastalarda travma sonrası ekstremite kırıklarının daha sık görüldüğü öne sürülmektedir. Literatürde pelvik travmalara obezitenin etkisi çeşitli çalışmalarla araştırılmıştır. Ancak asetabuler fraktür ve eşlik eden femur başı fraktürlerine obezitenin etkisini araştıran benzer bir çalışma bulunamamıştır. Bu çalışmada amacımız; asetabulum fraktürü olan erişkin olgularda, eşlik eden femur başı fraktürünün görülme sıklığını belirlemek ve bu birlikteliğe abdominal subkutan yağ doku kalınlığının etkisi olup olmadığını araştırmaktır.
Materyal ve Metot: Travma nedeniyle hastanemizde çekilen pelvik tomografiler retrospektif olarak yeniden değerlendirilerek, asetabulum fraktürü olan olgular saptandı. Bu olgular, izole asetabulum fraktürü olanlar ve asetabulum ile femur başı fraktürü birlikte görülenler olarak iki ayrı gruba ayrıldı. Tüm olguların abdominal subkutan yağ doku kalınlıkları tomografik olarak ölçüldü. İki grup arasında subkutan yağ doku kalınlığı açısından istatistiksel anlamlı farklılık olup olmadığı araştırıldı.
Bulgular: Toplam 95 olguda asetabuler fraktür bulundu. Olguların 22’sinde (%23,2) femur başı impaksiyon fraktürü eşlik etmekteydi. Kalan 73 olguda (%76,8) femur başı normaldi. Ortalama abdominal subkutan yağ doku kalınlığı; izole asetabuler fraktür olan olgularda 24,4 (±9,2) mm, eşlik eden femur başı fraktürü olan olgularda 30,4 (±8) mm idi. Abdominal subkutan yağ doku kalınlığı, femur başı ve asetabulum fraktürü birlikte görülen olgularda istatistiksel olarak anlamlı derecede daha fazlaydı (p=0,006).
Sonuç: Asetabulum fraktürüne ek olarak femur başı fraktürü izlenen olgularda abdominal subkutan yağ doku kalınlığı belirgin daha fazla bulunmuştur. Abdominal subkutan yağ birikiminin, travmanın şiddetini arttırarak femur başı fraktürü gelişimi riskini, dolayısıyla morbiditeyi arttıran bir risk oluşturduğu söylenebilir.
Aim: Obesity is a very important health problem throughout the world. The effect of obesity on trauma-related injuries is being investigated in contemporary literature. The weight of the patient is said to increase complications with the severity of trauma. The effect of obesity on pelvic trauma has been investigated in various studies in the literature. However, no similar study investigating the effect of obesity on acetabular fractures and accompanying femoral head fractures has been found. Our aim in this study is to determine the incidence of accompanying femoral head fractures in adult cases with acetabulum fracture and to investigate whether abdominal subcutaneous fat tissue thickness has an effect on this co-existence.
Material and Method: Pelvic CT scans taken in our hospital due to trauma were retrospectively reevaluated and cases with acetabulum fracture were detected. These cases were divided into two separate groups: those with isolated acetabulum fractures and those with acetabulum-and accompanying femoral head fractures. Abdominal subcutaneous fat tissue thicknesses of all cases were measured via CT scan. It has been investigated whether there is a statistically significant difference between the two groups in terms of subcutaneous fat tissue thickness.
Results: A total of 95 acetabular fractures were detected. In 22 cases (23.2%), femoral head impaction fracture was present in addition to acetabulum fracture. In the remaining 73 cases (76.8%), the femur head was normal. The average abdominal subcutaneous fat tissue thickness was 24.4 (±9.2) mm in isolated acetabular fracture cases, and 30.4 (±8) mm in cases with acetabulum and accompanying femoral head fractures. Abdominal subcutaneous fat thickness was significantly higher in patients with femoral head fracture in addition to acetabulum (p=0.006).
Conclusion: It’s possible to say that abdominal subcutaneous fat accumulation increases the risk of femoral head fracture development by increasing the severity of trauma, thus increasing the morbidity.

11.
Histerektomi Olgularında Adenomyozis İnsidansı
The Incidence of Adenomyosis in Histerectomy Cases
Yakup Baykuş, Rulin Deniz, Ebru Çelik Kavak, Hasan Çılgın, Haldun Arpacı, Nazan Ardıç, Ömür Öztürk
doi: 10.5505/kjms.2018.38159  Sayfalar 128 - 132
Amaç: Histerektomi yapılan olgularda adenomyozis insidansının araştırılması.
Materyal ve Metot: Ocak 2005-Aralık 2015 tarihleri arasında değişik nedenlerle vajinal histerektomi yapılan olgularda adenomyozis insidansı araştırıldı.
