Cilt: 11 Sayı: 2 - Ağustos 2021 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
TAM DERGI | |
1. | Tam Dergi Full Issue Sayfalar I - II |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Üniversite Öğrencilerinde Akıllı Telefon Kullanımı Bağımlılığının Boyun Ağrısı ve Disabilite Üzerine Etkisi The Effect of Smartphone Addiction on Neck Pain and Disability in University Students Sevtap Badil Güloğlu, Ümit Yalçındoi: 10.5505/kjms.2021.75057 Sayfalar 225 - 230 Amaç: Bu çalışma akıllı telefon kullanımı bağımlılığı ile boyun ağrısı ve disabilite arasındaki ilişkiyi araştırmak amacıyla planlandı. Materyal ve Metot: Kars Kafkas Üniversitesi ve İstanbul Biruni Üniveristesi’nde öğrenim gören 501 öğrenci çalışmaya dahil edildi. Üniversite öğrencisi olmak, akıllı telefon kullanıcısı olmak, herhangi bir sistemik, nörolojik ve psikiyatrik hastalık öyküsü olmaması dahil edilme kriterleriydi. Tüm katılımcılar akıllı telefon bağımlılığı ölçeği (SAS), boyun ağrısına ilişkin Visuel Analog Skala (VAS) ve Neck Disability Index (NDI) ile değerlendirildi. Bulgular: Dahil edilen 501 üniversite öğrencisinin yaş ortalaması 21,0±1,9 idi. Katılımcıların %57,7’si kadın, %42,3’ü erkekti. Katılımcıların boyun ağrısı VAS ortalaması 3,8 (±2,2), SAS ortalaması 94,5 (±27,2), NDI ortalaması 10,6 (±7,0) olarak bulundu. Cinsiyetler arasında SAS skorları açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Orta-şiddetli-tamamen özürlülük olan grupta VAS skoru, SAS skoru hafif özürlülük ve özürlülük olmayan gruptan anlamlı (p>0,05) olarak daha yüksekti. Yapılan spearman korelasyon analizine göre SAS ile VAS ve NDI skoru arasında anlamlı pozitif korelasyon mevcuttu (p değeri sırasıyla 0,005, 0,001). Sonuç: Akıllı telefon kullanımına bağımlılığın sağlıklı genç erişkinlerde boyun ağrısı ve disabilite ile ilişkili olduğu görüldü. Bu sonuçlar akıllı telefon kullanımı bağımlılığının yaratacağı fiziksel riskler konusunda toplumun bilgilendirilmesinin önemini ortaya koymaktadır. Bireyler bir akıllı telefon kullanarak harcanan zamanı azaltmak için çaba sarf etmeli ve kullanımı sırasında uygun bir duruş sürdürmeye çalışmalıdır. Aim: This study was planned to investigate the relationship between neck pain and disability with smartphone use addiction. Material and Method: 501 students from Kars Kafkas University and Istanbul Biruni University were included in the study. Inclusion criteria were being a university student, being a smartphone user, and not having any history of systemic, neurological or psychiatric diseases. All participants were evaluated with smartphone addiction scale (SAS), Visuel Analogue Scale (VAS) and Neck Disability Index (NDI) for neck pain. Results: The mean age of the 501 university students included was 21.0±1.9.57.7% of the participants were female and 42.3% were male. The mean VAS of the neck pain was 3.8 (±2.2), the mean SAS was 94.6 (±27.1), and the mean NDI was 10.6 (±7.0). Significant difference was not found between the genders in terms of SAS scores (p>0.05). The VAS and SAS scores were significantly higher in the moderate-severe-totally disability group than the mild disability and non-disability group (p>0.05). According to spearman correlation analysis, there was a significant positive correlation between SAS and VAS and NDI scores (p value 0.005, 0.001, respectively). Conclusion: Addiction to smartphone use was associated with neck pain and disability in healthy young adults. These results reveal the importance of informing the society about the physical risks of smartphone addiction. Individuals should strive to reduce the time spent using a smartphone and try to maintain a proper posture during use. |
3. | Akut Miyokart Enfarktüsü Nedeniyle Perkütan Koroner Girişim Uygulanan Hastalarda Kontrast Kaynaklı Akut Böbrek Hasarı Tespitinde C-reaktif Protein - Albümin Oranının Öngördürücü Değeri The Predictive Value of C-reactive Protein to Albumin Ratio to Detect Contrast-induced Acute Kidney Injury in Patients with Acute Myocardial Infarction Undergoing Percutaneous Coronary Intervention Ahmet Karakurtdoi: 10.5505/kjms.2021.13285 Sayfalar 231 - 243 Amaç: Bu çalışmada akut miyokart enfarktüsü (AME) nedeniyle primerperkütan koroner girişim (pPKG) yapılan hastalarda kontrastkaynaklı akut böbrek hasarı (KK-ABH) gelişiminde C-reaktif protein – albümin oranının (CAO) öngördürücü değerini belirlenmesi amaçlamaktadır. Materyal ve Metot: Çalışmaya pPKG uygulanan ST-elevasyonsuz ve ST-elevasyonu 210 AME’li hasta dâhil edildi. Hastaların pPKG sonrası böbrek fonksiyon parametreleri ve en yüksek CAO değerleri hasta dosyalarından kaydedildi. Çalışma popülasyonunun CAO değerleri en küçükten en büyüğe doğru sıralandıktan sonra düşük-, orta– ve yüksek-CAO olmak üzere üç guruba ayrıldı (her n=70). Bulgular: Seksen dokuz hastada (%42,38) KK-ABH gelişti. Serum kreatininindeki (sCr) mutlak artışı, yüksek-CAO gurubunda [0,31, interquartilerange (IQR): 1,925–0,555], düşük– (0,2, IQR: 0,118– 0,27) ve orta-CAO’dan önemli ölçüde daha yüksek bulundu (0,2, IQR: 0,13–0,33; p<0,001). Receiveroperatingcharacteristic analizde CAO’ya ait eğri altındaki alan 0,689 (95 %CI: 0,614–0,763; p<0,001) bulundu. KK-ABH gelişimine neden olacak diğer risk faktörleri ayarlandıktan sonra yapılan çok değişkenli regresyon analizi, CAO’nun KK-ABH gelişimini öngördürecek olduğunu gösterdi (OR: 1,345, %95 CI: 1,009–1,794, p=0,043). Sonuç: Yüksek CAO değerleri, pPCI uygulanan AME hastalarında KK-ABH gelişiminde bağımsız öngördürücüdür. Bu hasta grubunda, pPKG sonrası yüksek CAO değeri KK-ABH’nın gelişebileceği yönünde bizi uyarmalıdır. Aim: The present study aims to investigate the predictive value of the peak C-reactive protein to reduced albumin ratio (CAR) in the development of contrast-induced acute kidney injury (CI-AKI) in patients with acute myocardial infarction (AMI) undergoing primary percutaneous coronary intervention (pPCI). Material and Method: Two hundred and ten patients with non- ST and ST-elevation AMI undergoing pPCI were recorded. Renal function parameters and highest CAO values of the patients after pPCI were recorded from the patient files. The patient population was divided intothe low-, mid-, and high-CAR tertiles (all n=70) after their CAR values were ranked from least to greatest. Results: Eighty-nine (42.38%) patients developed CI-AKI. The absolute increase in serum creatinine (sCr) was significantly higher in patients in the high-CAR tertile (0.31, interquartile range (IQR): 1.925–0.555) than in the low-CAR (0.2, IQR: 0.118– 0.27) and mid-CAR tertiles (0.2, IQR: 0.13–0.33; p<0.001). The area under the curve of CAR was0.689 (95% CI: 0.614–0.763; p<0.001) in the receiver operating characteristic analysis. After adjusting for other risk factors of CI-AKI, CAR remained predictors of the development of CI-AKI (OR: 1.345, 95% CI: 1.009– 1.794, p=0.043). Conclusion: The elevated CAR value is independent predictors in the development of CI-AKI in patients with AMI undergoing pPCI. In this patient group, the elevated CAR value after pPKG may alert us to more improve CI-AKI. |
