Kafkas J Med Sci: 12 (2)
Cilt: 12  Sayı: 2 - Ağustos 2022
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
İskemik İnme Hastalarında Nötrofil/Lenfosit ile Platelet/Lenfosit Oranının NIHSS’e Göre Hastalık Prognoz Tahminindeki Yeri
Evaluation of Neutrophil/Lymphocyte and Platelet/ Lymphocyte Ratio Values in Patients with Ischemic Stroke in Terms of Disease Severity Based on NIHSS
İrem Yıldırım, Halit Güneş, Kürşat Usalan
doi: 10.5505/kjms.2022.65625  Sayfalar 93 - 97
Amaç: İnme, dünyadaki morbidite ve mortalitenin en yaygın nörolojik nedenidir. Bu nedenle risk faktörlerini erken bir aşamada kontrol etmek kritik derecede önemlidir. Bu çalışmada, nötrofil lenfosit oranı (NLO) ve platelet lenfosit oranı (PLO) değerlerinin iskemik inme prognozunu öngörmede birbirlerine olan avantajlarını araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metot: Çalışmaya 143 iskemik inme hastası dahil edildi. NLO ve PLO değerini hesaplamak için kan örneği analizi yapıldı. Hastaların ilk başvurudaki NIHSS değeri hesaplandı. NLO’nin istatistiksel önemini ve kötü prognozda PLR’nin öngörü gücünü analiz etmek için çoklu istatistiksel analiz kullanıldı.
Bulgular: İnme ölçeği puanı 5 ve altında olanlarda NLO’nun daha düşük olduğu tespit edildi, aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0,015). ROC eğri analizi sonuçları, NIHSS 6 ve üstü olarak kategorize edilen hastaları tahmin etmede NLR değerinin istatistiksel olarak anlamlı olduğu saptandı. (p<0,001).
Sonuç: Bu çalışma, inme prognozunu öngörmede NLO ve PLO değerlerinin birbirine göre avantajlarını değerlendiren literatürdeki ilk çalışmalardan biridir. Sonuçlar, NLO değerinin, PLO değerine kıyasla prognozu tahmin etmede daha yüksek bir istatistiksel öneme sahip olduğunu göstermektedir. Daha geniş hasta grubunda ileriye dönük randomize çalışmalarla daha anlamlı sonuçların çıkarılabileceğine inanılmaktadır.
Aim: Stroke is the most common neurological cause of morbidity and mortality worldwide. Therefore, controlling the risk factors in an early phase is critically important. In this study, we aimed to investigate the advantages of neutrophile lymphocyte ratio (NLR) and platelet lymphocyte ratio (PLR) values against each other in predicting the prognosis of ischemic stroke.
Material and Method: 143 ischemic stroke patients were included in to study. Blood sample analysis was done to calculate NLR and PLR. Patients’ NIHSS at first admission was also calculated. Multiple statistical analyses were used to analyze the statistical significance of NLR and PLR’s predictive power in poor prognosis.
Results: We found that NLR was lower in those with a stroke scale score of 5 and below; the difference was statistically significant (p=0.015). The results of the ROC curve analysis showed that the NLR value was statistically significant in predicting patients categorized as NIHSS 6 and above (p<0.001).
Conclusion: This study is one of the first in the literature to evaluate the advantages of NLR and PLR values against one another in predicting stroke prognosis. Results show that the NLR value has a higher statistical significance in predicting prognosis than the PLR value. It is believed that prospective randomized studies can draw more meaningful conclusions on a larger set of patients.

3.