Bulgular: Vajinal histerektomi yapılan 205 olgunun 58’inde (%28,3) final histopatolojide adenomyozis tespit edildi. Bu olguların operasyon endikasyonları; pelvik organ prolapsusu (n: 117, %57), endometrial hiperplaziler (n: 40, %19,5), servikal displaziler (n: 15, %7,3), postmenopozal kanama (n: 11, %5,3), tedaviye dirençli menometroraji (n: 10, %4,9), leiomyomlar (n: 9, %4,4), endometriyal polip (n: 2, %1) ve mol hidatiform (n: 1, %0,5) idi. Bu olguların %64,8’ine (n: 133) vajinal histerektomi ile beraber ek operasyon uygulandı. Uygulanan ek operasyonlar; sistorektosel operasyonu (n: 46, %34,5), rektosel operasyonu (n: 26, %19,5), sistosel operasyonu (n: 22 %16,5), sakrospinöz fiksasyon (n: 21, %15,7) ve trans obturatuar tape uygulamasıydı.
Sonuç: Preoperatif adenomyozis tanısı, olguların bir bütün halinde değerlendirilmesi halinde özellikle 40–50 yaş grubunda daha sık konulabilir. Özellikle tedaviye dirençli menometroraji olgularında etyolojide adenomyozis olabileceği akılda tutulmalıdır.
Aim: To investigate the incidence of adenomyosis in histerectomy cases.
Material and Method: The incidence of adenomyosis was evaluated in cases who had undergone hysterectomy of any cause between January 2005-December 2015.
Results: In 58% of 205 cases with vaginal hysterectomy the final histopathological evalaution was adenomyosis. The indication for operations of these cases was: pelvic organ prolapsus (n: 117, 57%), endometrial hyperplasia (n: 40, 19.5%), servical displasies (n: 15, 7.3%), postmenoposal bleeding (n: 11, 5.3%), treatment resistant menometroragia (n: 10, 4.9%), leimyoma (n: 9, 4.4%), endometrial polip (n: 2, 1%) and mole hydatiform (n: 1, 0.5%). An additional operation was performed together with vaginal hysterectomy in 64.8% (n: 133) of the cases. The additional operations were sistorectosel operation (n: 46, 34.5%), rektosel operation (n: 26, 19.5%), sistosel operation (n: 22 16.5%), sacrospinosis fixation (n: 21, 15.7%) and transobturatuar tape.
Conclusion: Preoperative adenomyosis can be diagnosed more frequently between the ages 40–50 years. Especially in treatment resistant menometroragia cases adenomyozis should be thought in aethiology.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
12.
Korpus Kallozum Spleniumda Görülen Geçici Beyin Lezyonun Klinik ve Radyolojik Önemi: 2 Olgu Sunumu
Clinical and Radiological Significance of Transient Brain Lesion in the Corpus Callosum Splenium: 2 Case Reports
Fettah Eren, Gözde Öngün, Şerefnur Öztürk
doi: 10.5505/kjms.2018.99705  Sayfalar 133 - 136
Korpus kallozumun spleniumu (KKS), birçok etiyolojik neden ile nadir de olsa etkilenebilmektedir. Bu tutulumun bir kısmı kalıcı ve az bir kısmı da geçicidir. Patofizyolojisinde hiponatremi ile ilişkili intramiyelinik aksonal ödem ve lokal inflamatuar hücrelerin infilitrasyonu vardır. Birinci olgu; 34 yaşında kadın hasta, tekrarlayan kompleks parsiyel nöbetler ile başvurdu. Özgeçmişinde, 10 yıldır epilepsi hastalığı ve 4 yıldır karbamazepin kullanımı vardı. İkinci olgu; 22 yaşında kadın hasta bulantı kusma ve görme bozukluğu şikayetleri ile başvurdu. Kranial manyetik rezonans görüntüleme (MRG)’lerinde KKS’de fokal difüzyon kısıtlamaları izlendi. Bu klinik ve nöroradyolojik görünüme sebep olabilecek diğer tüm faktörler araştırıldı. Bir ay sonraki kranial MRG incelemelerinde bu lezyonların düzelmiş olduğu görüldü. KKS’nda geçici difüzyon kısıtlamaları daha çok epilepsi hastalarında ve antiepileptik ilaç kullanımlarında bildirilmiştir. Fakat birçok durum benzer görüntüye sebep olabilmektedir. Bu olgularda hafif bir ensefalopati görülebilir ve prognoz genellikle iyidir. MRG bu lezyonların erken dönemde saptanmasında oldukça duyarlıdır. Bu klinik durumun geçici olduğunu bilmek, girişimsel tanı ve tedavi yöntemlerinden kaçınmamızı sağlayabilir.