4. | Siirt İlindeki Bruselloz Tanılı 112 Hastanın Retrospektif Olarak Değerlendirilmesi Retrospective Evaluation of 112 Patients with Brucellosis Diagnosis in Siirt Osman Özüdoğru, Ömer Acerdoi: 10.5505/kjms.2021.55481 Sayfalar 244 - 249 Amaç: Bu çalışmada bruselloz olgularının epidemiyolojik, klinik, laboratuvar bulguları ve uygulanan tedavi rejimlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmada Mart 2018-Haziran 2019 tarihleri arasında Siirt devlet hastaneleri polikliniklerinde bruselloz tanısı konulan 112 hasta retrospektif olarak incelenmiştir. Bruselloz olgularının epidemiyolojik, klinik, laboratuvar bulguları ve uygulanan tedavi rejimleri değerlendirilmiştir. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 112 olgunun %38,4’ünün erkek, %61,6’sının kadın olduğu tespit edildi. Yaş ortalamaları ise 38,1 (18–76) yıl olarak tespit edilmiştir. Hastaların %56’sı köylerden, %19’u ilçelerden ve %37’si şehirden başvurmuştur. Hastaların ilk başvuru anındaki en sık yakınmaları; vücut ağrısı, eklem ağrısı, halsizlik, ateş, baş ağrısı ve bel ağrısı olarak saptanmıştır. Fizik muayenelerinde hastaların %30,1’inde artrit, %78,8’inde artralji, %84,1’inde miyalji %9,7’sinde hepatomegali %8’inde splenomegali ve %2,7’sinde lenfadenopati saptanmıştır. Hastaların %12,4’ünde lökopeni, %7,1’inde lökositoz, %33,6’sında anemi ve sadece %2,7’sinde polistemi saptanmıştır. Brucella Coombs aglütinasyon testi 14 olguda 1/320, 20 olguda 1/640, 25 olguda 1/280, 17 olguda 1/2560 ve 36 olguda 1/5120’nin üzerinde saptandı. Hastaların %46,9’unda karaciğer enzim yüksekliği, %54,9’unda eritrosit sedimantasyon hızı yüksekliği, %33,6’sında CRP yüksekliği saptanmıştır. Hastalara ağırlıklı olarak doksisiklin + rifampisin, doksisiklin + rifampisin + seftriakson, vedoksisiklin + seftriakson tedavileri uygulanmıştır. Tedavi sonrasında ise hastaların %63,44’ünde Brucella Coombs aglütinasyon testi negatif sonuç vermiştir. Sonuç: Sonuç olarak çalışmamızdan elde ettiğimiz bulgular, hayvancılığın yoğun olarak yapıldığı Siirt ilimizde brusellozun görülme sıklığının hala yüksek olduğunu göstermektedir. Ayrıca endemik bölgelerde ateş, eklem ağrısı, halsizlik gibi özgün olmayan yakınmalarla gelen hastalarda bruselloz ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Aim: In this study, we aimed to evaluate epidemiological, clinical, laboratory findings and treatment regimens of brucellosis cases. Material and Method: 112 patients diagnosed with brucellosis in the polyclinics of Siirt State Hospital between March 2018 and June 2019 were retrospectively analyzed. Epidemiological, clinical, laboratory findings and treatment regimens of brucellosis cases were evaluated. Results: It was determined that 38.4% of 112 cases included in the study were male and 61.6% were female. The average age was determined as 38.1 (18–76) years. 56% of the patients applied from villages, 19% of applied from districts and 37% of applied from the city. The most frequent complaints of the patients at the first admission were body pain, joint pain, weakness, fever, headache, and low back pain. In physical examination, arthritis, arthralgia, myalgia, hepatomegaly, splenomegaly and lymphadenopathy were detected in 30.1%, 78.8%, 84.1%, 9.7%, 8% and 2.7% of cases, respectively. In the laboratory examination of the patients; Leukopenia, leukocytosis, anemia, and polycythemia were determined in 12.4%, 7.1%, 33.6%, and 2.7% of cases, respectively. The Brucella Coombs agglutination test was found to be above 1/320 in 14 cases, 1/640 in 20 cases, 1/280 in 25 cases, 1/2560 in 17 cases and 1/5120 in 36 cases. Elevated liver enzymes were found in 46.9% of patients, sedimentary height was found in 54.9%, and CRP elevation was found in 33.6%. The patients were mainly treated with doxycycline + rifampicin, doxycycline + rifampicin + ceftriaxone and doxycycline + ceftriaxone. Conclusion: As a result, the findings we obtained from our study show that the incidence of brucellosis is still high in our province of Siirt, where animal husbandry is intensive. In addition, brucellosis should be considered in the differential diagnosis in patients presenting with non-specific complaints such as fever, joint pain, and weakness. |
5. | Kronik Akciğer Hastalığına Sahip Hastalar Arasında Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Kullanımı The Use of Complementary and Alternative Medicine Among Patients with Chronic Lung Disease Hasan Oğuz Kapıcıbaşı, Erhan Akıncıdoi: 10.5505/kjms.2021.96530 Sayfalar 250 - 255 Amaç: Bu çalışmanın amacı, akciğer kanseri ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) gibi kronik akciğer hastalığı olan hastalarda tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) kullanımıyla ilgili davranışları ve bunu etkileyen etmenleri araştırmaktır. Materyal ve Metot: Çalışmaya akciğer kanseri ve KOAH’lı olmak üzere toplam 60 hasta alındı. Demografik ve klinik özelliklere yönelik bilgi formu, Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (STAI) ve Eysenck Kişilik Anketi Gözden Geçirilmiş/Kısaltılmış Formu (EKA-GGK) kullanılarak veriler toplandı. Bulgular: En sık kullanılan TAT yöntemi fitoterapi ve apiterapinin %48,3 (n=29) birlikte kullanımıydı. TAT yöntemi kullananların %48,8’inin (n=22) ayda en az bir kez kullanım öyküsü vardı. TAT kullanımının en sık nedeni öksürüktü. TAT kullanım kararı ile demografik özellikler, hastalık tipi, STAI ve EKA-GGK ölçek bağımsız değişkenleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki bulunmadı. Öte yandan, EKA-GGK psikotisizm alt ölçeğinin TAT kullanımından fayda görme inancında anlamlı ve bağımsız bir belirteç olduğu görüldü (β=0,354, p=0,029). Sonuç: Çalışmamızda fitoterapi ve apiterapinin birlikte kullanımının, en sık kullanılan TAT yöntemi olduğu görüldü. TAT kullanımından fayda görme inancında psikotisizm kişilik özelliğinin belirleyici bir etmen olabileceği anlaşılmaktadır. Aim: The aim of this study is to investigate the behaviors related to and the factors affecting complementary and alternative medicine (CAM) use in patients with chronic lung diseases, such as lung cancer and chronic obstructive pulmonary disease (COPD). Material and Method: A total of 60 patients with lung cancer and COPD were enrolled in the study. The data were collected by a form of demographic and clinical characteristics, the State-Trait Anxiety Inventory (STAI), and the Eysenck Personality Questionnaire Revised-Abbreviated Form (EPQR-A). Results: The most commonly used CAM method was the combination of phytotherapy and apitherapy, accounting for 48.3% (n=29) of the patients. 48.8% (n=22), to whom the CAM method was administered, used the combination at least once a month. The most common cause for the use of CAM method was cough. No statistically significant relationship was observed between the dependent variable – the decision of CAM use – and the independent variables sociodemographic characteristics, disease type, and the scores from STAI and EPQR-A. On the other hand, the EPQR-A psychoticism subscale was found to be a significant and independent predictor of the CAM users’ views of benefit (β=0.354, p=0.029). Conclusion: Our study suggests that the most commonly used CAM method was the combination of phytotherapy and apitherapy. It was understood that psychoticism, one of the personality traits, may be a significant factor affecting the CAM users’ views of benefit. |
6. | Obez Bireylerde Sosyal Kaygı Düzeyi ve Sosyal Kaygıyı Etkileyen Etmenler Social Anxiety Level Among Obese People and Factors That Influence Social Anxiety Muhammet Ramiz Aktaş, Erol Özmendoi: 10.5505/kjms.2021.73444 Sayfalar 256 - 262 Amaç: Obez bireylerde sosyal kaygı düzeyinin ve sosyal kaygıyı etkileyen etmenlerin saptanması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Araştırma grubunu diyet polikliniğine başvuran, obezite tanısı konulan, 18 yaşından büyük ardışık 100 hasta oluşturmuştur. Veri toplama aracı olarak Sosyodemografik Bilgi Formu, Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği ve Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği kullanılmıştır. Bulgular: Araştırmaya katılan obez hastalarda çok şiddetli sosyal kaygı görülme oranı %47 olarak bulunmuştur. Sosyal kaygı ile anlamlı ilişkileri saptanan depresyon ve anksiyete görülme oranları Hastane Anksiyete ve Depresyon ölçeğine göre sırasıyla %28 ve %22 olarak bulunmuştur. Ayrıca BKİ düzeyi ve eğitim düzeyi ile sosyal kaygı arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Sonuç: Obez bireylerde sosyal kaygının sık görüldüğü, depresyon, anksiyete ve BKİ düzeyinin artmasının sosyal kaygıyı arttırıcı etkisi olduğu belirlenmiştir. İlköğretim ve lise mezunları obezlerde, üniversite mezunları obezlere kıyasla sosyal kaygı şiddetinin daha yüksek olduğu bulunmuştur. Aim: In this study, we aimed to determine social anxiety levels among obese people and factors that have influence on social anxiety. Material and Method: The study group consisted of 100 consecutive obese patients over 18 years who applied to diet polyclinic. Sociodemographic Information Form, Hospital Anxiety and Depression Scale and Liebowitz Social Anxiety Scale were used as measuring instruments. Results: In the study, it was determined that the rate of very severe social anxiety on obese patients who participate in the research is found to be 47%. The rate of depression and anxiety according to Hospital Anxiety and Depression Scale were 28% and 22% respectively. There was a statistically meaningful relationship between BMI, anxiety, depression, education level and social anxiety. Conclusion: It is stated that social anxiety often occurs on obese people. Moreover, it is shown that depression, anxiety and increase in BMI level have an additive effect on social anxiety. It is found that the intensity of social anxiety among obese people who graduate from primary school and high school is higher than university graduates. |