Asistan Hekimlerin İyi Olma Hali, Psikolojik Dayanıklılığı ve Yaşam Doyumları Arasındaki İlişki
Relationship Between Well-Being, Psychological Resilience, and Life Satisfaction of Residents
Tahsin Erfen, Selen Acehan, Fulya Cenkseven Önder, Muge Gulen, Cem Isikber, Adem Kaya, Salim Satar
doi: 10.5505/kjms.2022.97820  Sayfalar 98 - 104
Amaç: Bu çalışmada hastanemizde çalışan asistan hekimlerin psikolojik iyi olma hali, psikolojik dayanıklılıkları ve yaşam doyumlarının cinsiyet ve branşlarına göre karşılaştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metot: Asistan hekimlerin sosyo-demografik özelliklerini değerlendiren “Kişisel Bilgi Formu”, “Kısa Psikolojik Sağlamlık Ölçeği”, “Psikolojik İyi Olma Ölçeği” ve “Yaşam Doyumu Ölçeği” veri toplama araçları olarak kullanıldı. Çalışmamızda elde edilen sonuçlar ve çalışma verileri SPSS 22 programı kullanılarak analiz edildi.
Bulgular: Cinsiyetlerine göre psikolojik sağlamlık, psikolojik iyi olma ve yaşam doyumları farklılık göstermedi. Branşlarına göre asistan hekimlerin psikolojik sağlamlıkları istatiksel olarak anlamlı farklılık göstermez iken dâhili branşlarda çalışan asistan hekimlerin psikolojik iyi olma halleri ve yaşam doyumları diğer asistan hekimlerden daha yüksek bulundu. Cerrahi branşlar ile acil tıp kliniğinde çalışan asistan hekimlerin psikolojik iyi oluşları ve yaşam doyumlarında istatiksel olarak anlamlı farklılık tespit edilmedi.
Sonuç: Asistan hekimlerin branşlarına göre psikolojik sağlamlığın farklılaşmadığı tespit edildi. Ancak dâhili branşlarda çalışan hekimlerin psikolojik iyi oluş ve yaşam doyumu cerrahi branşlarda çalışanlara göre daha yüksektir. Çalışmanın sonucunda dâhili branşlardan biri olarak kabul edilen acil tıbbın yaşam doyumu puanı cerrahi branşlara daha yakın bulundu.
Aim: In this study, the objective was to compare the psychological well-being, psychological resilience, and life satisfaction of the resident physicians working in our hospital according to their gender and branches.
Material and Method: “Personal Information Form”, “Brief Psychological Resilience Scale”, “Psychological Well-Being Scale” and “Life Satisfaction Scale” were used as data collection tools to evaluate the socio-demographic qualities of the resident physicians. The results and study data obtained were analyzed using the SPSS 22 program.
Results: Psychological resilience, psychological well-being, and life satisfaction did not differ according to the resident’s gender. While the psychological resilience of resident physicians did not differ statistically according to their branches, the psychological well-being and life satisfaction of the resident physicians working in internal medical science were higher than of other resident physicians. No statistically significant difference was found in the psychological well-being and life satisfaction of the resident physicians working in the Surgical Medical Science and emergency department.
Conclusion: It was found that psychological resilience did not differ according to the branches of the resident physicians. However, the psychological well-being and life satisfaction of physicians working in internal medical science were higher than those working in surgical medical science. At the end of the study, the Life satisfaction of emergency medicine, which is regarded as one of the internal medical science, was closer to scores of the surgical medical science.

4.
Sağlıklı Diz Ekleminde Mozaikplasti Uygulaması Sonrası Gelişen Donör Saha Morbiditesinin Değerlendirilmesi
Evaluation of Donor Field Morbidity After Mosaicplasty Application in the Healthy Knee Joint
Burhan Kurtuluş, Hakan Aslan, Osman Yağız Atlı, Halis Atıl Atilla, Mutlu Akdoğan
doi: 10.5505/kjms.2022.13549  Sayfalar 105 - 110
Amaç: Talus kondral lezyonu nedeni ile aynı taraf sağlıklı dizlerinden Mozaikplasti tekniği ile otolog osteokondral greft alınan hastalarda gelişen donör saha morbiditesinin incelenmesi ve bunun yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi, alınan greft sayısı ve çapı ile olan ilişkisinin araştırılmasıdır.