Although rare, splenium of the corpus callosum (SCC) may be involved in many etiological conditions. Most forms of involvement are permanent and minorities of these are transient. The pathophysiology is intra-myelinic axonal edema related to hyponatremia and local inflammatory cell infiltration. The first case; 34-years-old female patient accepted to our unit with recurrent complex-partial seizures. She had epilepsy for 10 years and carbamazepine using for 4 years. Second case; 22-years-old female patient presented with vomiting, nausea and visual deficiency. Both cases magnetic resonance imaging (MRI) showed focal diffusion limitation in SCC. A comprehensive diagnostic work-up was carried out to account for these clinical and neuro-radiological presentations. 1-month follow up MRI showed resolution of these lesions. Previously, transient limitation of diffusion of SCC has been mostly reported in epileptic patients and treatment with anti-epileptic agents. However, many other conditions may result the appearance of similar clinical states. These patients may have mild form of encephalopathy and the prognosis is generally good. MRI is particularly sensitive in early identification of these lesions. A good understanding of the transient nature of the condition may allow avoidance from unnecessary invasive diagnostic and therapeutic methods.

13.
Aksiller Lenfanjiomu Olan Bir Yenidoğanda Lokal Bleomisin Tedavisi: Olgu Sunumu
Local Bleomycin Treatment in a Newborn with Axillary Lymphangioma: A Case Report
Yusuf Atakan Baltrak
doi: 10.5505/kjms.2018.27880  Sayfalar 137 - 139
Kistik lenfanjiom, genellikle boyun ve aksilla bölgesinde ortaya çıkarken, daha az oranda meme dokusu, abdomen, mediasten, orbita, paratiroid ve ekstremitelerde de görülebilir. Son yıllarda lenfanjiom tedavisinde bleomisin ve picibanil (OK-432) sklerozan tedavi uygulamaları ile başarılı sonuçlar alındığı bildirilmektedir. Bu yazıda hastanemizde takipli olmayan gebelik sonucunda doğumda aksiller lenfangiom tanısı konulduktan sonra kitle içine bleomisin tedavisi uygulanan bir olgu sunulmuştur.
Cystic lymphangioma usually develops in the neck and axilla, while lesser breast tissue, abdomen, mediastinum, orbita, parathyroid and extremities can also be seen. In recent years, it has been reported that bleomycin and picibanil (OK-432) sclerotherapy treatments have been successful results in the treatment of lymphangioma. In this article, we presented a case of bleomycin treatment in a mass after axillary lymphangiomatous lesions were diagnosed at delivery at the end of pregnancy.

14.
Ağrı Patofizyolojisinde Voltaj Kapılı Kalsiyum Kanallarının Rolü
Role of Voltage-Gate Calcium Channels in Pain Pathophysiology
Mustafa Emre
doi: 10.5505/kjms.2018.43925  Sayfalar 140 - 148
Afferent duyu nöronlarında ağrılı uyarıların algılanıp işlenilmesi, sodyum, kalsiyum, P2X sınıfı purinerjik reseptörler, geçici reseptör potansiyel (TRP) kanalları ve G-protein bağlı reseptör (GPCR) kanallarının dâhil olduğu voltaj, ligand kapılı ve reseptör kontrollü kalsiyum kanallarının çeşitliliğine bağlıdır. Ağrının patofizyolojisi oldukça karmaşıktır, günümüzde ağrının nedeninin belirlenmesi, doğru tedavi yaklaşımlarının bulunması ve uygulanan tedavilerin etkin bir şekilde sürdürülebilmesinde zorluklar yaşandığı bir gerçektir. Afferent ağrı yolunda yer alan kalsiyum kanallarının, hücre sinyalleşmesinde elektriksel aktivitenin de ötesinde rol üstlendiği düşünülmektedir. Primer afferent ağrı sinyal iletiminde çok sayıda voltaj kapılı kalsiyum kanalı yer alır. Kalsiyum kanal ailesi arasında N ve T-tipi kalsiyum kanalları en kritik role sahiptir. Bu nedenle, çok güçlü bir şekilde terapötik hedefler arasında yer almışlardır. Bu derlemede, ağrı fizyopatolojisin de voltaj kapılı kalsiyum iyon kanallarının rolü gözden geçirilmiştir.
The perception and processing of painful stimuli in afferent sensory neurons depends on the variety of voltage, ligand-gated and receptor-controlled calcium channels, including sodium, calcium, P2X class purinergic receptors, transient receptor potential (TRP) channels and G-protein coupled receptor (GPCR) channels. The pathophysiology of the pain is quite complex, and the fact that, nowadays there are some difficulties on identification of exact reason of pain, developing right therapeutic approaches and effective continuity of the approaches. Calcium channels in the afferent pathway are thought to play a role in cell signaling beyond electrical activity. A large number of voltage-gated calcium channels are involved in primer afferent pain signal transduction. Among the calcium channel family, N and T-type calcium channels play the most critical role. For this reason, they have been very strongly involved in therapeutic targets. In this review, the role of voltage-gated calcium ion channels in pain physiopathology has been reviewed.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git