7. | Çocukluk Çağı Obezitesinde Pupil Fonksiyonları ve Wavefront Aberasyonlar Pupillary Functions and Wavefront Aberrations in Childhood Obesity Abdullah İlhan, Ümit Yolcu, Salih Altun, Uzeyir Erdemdoi: 10.5505/kjms.2021.76094 Sayfalar 263 - 267 Amaç: Çalışmanın amacı pupiller fonksiyonlar ve wavefront aberasyonların çocukluk çağı obezitesi ile arasındaki ilişkinin araştırılmasıdır. Materyal ve Metot: Bu vaka kontrol çalışmasında 54 obez çocuk (vücut kitle indeksi ≥95 persentil), yaş ve cinsiyet uyumlu 58 kişilik kontrol grubu (vücut kitle indeksi <85 persentil) ile karşılaştırıldı. Wavefront aberasyonlar ile fotopik ve mezopik pupil boyutu OPDScan II [Pupillometer/Corneal Wavefront Analyser]; [ARK-10000 system (Nidek, Japan)] ile tespit edildi. Bulgular: Fotopik pupil boyutları obez çocuklarda kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde küçüktü (3,68±0,64 (2,61–6,09), 4,83±0,63 (2,94–6,26 mm, sırasıyla; p<0,001). Mezopik pupil boyutları obez çocuklarda daha büyüktü ancak fark anlamlı değildi (6,88±0,58 (5,24–8,89), 6,65±0,77 (5,16–8,62) mm; p>0,05). Toplam optik aberasyonlar obez çocuklarda anlamlı düzeyde yüksekti (1,17±0,79, 0,88±0,47; p<0,01). Coma, trefoil ve toplam üst sıra aberasyonları içeren diğer bütün aberasyonlar obez çocuklarda yüksek iken fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. Sonuç: Bu çalışma pupiller fonksiyon, toplam wavefront aberasyonlar ve obezite arasında bir ilişkiyi göstermiştir. Bu veriler obezitenin, çocuklarda azalmış optik kalite ile ilişkili aberasyonlar için önemli bir risk faktörü olabileceğini göstermiştir. Aim: The purpose of this study is to investigate the relationship between pupillary functions, wavefront aberrations, and childhood obesity. Material and Method: Fifty-four obese children (≥95th body mass index percentile) were compared with 58 age– and gender- matched controls (<85th body mass index percentile) in this case-control study. Wavefront aberrations, mesopic and photopic pupil diameters were assessed by means of OPD-Scan II [Pupillometer/Corneal Wavefront Analyser]; [ARK-10000 system (Nidek, Japan)]. Results: Photopic pupil sizes in obese children were significantly smaller than the control group (3.68±0.64 (2.61–6.09), 4.83±0.63 (2.94–6.26) mm; p<0.001). Mesopic pupil sizes in obese children were bigger than control group but it was not significant (6.88±0.58 (5.24–8.89), 6.65±0.77 (5.16–8.62) mm; p>0.05). Total optical aberrations were also significantly higher in obese children (1.17±0.79, 0.88±0.47; p<0.01). The other aberrations such as tetrafoil, trefoil, coma, and total high order aberrations were higher in obese children but these changes were insignificant. Conclusion: This study showed an association between pupillary functions, total wavefront aberrations, and obesity. These data suggest that obesity might be an important risk factor for aberrations associated with diminished optical quality in children. |
8. | ST Segment Yükselmesiz Myokard İnfarktüsünde Gensini Skoru ile Elektrokardiyografik Frontal QRS-T Açısı Arasındaki İlişki The Relationship Between Electrocardiographic Frontal QRS-T Angle and Gencini Score in Non-ST Segment Elevated Myocardial Infarction Sefa Gül, Güney Erdoğan, Osman Can Yontar, Uğur Arslandoi: 10.5505/kjms.2021.35119 Sayfalar 268 - 274 Amaç: Gensini skoruna dayalı risk sınıflandırması, ST Segment Yükselmesiz Myokard İnfarktüsü (NSTEMI) hastalarında erken revaskülarizasyon ihtiyacını belirlemek için önemli bir rol oynamaktadır. Frontal QRS-T açısının [f (QRS-T)] koroner arter hastalığının aterosklerotik yükünü öngörmedeki prediktif rolü, NSTEMI hastalarında STEMI hastalarıyla kıyaslandığında daha belirsizdir. Bu çalışmada NSTEMI hastalarında f (QRS-T) açısı ve Gensini skoru arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Çalışmaya NSTEMI tanısıyla koroner yoğun bakımda takip edilen 248 hasta dahil edildi. f (QRS-T) açısı, EKG cihazının otomatik analizine göre frontal düzlemde QRS ve T dalgalarının eksenleri arasındaki farkın mutlak değeri olarak hesaplandı. Gensini skoru, birbirinden bağımsız olarak iki kardiyolog tarafından bir Gensini skor hesaplayıcısı kullanılarak hesaplandı. Çalışmaya dahil edilen hastalar düşük Gensini skorlu (≤45) ve yüksek Gensini skorlu (>45) olmak üzere iki gruba ayrıldı. Bulgular: Sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (LVEF) Gensini skoru yüksek olan grupta anlamlı derecede düşük saptandı (46,1±8 vs. 53, ±7; p<0,001). Hastaların anjiyografik görüntüleri incelendiğinde sorumlu lezyonun en sık LAD’de (P<0,001) olduğu, revaskülarizasyon stratejileri kıyaslandığında ise en sık LAD’ye (P<0,001) yönelik revaskülarizasyon yapıldığı tespit edildi. Çalışmanın primer sonlanım noktası olan f (QRS-T) açısı, Gensini skoru yüksek olan grupta anlamlı derecede daha yüksek saptandı (54±47 vs. 84±54; p<0,001). Tek değişkenli ve çok değişkenli lojistik regresyon analizi sonucuna göre f (QRS-T) açısının yüksek Gensini skoru için bağımsız bir gösterge olduğunu tespit ettik. Receiver-operating characteristic (ROC) analizine göre, NSTEMI hastalarında f (QRS-T) açısının 61,5° üzerinde olması, yüksek Gensini skorlu (>45) hastaları %70 sensitivite ve %61 spesifite ile öngörmektedir (Şekil 1). Sonuç: NSTEMI hastalarında f (QRS-T) açısının, Gensini skorunu öngörerek erken invaziv girişim ihtiyacını değerlendirmek için yararlı bir yöntem olabileceği bulunmuştur. Aim: Early risk stratification based on Gensini score plays a crucial role to identify the need for early invasive strategy in patients with NSTEMI. The predictive role of frontal QRS-T angle [f (QRS-T)] on the atherosclerotic burden of coronary artery disease is less clear in NSTEMI patients compared to STEMI patients. In this study, we aimed to investigate the relationship between f (QRS-T) and Gensini score in NSTEMI patients. Material and Method: Total of 248 patients with the diagnosis of NSTEMI transferred to coronary care unit were included in the study. f (QRS-T) was calculated as the absolute value of the difference between the frontal plane QRS and T axes based on automatic report of ECG machine. Gensini score was computed using an Gensini score calculator by well-experienced two cardiologists. The study population was divided into two groups based on the low (≤45), and high Gensini score (>45). Results: Left ventricular ejection fraction was significantly lower in the group with high Gensini score (46.1±8 vs. 53.3±7; p<0.001). When the angiographic views was examined and revascularization strategies were compared, it was detected that responsible lesion was seen in LAD most frequently (p<0.001) and revascularization was performed most frequently for LAD (P<0.001). The f (QRS-T) angle, the primary endpoint of the study, were significantly higher in the group with high Gensini score (54±47 vs. 84±54; p<0.001). We determined that f (QRS-T) angle is an independent indicator for high Gensini score, based on the univariate and multivariate logistic regression analysis. Based on Receiver-operating characteristic (ROC) analysis, finding f (QRS-T) angle higher than 61.5°’in NSTEMI patients predicts patients with high Gensini score (>45) with% 70 sensitivity and% 61 specificity. Conclusion: In NSTEMI patients, f (QRS-T) has been found to be a useful decision-making tool to predict Gensini score to assess early invasive strategy. |
9. | Kolorektal Kanserli Hastalarda Tümör Taraflılığının Önemi ve Diğer Klinikopatolojik Özelliklerle İlişkisi The Importance of the Tumor Sidedness and Its Relationship with Other Clinicopathological Features in Patients with Colorectal Cancer Nilgün Söğütçü, Şahin Laçin, Halis Yerlikaya, Deniz Yılmazdoi: 10.5505/kjms.2021.58751 Sayfalar 275 - 281 Amaç: Kolorektal kanser (KRK) en yaygın ve ölümcül hastalıklardan biridir ve hastaların sınıflandırılmasında prognostik faktörler çok önemlidir. Bu çalışmada, KRK hastalarında CDX2 ekspresyonu, serum CEA düzeyi ve tümör taraflılığının önemini değerlendirmeyi amaçladık. Materyal ve Metot: Eylül 2014-Aralık 2019 tarihleri arasında hastalık evresine bakılmaksızın kolorektal kanser tanısı alan hastalar dahil edildi. KRK tanısı primer veya metastatik lezyondan elde edilen patolojik doku bulguları ile doğrulandı. Serum CEA düzeyi, primer tümör taraflılığı (sağ taraf veya sol taraf), CDX2 ekspresyonu ve elde edilen diğer demografik özellikler çalışma değişkeni olarak kaydedildi. Tüm çalışma analizleri SPSS sürüm 22 istatistik yazılımı (IBM Corporation) kullanılarak yapıldı. Bulgular: KRK’li 152 hasta dahil edildi, 64 hasta (%42,1) kadın, 88 hasta (%57,9) erkek, ortalama yaş 55 (18–93 yaş) idi. Serum CEA düzeyi <3,5ng/ml olan hastalarda ve CEA düzeyi >3,5 ng/ml olan hastalarda ortalama sağkalım sırasıyla 35,1 ve 26,6 aydı ve gruplar arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,006). Hastalık evresi ile serum CEA düzeyi arasında pozitif korelasyon vardı, metastatik hastalarda serum CEA düzeyi metastatik olmayan hastalara göre daha yüksekti (p=0,009). Doku CDX2 ekspresyonu açısından, on bir hastada (%7,2) CDX2 ekspresyon negatif, 136 hastada (%89,5) CDX2 ekspresyon pozitif bulundu. CDX2 ekspresyon durumuna göre hastaların OS oranları arasındaki fark anlamlı değildi (p=0,7). Sol taraflı hastaların sağ taraflılara göre daha uzun süre hayatta kalmasına rağmen, fark anlamlı değildi, medyan OS sırasıyla 67,6 ve 29,7 aydı (p=0,3). Ortalama takip süresi 24,1 aydı. Sonuç: Serum CEA düzeyi, CRC hastaları için belirgin bir prognostik faktör olarak bulundu. Ek olarak CDX2 ekspresyonu pozitif ve sol taraflı primer tümörlerin literatürde bildirildiği gibi daha uzun sağkalımı vardı. Ayrıca, tümör taraflılığı ve serum CEA düzeyine dayanan hasta sınıflama modelimiz umut verici sonuçlar elde etmiştir, ancak daha büyük ve prospektif çalışmalarla doğrulanması gerekmektedir. Aim: Colorectal cancer (CRC) is one of the most common and mortal diseases and prognostic factors have a crucial role in stratifying patients. We aimed to evaluate the importance of CDX2 expression, serum CEA level, and tumor sidedness in CRC patients. Material and Method: Patients diagnosed with colorectal cancer between September 2014 and December 2019 were included in the study. Serum CEA level, primary tumor bias, CDX2 expression and other demographic characteristics were recorded as variables. All study analyzes were performed using SPSS version 22 statistical software (IBM Corporation). Results: 152 patients with CRC were included, 64 (42.1%) of patients were female and 88 (57.9%) of patients were male, the median age of patients was 55 (range 18–93). The median survival of patients with serum CEA level <3.5ng/ml, and the patients with CEA level >3.5 ng/ml was 35.1 and 26.6 months, respectively, and the difference between groups was a statistically significant (p=0.006). There was a positive correlation between disease stage and serum CEA level, metastatic patients had higher serum CEA level than non-metastatic patients (p=0.009). In terms of tissue CDX2 expression, eleven patients (7.2%) had CDX2 expression negative, 136 (89.5%) of patients had CDX2 expression positive. The difference between OS rates of patients according to CDX2 expression status was not significant (p=0.7). Despite the longer survival of patients with left-sided than right-sided, the difference was not significant, the median OS was 67.6 and 29.7 months, respectively (p=0.3). The median follow-up time was 24.1 months. Conclusion: The serum CEA level was found as a clear prognostic factor for CRC patients. Additionally, CDX2 expression positive and left-sided primary tumors had longer survival as reported in the literature. Also, our patient stratification model based on tumor sidedness and serum CEA level obtained promising outcomes but need to be confirmed by larger and prospective trials. |
10. | Tiroid Nodüllerinde Sitopatolojik ve Histopatolojik Uyum Değerlendirmesi: 425 Olgu İçeren Tek Merkez Çalışması Evaluation of Cytopathological and Histopathological Compatibility in Thyroid Nodules: Single Center Study with 425 Cases Nazlı Sena Şeker, Şeyhmus Kaya, Ayhan Şenol, Hikmet Soyludoi: 10.5505/kjms.2021.46362 Sayfalar 282 - 287 Amaç: Tiroid nodülleri, toplumda sık görülen ve görüntüleme yöntemleri arttıkça insidantal saptanma oranları da gittikçe artan bir sağlık problemidir. Bu nedenle ki tiroid nodüllerine klinik yaklaşımda takip edilecek ve operasyona yönlendirilecek olguların ayrımı için, sitopatolojik Bethesda sınıflaması çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu sınıflama sistemi 6 kategoriden oluşmaktadır ve tiroid nodüllerinin hepsini bir sınıflamaya koymak mümkündür. Biz çalışmamıza tiroid ince iğne aspirasyon sitoloji (İİAS) yapılan ve sonrasında cerrahi opere edilen olguları retrospektif olarak inceleyerek, kendi merkezimizdeki uyumu değerledirmeyi amaçladık. Materyal ve Metot: Çalışmamıza, SBÜ Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, 2014–2019 yılları arasında opera edilen ve öncesinde tiroid İİAB uygulanan 425 olgu dâhil ettik. Tiroid Bethesda sınıf 4 (Foliküler neoplazi/Foliküler neoplazi kuşkusu) olgularının histopatolojik tanıları ile papiller mikrokarsinom ve Hashimoto/lenfositik tiroidit tanısı alan vakaların sitopatolojik tanıları ayrıca belirtilmiştir. Bulgular: Bethesda tiroid sitopatoloji sınıflamasına göre, olguların 53’ü yetersiz, 193’ü benign, 85’i önemi belirsi atipi/önemi belirsiz foliküler lezyon, 22’si foliküler neoplazi açısından kuşkulu, 61’i malignite açısından kuşkulu ve 11’i malign sitoloji olarak raporlanmıştır. Histopatolojik olarak tiroid papiller mikrokarsinom tanısı alan toplam 33 olgunun çoğunluğu 10 (%31) önemi belirsiz atipi tanısı almış olup sırasıyla; yetersiz 7 (%21), benign 7 (%21), malignite açısından kuşkulu 7 (%21), foliküler neoplazi kuşkusu 1 (%3) ve malign sitoloji 1 (%3) tanıları almıştır. Hashimoto tiroiditi ya da lenfositik tiroidit tanısı alan toplam 51 vakanın sitoloji preparatında aldığı tanılar sırasıyla; benign 17 (%33), önemi belirsiz atipi 16 (%51), malignite kuşkulu 11 (%21), yetersiz 4 (%8), foliküler neoplazi kuşkusu 2 (%4) ve malign sitoloji 1 (%2)’dir. Sonuç: Çalışmamızda, vaka oranlarımız genel olarak literatür ile uyumludur. Ancak papiller mikrokarsinomların yanlış negatif tanı oranını arttırabileceğini, Hashimoto tiroiditi/lenfositik tiroidit olgularının ise önemli belirsiz atipi ve malignite kuşkulu sitoloji tanılarını arttırabileceği gözlemlenmiştir. Tek merkezle yaptığımı çalışmamızda sitolojik tanı veririken olgunun bu yönlerden klinik, sonografik ve laboratuar bulgularıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini böylece bu durumu aşabileceğimizi düşünmekteyiz. Aim: Thyroid nodules are a common health problem, which is common in the community, and its rates of detection are increasing in proportion to the increasing use of imaging methods. For this reason, cytopathological classification of Bethesda has a very important place for the differentiation of the cases that will be followed in the clinical approach to the thyroid nodules and directed to the operation. This classification system consists of 6 categories and it is possible to put all thyroid nodules into one classification. We aimed to evaluate the compliance in our center by retrospectively examining the patients who underwent thyroid fine needle aspiration cytology (FNAC) and subsequently operated surgically. Material and Method: In our study, we included 425 patients who were operated between 2014–2019 and who had undergone thyroid FNAC in the Diyarbakir Gazi Yaşargil Training and Research Hospital. Histopathological diagnoses of thyroid Bethesda class 4 (Follicular neoplasia/Follicular neoplasia suspicion) cases and cytopathological diagnoses of cases diagnosed with papillary microcarcinoma and Hashimoto/lymphocytic thyroiditis were also evaluated. Results: According to the Bethesda thyroid cytopathology classification, 53 of the cases were reported as nondiagnostic, 193 as benign, 85 as Atypia of Undetermined Significance or Follicular Lesion of Undetermined Significance (AUS/FLUS), 22 as suspicious in terms of follicular neoplasia, 61 as suspicious in terms of malignancy, and 11 as malignant cytology. 33 cases diagnosed with thyroid papillary microcarcinoma, cytopathologically; 10 (31%) were reported as AUS/FLUS, 7 (% 21) were non-diagnostic, 7 (% 21) were benign, 7 (% 21) were Suspicious for Malignancy, 1 (% 3) were Follicular Neoplasm or Suspicious for a Follicular Neoplasm, and 1 (% 3) was reported as malignant cytology. The diagnoses of 51 cases diagnosed with Hashimoto thyroiditis or lymphocytic thyroiditis in the cytology preparation are; benign 17 (33%), AUS/FLUS 16 (51%), suspicious of malignancy 11 (21%), nondiagnostic 4 (8%), Follicular Neoplasm or Suspicious for a Follicular Neoplasm 2 (4%) and malignant cytology 1 (2%). Conclusion: In our study, our case rates are generally compatible with the literature. However, we observed that papillary microcarcinomas may increase the false negative diagnosis rate, while Hashimoto’s thyroiditis/Lymphocytic thyroiditis cases may increase cases of AUS/FLUS and suspicious of malignancy cytology. In our study with a single center, we think that the case should be evaluated together with clinical, sonographic and laboratory findings in these aspects, and that we can overcome this situation. |
11. | Türkiye’nin Adıyaman İlinde İnsanların COVID-19 Salgınına Yönelik Bilgi, Tutum ve Uygulamaları Knowledge, Attitude and Practice Towards COVID-19 Among People in Adiyaman, Turkey Emel Dündar, Ferit Kaya, Edibe Pirinccidoi: 10.5505/kjms.2021.02259 Sayfalar 288 - 294 Amaç: Bu çalışma 18 yaş ve üzeri bireylerin koronavirüs grubundan olan COVID-19 salgınına karşı bilgi, tutum ve uygulamalarını incelemek amacıyla yapılmıştır. Materyal ve Metot: Kesitsel tipte olan bu çalışma 12 Mayıs 2020–10 Haziran 2020 tarihleri arasında Adıyaman ilinde bir Aile Hekimliği Birimine kayıtlı olan bireylere anket formu uygulanarak yapılmıştır. Aile Hekimliği Birimine kayıtlı olan 1842 kişi çalışmanın evrenini oluşturmaktadır. %95 güven aralığı, %50 prevalans, 0,5 hata payı ile örnekleme alınacak kişi sayısı 255 olarak hesaplanmıştır. Anket formu yüz yüze görüşmeler yapılarak uygulanmıştır. Ortalamalar standart sapmalar ile birlikte verilmiştir. İstatistiksel analiz yöntemi olarak X² ve t testi ve kullanılmıştır. P<0,05 anlamlı olarak kabul edilmiştir. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen katılımcıların yaş ortalaması 39,92±13,52 yıl olup, %63,0’ı kadındır. %84,3’ü ise evliydi. Katılımcıların bilgi düzeyi ortalaması 5,68±1,71 olarak bulunmuştur. Çalışmamızda bilgi puan ortalaması erkeklerde, çalışanlarda ve ön lisans ve üzeri eğitim seviyesine sahip olanlarda anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,05). Katılımcıların tutum puanı ortalaması 2,40±0,78, uygulama puanı ortalaması 12,17±1,17 idi. Bilgi sorularında en çok bilinen semptom ateşti. Aşı olması durumunda %84,7’si aşı yaptırmak istiyordu. Sonuç: Bireylerin COVID-19 hakkında bilgi düzeyi, tutum ve uygulamaları beklenenden düşüktü. Erkeklerde bilgi puan ortalaması ve tutum puan ortalaması anlamlı olarak daha yüksekti. Bu yüzden bireylerin COVID-19 ile mücadelede bilgi düzeyini, olumlu tutum ve uygulamalarını artıracak eğitimler yapılmalıdır. Aim: This study was conducted to examine the knowledge, attitude and practices of individuals aged 18 and over towards one of the coronavirus outbreak COVID-19. Material and Method: This cross-sectional study was carried out by applying a questionnaire to individuals who were registered to a family medicine unit in Adiyaman between 12 May and 10 July. The study population consists of 1842 people registered in the family physician unit. With 95% confidence interval, 50% prevalence, 0.5 margin of error, the number of people to be sampled was calculated as 255. The questionnaire was applied through face to face interviews. Averages were given with standard deviations. χ² and t test were used as statistical analysis method. The p<0.05 was considered significant. Results: The average age of participants included in the study was 39.92±13.52 years and 63.0% were women. 84.3% were married. The mean knowledge score of the participants was found to be 5.68±1.71. In our study, the mean knowledge score was significantly higher in men, employees, and those with an associate degree or above (p<0.05). The average attitude score of the participants was 2.40±0.78, and mean practice score was 12.17±1.17. The most known symptom in information questions was fever. If vaccination is available, 84.7% wanted to get vaccinated. Conclusion: The mean score of knowledge, attitude and practice of individuals about COVID-19 was lower than expected. The mean score and attitude mean score were significantly higher in men. Therefore training programs should be planned to increase the knowledge level, positive attitudes and good practices of individuals in the struggle against COVID-19. |
12. | Türkiye’nin Trakya Bölgesi’nde Fetal Penis Uzunluk Ölçümü Measurement of Fetal Penile Length in Thrace Region of Turkey Cem Yener, Füsun Varol, Esra Altan Erbilen, Sinan Ateş, Cenk Sayındoi: 10.5505/kjms.2021.08068 Sayfalar 295 - 298 Amaç: On dokuz ile yirmi üçüncü hafta arasındaki fetüslerde fetal penis uzunluğu için referans aralığı hazırlamayı amaçladık. Materyal ve Metot: Perinatoloji Kliniğimizde 1 Ocak 2019 ile 31 Aralık 2019 tarihleri arasında takip edilen gebelerin dosyaları retrospektif incelendi. Çalışmaya 19 ile 23 gebelik hafta arasındaki 103 hasta alındı. Bulgular: Fetal penis uzunluğu gebelik haftası ilerledikçe artmış gözlendi. 19 ile 23 haftalar arası mean ± SD fetal penis uzunluğu (cm) 0,81±0,23 olarak bulundu. Sonuç: İkinci trimester ultrason muayenesi sırasında fetal penis uzunluğu ölçülebilir. Penis gelişimindeki kusurların belirlenmesi daha ileri tanısal çalışmayı zorunlu kıldığından bu ölçümler gerekli görülmektedir. Aim: To provide a reference range for fetal penile length obtained by prenatal sonography between 19th and 23rd weeks of pregnancy. Material and Method: The medical records of pregnant women who were followed-up in our department of Perinatology during the time period of 1st of January 2019 to 31st of December 2019 were reviewed retrospectively. Total 103 patients between 19th and 23rd weeks of gestation were included in the study. Results: Fetal penile length increased as the gestation proceeded. Mean ± SD penile length (cm) between 19th and 23rd weeks of gestation was found to be 0.81±0.23. Conclusion: Ultrasound measurements of fetal penile length can be performed within the second-trimester anomaly scan, and these measurements appear to be necessary because identification of true penile maldevelopment obligates further diagnostic workup. |
13. | Scilla autumnalis Ekstrelerinin U-87 MG İnsan Glioblastoma Hücreleri Üzerinde Etkileri Effects of Scilla autumnalis Extracts on U87-MG Human Glioblastoma Cells Murat Pekmez, Çağatay Tarhan, Ali Zeytunluoglu, Murat Turan, Şefika Beyza Mete, Aylin Köselerdoi: 10.5505/kjms.2021.75688 Sayfalar 299 - 306 Aim: This study aimed to measure the effects of Scilla autumnalis extracts which might act as potential plant based chemotherapeutic, on U87 glioblastoma cell line. Material and Method: Cytotoxicity assays were performed by determining the cell viability of the samples with MTT (3 – (4, 5-dimethylthiazol-2-yl)-2, 5-diphenyltetrazolium bromide). Gene expression levels of glucose transporter 1 (GLUT1), Glucose transporter 3 (GLUT3), Glucose transporter 4 (GLUT4), Hexokinase 1 (HK1) and Hexokinase 2 (HK2), multidrug resistance1 (MDR1), Cytochrome P450 Family 2 Subfamily E Member 1 (CYP2E1) and Pregnane X receptor (PXR) was analyzed in glioblastoma cells using quantitative real-time RT-PCR. Results: According to the analysis, we observed a 10% increase in the expression of Glut1, however, we did not observe a difference in Glut3 expression. For Glut4, root ethanol extract decreased its expression by 13% but shoot extracts elevated the expression levels by only 5–6%. We determined the low expression levels of HK1 and HK2 in glioblastoma compared to the control group. S.autumnalis root extract led to a slight increase in MDR1 expression. We found that the expression level of CYP2E1 was 20% lower in glioblastoma cells treated with Scilla autumnalis root and shoots extracts compared to the control group. We determined downregulation in PXR expression. Conclusion: This study may contribute significantly to the understanding of the cytotoxic effect of Scilla autumnalis. This approach may allow the possibility of Scilla autumnalis plant extract as a candidate drug for the treatment of glioblastoma. Amaç: Bu çalışmada U87 glioblastoma hücre hattı üzerinde bitkisel temelli kemoterapötik olarak davranma potansiyeli taşıyan Scilla autumnalis özütünün etkisinin ölçülmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Sitotoksisite deneyleri örneklerin canlılığının MTT (3 – (4, 5-dimethylthiazol-2-yl)-2, 5-diphenyltetrazolium bromide) yöntemiyle belirlenmesiyle saptanmıştır. Glioblastoma hücreelerindeki Glukoz transporter 1 (GLUT1), Glukoz transporter 3 (GLUT3), Glukoz transporter 4 (GLUT4), Heksokinaz 1 (HK1) and Heksokinaz 2 (HK2), Multidrug resistance1 (MDR1), Cytochrome P450 Family 2 Subfamily E Member 1 (CYP2E1) ve Pregnane X receptor (PXR) gen anlatım düzeyleri kantitatif RT-PCR kullanılarak analiz edilmiştir. Bulgular: Elde edilen sonuçlara gore GLUT1 anlatımı %10 düzeyinde artarken GLUT3 anlatımında bir değişiklik saptanmamıştır. Kök etanol özütü GLUT4 anlatımını %13 kadar azaltırken gövde özütü %5–6 civarında artırmıştır. Glioblastomadaki HF1 ve HK2 anlatım düzeyleri control grubuna gore önemli ölçüde düşük olarak bulunmmuştur. S.autumnalis kök özütü MDR1 anlatımında küçükbir miktar artışa yol açmıştır. CYP2E1’nin anlatım düzeyinin S. autumnalis’in kök ve gövde özütü uygulanmış glioblastoma hücrelerinde kontrol grubuna göre %20 oranında düştüğü saptanmışken PXR anlatımının da azaldığı gözlemlenmiştir. Sonuç: Bu çalışma S.autumnalis’in sitotoksik etkisinin anlaşılmasına önemli bir katkı sunabilir. Bu yaklaşım S.autumnalis bitki özütünün glioblastoma tedavisinde |
14. | Üriner Sistem Enfeksiyonlu Bireylerden İzole Edilen Escherichia coli ve Klebsiella pneumoniae Suşlarında CTX-M, TEM ve SHV Tipi Genişlemiş Spektrumlu Beta-laktamaz Aktivitesinin Otomatize Sistem ve Moleküler Yöntemlerle Araştırılması Investigation of CTX-M, TEM and SHV Type Extended Spectrum Beta-Lactamase Activity with Automated System and Molecular Methods in Escherichia coli and Klebsiella pneumoniae Strains Isolated from Individuals with Urinary Track Infections Sibel Deniz, Fatih Büyük, Kenan Muratdoi: 10.5505/kjms.2021.53367 Sayfalar 307 - 317 Amaç: Bu çalışmada, Kars Harakani Devlet Hastanesi’ne idrar yolları yakınması ile başvuran bireylere ait idrar örneklerinden izole edilen Escherichia coli ve Klebsiella pneumoniae suşları arasında GSBL pozitifliğinin otomatize identifikasyon sistemi ve moleküler yöntemlerle araştırılması amaçlandı. Materyal ve Metot: Çalışmaya, Nisan-Ağustos 2019 tarihleri arasında örneklenen 5000 idrar örneği dâhil edildi. Örnekler, Mac Conkey ve %7 koyun kanlı agarda kültüre edildikten sonra elde edilen izolatların identifikasyonu BD Phoenix™ 100 ID paneli, antibiyotik duyarlılıkları ve GSBL aktiviteleri ise AST paneli ile belirlendi. İzolatların CTX-M, TEM ve SHV genleri PCR ile analiz edildi. Bulgular: İdrar örneklerinden %19,5 oranında aerobik bakteriyel etken kültür pozitifliği elde edildi ve bunların 120 (%13,33)’sinin GSBL aktivitesi olduğu saptandı. GSBL pozitif izolatların 102 (%85)’si E.coli ve 14 (%11,67)’ü K.pneumoniae olarak identifiye edildi. GSBL pozitifliği toplamda idrar örneklerinde %2,4, E.coli ve K.pneumoniae için ise sırasıyla %2,04 ve %0,28 olarak belirlendi. İzolatların, beta laktam grubu antibiyotiklere toplam direnci %57,46 belirlenirken, en yaygın dirençlilik sefalosporinlere (%92,53) ve en yaygın duyarlılık ise karbapenemlere (%47,19) karşı saptandı. PCR ile GSBL pozitif izolatların %90,52’sinde en az bir veya birden fazla direnç geni saptandı ve en yaygın saptanan direnç geni CTX-M idi. GSBL pozitifliği ile yaş grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanamazken, hastaların cinsiyetleri arasında %21,9 oranında pozitif yönde bir ilişki saptandı. Sonuç: GSBL kaynaklı enfeksiyonların insidansının azaltılmasında risk faktörlerinin ortadan kaldırılmasının yanı sıra enfeksiyöz etkenlerin identifikasyonu, ilgili GSBL profillerinin çıkarılması ve bu modellerine göre geliştirilecek doğru antibiyotik tercihi oldukça önemlidir. Sınırlı bir lokasyonda, Kars yöresinde, yapılan bu sistematik çalışmanın bu yönde fayda sağlayacağı umulmaktadır. Aim: This study aimed to investigate ESBL positivity among E.coli and K.pneumoniae strains isolated from urine samples belonging to individuals who applied to Kars Harakani State Hospital with urinary tract complaints by automated identification system and molecular methods. Material and Method: 5000 urine samples obtained between April and August 2019 were included. The samples were cultured on Mac Conkey and 7% sheep blood agar, identification was done by ID panel of BD Phoenix ™ 100 and antibiotic susceptibility and ESBL activities were determined by AST panel. CTX-M, TEM and SHV genes were analyzed by PCR. Results: 19.5% aerobic bacteria culture positivity was obtained from the urine samples and 120 (13.33%) of them were found to have ESBL activity. 102 (85%) of the isolates were identified as E.coli and 14 (11.67%) as K.pneumoniae. The ESBL positivity was obtained 2.4% for total urine samples, and 2.04% and 0.28% for E.coli and K.pneumoniae, respectively. While the total resistance to beta-lactam antibiotics was 57.46%, the most common resistance was observed against cephalosporins (92.53%) and the most common sensitivity (47.19%) was to carbapenems. At least one or more resistance genes were detected in 90.52% of ESBL positive isolates by PCR and CTX-M was the most common resistance gene. While there was no statistically significant relationship between ESBL positivity and age groups, however, a positive relationship was found between ESBL and gender of the patients at a rate of 21.9%. Conclusion: In addition to eliminating risk factors in reducing the incidence of ESBL-related infections, identification of microorganism, disclosure of relevant ESBL profiles and the right antibiotic preference to be developed according to these emerged models are important. It is hoped that this systematic study carried out in a limited location in Kars region of Turkey will benefit in this context. |
15. | Taxifolinin Sıçanlarda Amikasin ile İndüklenen Ototoksisiteye Karşı Koruyucu Etkisi: Biyokimyasal ve Histopatolojik Değerlendirme The Protective Effect of Taxifolin Against Amikacin-induced Ototoxicity in Rats: a Biochemical and Histopathological Evaluation Ertuğrul Erhan, İsmail Salcan, Muhammet Dilber, Cebrail Gürsul, Sevil Karahan Yılmaz, T. Abdulkadir Çoban, Ferda Keskin Çimen, Halis Süleymandoi: 10.5505/kjms.2021.59375 Sayfalar 318 - 323 Amaç: Amikasin, yarı sentetik aminoglikozid türevi antibakteriyel bir ilaçtır. Amikasinin kalıcı işitme kaybına yol açan kokleotoksik etkileri rapor edilmiştir. Amikasin ototoksisitesinden, reaktif oksijen türlerinin (ROS) aşırı üretimi sorumlu tutulmaktadır. Çalışmamızda amikasin ile indüklenen ototoksisiteye karşı koruyucu etkisini araştıracağımız Taxifolin (3.5.7,3,4-pentahydroxy flavanone) antioksidan bir flavonoiddir. Taxifolinin albino Wistar türü erkek sıçanlarda amikasin ile indüklenen ototoksisiteye karşı koruyucu etkisini biyokimyasal ve histopatolojik olarak araştırmak amaçlanmaktadır. Materyal ve Metot: Hayvanların TAK grubuna taxifolin 50 mg/kg (n-6) oral yoldan gavajla verildi. AMK (n-6) ve HG (n-6) gruplarına ise çözücü olarak distile su aynı hacimde aynı yöntemle uygulandı. Taxifolin ve distile su verildikten bir saat sonra TAK ve AMK gruplarına amikasin 200 mg/kg intramusküler yoldan enjekte edildi. Bu prosedür günde bir defa 14 gün boyunca uygulandı. Bu süre sonunda yüksek doz ketamile (120 mg/kg) öldürülen hayvanlardan çıkarılan koklea dokuları biyokimyasal ve histopatolojik olarak incelendi. Bulgular: Malondialdehid (MDA) ve total oksidan statusun (TOS) yüksek, total glutatyon (tGSH) ve total antioksidan statüsun (TAS) düşük bulunduğu AMK grubunun koklea dokusunda ödem ve destrüksiyon gibi histopatolojik hasar görülmüştür. Ancak, MDA, TOS, tGSH ve TAS düzeyleri HG grubuna yakın olan TAK grubunda hafif ödem dışında herhangi bir histopatolojik bulgulara rastlanmadı. Sonuç: Taksifolin, amikasinle ilişkili koklea hasarının önlenmesinde yararlı olabileceğini işaret etmektedir. Aim: Amikacin is a semi-synthetic aminoglycoside derivative antibacterial drug. Amikacin’s cochleotoxic effects causing permanent hearing loss have been reported. Over-production of reactive oxygen species (ROS) are responsible for the ototoxicity of amikacin. The study investigates the protective effect of Taxifolin (3.5.7.3.4-pentahydroxy flavanone), an antioxidant flavonoid, against amikacin-induced ototoxicity. The objective is to biochemically and histopathologically investigate the protective effect of taxifolin against amikacin-induced ototoxicity in male albino Wistar rats. Material and Method: TAK group animals were administered taxifolin 50 mg/kg (n-6) by oral gavage. AMK (n-6) and HG (n-6) groups were administered distilled water as solvent using the same method. One hour after taxifolin and distilled water administration, TAK and AMK groups were given 200 mg/kg amikacin by intramuscular route. This procedure was performed once a day for 14 days. Cochlear tissues extracted from the animals killed after this period with high doses of ketamine (120 mg/kg) were investigated biochemically and histopathologically. Results: Histopathological damage such as edema and deconstruction was observed in cochlear tissues of the AMK group where malondialdehyde (MDA) and total oxidant status (TOS) were high and total glutathione (tGSH) and total antioxidant status (TAS) were low. However, no histopathological finding except for mild edema was observed in the TAK group where MDA, TOS, tGSH, and TAS levels were close to those of the HG group. Conclusion: Taxifolin may be beneficial in terms of preventing amikacin-induced cochlear damage. |
OLGU SUNUMU VEYA SERISI | |
16. | İnfantta Vitamin B12 Eksikliğinin Nadir Bir Bulgusu: Letarji A Rare Finding of Vitamin B12 Deficiency in Infancy: Lethargy Sema Ateş, Mehmet Gündüzdoi: 10.5505/kjms.2021.59144 Sayfalar 324 - 327 Vitamin B12, vücutta çeşitli sistemleri etkileyen esansiyel vitaminlerden biridir. Vitamin B12 eksikliği her yaşta görülebilir. Süt çocukluğu döneminde sıklıkla makrositer anemi, nörogelişimsel gecikme ya da gerileme, irritabilite, güçsüzlük, hipotoni, ataksi, apati, tremor ve nöbetleri kapsayan hematolojik ve nörolojik bozukluklara neden olmaktadır. Farklı nonspesifik nörolojik bulgularla gelen hastalarda Vitamin B12 eksikliği ayırıcı tanıda mutlaka düşünülmelidir. Bu makalede devamlı uyku hali, uyanamama nedeniyle başvuran Vitamin B12 eksikliği ile ilişkili koma saptanan on bir aylık kız olgu sunulmuştur. Olgunun tam kan sayımı ve periferik yaymasında makrositer anemi ile uyumlu bulgusunun olması ve nöro motor gelişim basamaklarında da gerilik olması nedeniyle bakılan Vitamin B12 düzeyi düşük olarak saptanmıştır. Hastaya Vitamin B12 tedavisi yapılmış ve takipte klinik tablo dramatik olarak tamamen düzelmiştir. Vitamin B12 is one of the essential vitamins that affects various systems in the body. Vitamin B12 deficiency can be seen at any age. During infancy, hematological and neurological disorders, including macrositer anemia, neurodevelopmental delay or regression, irritability, weakness, hypotonia, ataxia, apathy, tremor and seizures are caused. Vitamin B12 deficiency in patients with different nonspecific neurological findings should be considered in differential diagnosis. In this article, we present a case of lethargic girl who was referred for eleven months of sleep and awakening. Vitamin B12 levels were found to be low due to the presence of a finding compatible with macrositer anemia in the whole blood count and peripheral spread of the case and because of the backwardness in the neuro motor developmental stages. Following the first dose with Vitamin B12 treatment, the clinical presentation began to improve and the findings disappeared completely over time. |
17. | Bir COVID-19 Hastasında Profilaktik Subkutan Enoksaparin Tedavisi Sonrası Rektus Kılıf Hematomu Rectus Sheath Hematoma After Prophylactic Subcutaneous Enoxaparin Treatment in a COVID-19 Patient Muharrem Bayrak, Kenan Çadirci, Mustafa Kahramandoi: 10.5505/kjms.2021.80000 Sayfalar 328 - 331 COVID-19, solunum yetmezliği ile birlikte mikrovasküler tromboza neden olan bir hastalıktır. Antikoagülan tedaviler bazen yaşamı tehdit eden gastrointestinal, intrakraniyal ve abdominal kanamaya neden olur. 68 yaşındaki erkek hasta, acil serviste yapılan COVID-19 PCR-RT testinin pozitif olması ve toraks tomografisinde COVID-19 pnömonisi ile uyumlu olması nedeniyle enfeksiyon hastalıkları servisine kabul edildi. Hastanın hipertansiyon ve koroner arter hastalığına bağlı mikrovasküler tromboz riskinin yüksek olacağı düşünülerek profilaktik subkutan enoksaparin tedavisi başlandı. Tedavisinin 10. gününde, genel durumu kötüleşen ve şiddetli karın ağrısı gelişmesi üzerine, tanı amaçlı olarak bakılan hemoglobin incelemesinde hemoglobin 6,4 mg/dl, ve batın tomografisinde ise rektus kılıfından başlayarak pelvise yayılan 15×11×14 cm abadlı hematom tespit edilmesi üzerine rektus kılıf hematomu tanısı konuldu. COVID-19 is a disease that causes microvascular thrombosis with respiratory failure. Anticoagulant treatments sometimes cause life-threatening gastrointestinal, intracranial, and abdominal bleeding. A 68-year-old male patient was admitted to the infectious diseases service because the COVID-19 PCR-RT test performed in the emergency department was positive and it was compatible with COVID-19 pneumonia on thoracic tomography. Prophylactic subcutaneous enoxaparin treatment was initiated considering that the patient would have a high risk of microvascular thrombosis due to hypertension and coronary artery disease. On the 10th day of his treatment, the patient whose general condition was deteriorated and had severe abdominal pain, hemoglobin was 6.4 mg/dl in the hemoglobin examination performed for diagnosis, and a diagnosis of hematoma spreading to the pelvis starting from the rectus sheath of 15×11×14 cm was made in abdominal tomography. |
DERLEME | |
18. | Metabolik Cerrahi Nedir? Kime ve Ne Zaman Yapılmalıdır? What is Metabolic Surgery? To Whom and When Should It Be Applied? Fatih Çiftçidoi: 10.5505/kjms.2021.43403 Sayfalar 332 - 335 Metabolik sendrom bazı komplikasyonlara neden olan kardiyometabolik risk faktörleri demetidir. Sendromu oluşturan her bileşen tedavi edilmelidir. Bunun için antilipidemik, antidiyabetik, antihipertansif, ilaçlar kullanılır fakat tedavideki kilit rolde kilo kontrolü oynar. Vücut ağırlığının kontrolünde egzersiz, diyetle günlük alınan kalorinin azaltılması ve fiziksel faaliyetlerin artırılması rol oynar. Değişik tıbbi tedavilerlede deneme yapılmış olup çok başarılı olunamamıştır. Hala en etkin yol cerrahi seçenektir. Kesin kabul edilen tanımı olmamakla beraber metabolik cerrahi, metabolik sendromu tedavi etmek için yapılan cerrahi müdahaleler olarak tarif edilebilir. Genel algı bariatrik cerrahi geçiren hasta kişilerin kilo vermeyle ilişkili tip 2 diyabet hastalığının remisyona girmesidir. Ameliyat sonrası bu hastalar hastanede yatarken kan şeker değerlerinin düzelmeye başladığı görülmüştür. Kan glukozu dengelenmesinde gastrointestinal sistemin önemli rol aldığı anlaşılınca, mekanizmasının ortaya çıkması için çalışmalar yapılmıştır. Ön ve arka barsak hipotezleri ortaya atılmıştır. Arka barsak ameliyatı olan Duodenalswitch’in ön barsak ameliyatı olan gastrik by-pass’a göre hiperinsülinemik cevaba neden olmadan glukoz dengesini ve insülin duyarlılığında iyileşme sağladığı ortaya konmuştur. Arka barsak modulasyonu yapılan ameliyatlar, ön barsak modülasyonu yapılan ameliyatlara göre mineral-vitamin dengesini daha çok bozma eğilimindedir. Son zamanlarda bunu önlemek için transit bipartisyon ameliyatı geliştirilmiştir. Sonuçta metabolik cerrahi ameliyatlarında değişik teknikler tercih edilmektedir. Yapılacak ameliyat yönteminin kişiye özel olması gerektir. Metabolic syndrome is a cluster of cardiometabolic risk factors that cause some complications. Each component of the syndrome needs to be treated. For this purpose, anti-hypertensive, anti-diabetic, and anti-lipidemic agents are used, but weight control plays a key role in treatment. Exercise, reduction of daily calories with diet and increasing physical activity play a role in the control of body weight. Various medical treatments have been tried, but they have not been very effective. The most effective way is still surgery. Although there is no definite accepted definition of metabolic surgery, it can be defined as surgical interventions to treat metabolic syndrome. The general perception in bariatric surgery is that type 2 diabetes enters remission due to patients’ weight loss. After the operation in these patients, blood sugar control has been shown to be achieved while patients are still in the hospital. It has been understood that the gastrointestinal system plays an essential role in glucose homeostasis, and its mechanisms have been tried to be revealed. The foregut hypothesis and the hindgut hypothesis have been suggested. A hindgut surgery like a duodenal switch has been shown to improve insulin sensitivity and glucose homeostasis without causing a hyperinsulinemic response compared to a foregut surgery like a gastric bypass. Surgeries that modulate the hindgut have more potential to disrupt the absorption of vitamins and minerals than foregut surgeries. To prevent this, the transit bipartition technique has been developed in recent years. As a result, various methods have been used in metabolic surgery. The choice of a surgical technique should be specific to the patient. |
19. | Diyabet ve Aterosklerozda İnflamasyon: Makro ve Mikro Besin Ögeleri ile NLRP3 İnflamazomu İlişkisi Inflammation in Diabetes and Atherosclerosis: Relationship Between Macro/Micronutrients and the NLRP3 Inflammasome Gülden Arman, Reyhan Nergiz Ünaldoi: 10.5505/kjms.2021.37999 Sayfalar 336 - 349 Tip II diyabet ve kardiyovasküler hastalıklar gibi kronik hastalıklar, toplumda giderek artan temel sağlık sorunları haline gelmiştir. Son yıllarda kronik hastalıklarla birlikte bunlara bağlı mortalitenin arttığı bildirilmiştir. Kronik hastalıkların nedenleri ve sonuçları araştırıldığında çeşitli etmenler ile birlikte genel olarak inflamasyonun bu hastalıklara eşlik ettiği ve kronik hastalıkların da hücresel veya metabolik inflamasyon oluşturduğu bildirilmektedir. Ancak bunun tam tersinin, yani inflamasyonun da kronik hastalık oluşumuna ve ilerlemesine etki ettiği düşünülmektedir. Bu sebeple, inflamatuar yanıtta görevli hücre içi reseptörlerden biri olan NLRP3 (NOD-like receptor family pyrin domain-containing protein 3) ve oluşturduğu inflamazom kompleksin hastalıklarla ilişkili olduğu düşünülmektedir. İnflamatuar yanıt oluşumunda patojen ile ilişkili uyarılar veya patojen dışı uyarılar NLRP3 inflamazomunu indüklenmekte veya baskılanmaktadır. Patojen dışı hücresel uyarılar olarak nitelendirilen, hücre sinyalizyonundaki değişimler, toksinler, oksidatif stres, endoplazmik retikulm stresi, mitokondri fonksiyon bozukluğu, lizozom fonksiyon bozukluğu ve hiperglisemi, lipotoksisite, hücresel ATP gibi diyetsel etmenler NLRP3 inflamazomunu regüle eden ve beslenme ile ilişkilendirilen nedenlerden biri olarak gösterilmektedir. Bu sebeple tip II diyabet ve ateroskleroz gibi hastalıklarda NLRP3 aracılı inflamasyonun modüle edilmesinde beslenmenin rolü olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla diyetin içeriği, makro ve mikro besin ögesi gibi etmenlerin hücresel inflamatuarı etkilediği düşünülmektedir. Bu bağlamda yapılan çalışmalarda yağ asitleri, kolesterol, fruktoz ve sodyum gibi besin ögelerinin, NLRP3 inflamazomu ile ilişkili olduğu bildirilmiştir. Bu nedenle bu derleme diyetin temel bileşimi olan makro ve mikro besin ögelerinin NLRP3 inflamazomuna etkisine ve kronik hastalıklarla olan ilişkisine genel bir bakış açısı sunmak amacıyla yazılmıştır. Chronic diseases, such as type II diabetes and cardiovascular diseases, have become an increasingly health problem in society. In recent years, mortality of chronic diseases has also been increased. Type II diabetes and cardiovascular diseases have been caused or resulted from many factors. In generally, inflammation is most common factor that links with these diseases. It is known that inflammation develops chronic diseases, and vice versa. In this case, NOD-like receptor family pyrin domain containing 3 (NLRP3) which is a sensor molecule involved in development of inflammation is thought to be associated with chronic diseases. Infammasomes are induced or suppressed by pathogen-associated or damage-associated molecules such as nutrients. Since type II diabetes and atherosclerosis are associated with inflammation, it is also thought to be related to infammasomes and dietary components. Therefore, nutrition is seen as an important factor that can modulate inflammation through NLRP3. Dietary content, micro and macronutrients affect the formation of inflammation or affect prognosis of the diseases. Dietary factors (hyperglycemia, high levels of fatty acids, cholesterol and ATP), changes in cell signaling, toxins, oxidative stress, endoplasmic reticulum stress, mitochondria and lysosome dysfunction can regulate NLRP3 inflammasome. Multiple studies have been shown that nutrients like fatty acids, cholesterol, fructose, sodium are stimuli in terms of inflammation and disease. This review presents a brief overview of the possible effects of macro and micronutrients on NLRP3 inflammasome and chronic diseases. |
EDITÖRE MEKTUP | |
20. | Kemik Metastazı Tedavisinde Hedefleyici Radyoterapinin Eksternal Işın Radyoterapisi ile Eşzamanlı Kullanımı Simultaneous Use of Targeted Radiotherapy with External Beam Radiotherapy in the Treatment of Bone Metastasis Yasemin Benderli Cihandoi: 10.5505/kjms.2021.66742 Sayfalar 350 - 352 Makale Özeti | Tam Metin PDF |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com