Materyal ve Metot: Talus kondral lezyonu olan toplam 20 hastaya aynı taraf sağlıklı dizlerinden Mozaikplasti tekniği kullanılarak osteokondral transfer işlemi uygulandı. Hastaların cerrahi sırasında ortalama yaşları 36,15, ortalama takip süresi 25,99 ay, ortalama vücut kitle indeksi 26,51 idi. Ortalama greft çapı 1,07 cm, ortalama greft sayısı 1,5 olarak saptandı. Lysholm ve VAS skorları değerlendirildi. Olası osteoartritik değişiklikler için Kellgren-Lawrance sınıflaması kullanıldı.
Bulgular: Toplam 4 hastada donör saha morbiditesi gözlendi. İki hastada hafif, bir hastada ise orta derecede diz ağrısı mevcuttu. Hastaların ameliyat sonrası yapılan son kontrollerinde alınan greft sayısı, yaş, vücut kitle indeksindeki artışın Lysholm skorlarını negatif yönde etkilediği, VAS skorlarının ise kadın cinsiyette daha düşük olduğu gözlendi.
Sonuç: Bu çalışmada sağlıklı dizlerinden osteokondral greft alınan hastaların %80’inde herhangi bir yakınma gözlenmedi. Ancak özellikle 40 yaş üstü, vücut kitle indeksi ≥25 olan ve birden fazla greft alınan hastalarda saptanan düşük Lysholm skorları nedeniyle talus kıkırdak lezyonlarına osteokondral transfer işlemi sonrası sağlıklı diz ekleminde gelişebilecek potansiyel morbiditenin akılda tutulması gereklidir.
Aim: This study investigates the donor site morbidity that develops in patients who received autologous osteochondral grafts from the ipsilateral healthy knee with the Mosaicplasty technique due to talus chondral lesion to investigate its relationship with age, gender, body mass index, number of grafts and diameter.
Material and Method: 20 patients with talus chondral lesion underwent osteochondral transfer from the same-sided healthy knees using the Mosaicplasty technique. The mean age of the patients at surgery was 36.15; the mean follow-up time was 25.99 months; the mean body mass index was 26.51. The mean graft diameter was 0.87 cm, and the mean number of grafts was 1.5. Lysholm and VAS scores were evaluated. Kellgren-Lawrance classification was used for radiological changes.
Results: Donor site morbidity was observed in 4 patients. Two patients had mild knee pain, and one had moderate knee pain. It was observed that the number of grafts taken, age, and body mass index negatively affected Lysholm scores in the final follow-ups after the surgery, and VAS scores were lower in females.
Conclusion: In this study, no symptoms were observed in 80% of patients who harvested osteochondral grafts from their healthy knees. However, it is necessary to keep in mind the potential morbidity that may develop in the healthy knee joint after osteochondral transfer to the talus cartilage lesions, especially due to the low Lysholm scores detected in patients over 40 years of age with a body mass index ≥25 and who harvested more than one graft.

5.
Sağlık Çalışanları ve COVID-19 Aşısı: Aşılamanın İlk Günlerinde Sağlık Çalışanlarının Aşıya Yaklaşımları
Healthcare Professionals and COVID-19 Vaccine: Approaches of Health Workers to Vaccination in the First Days of Vaccination
Pınar Özkan Oskay, Gülsüm Kaya, Selma Atındiş, Mustafa Atındiş
doi: 10.5505/kjms.2022.16768  Sayfalar 111 - 115
Amaç: Bu çalışmanın amacı, aşılamanın ilk günlerinde sağlık çalışanlarının COVID-19 hastalığı ve aşısına yönelik bilgi tutum ve davranışlarını belirlemektir.
Materyal ve Metot: Çalışma, sağlık çalışanları için 2. aşının da tamamlanmış olması gereken 1–15 Mart 2021 tarihleri arasında Sakarya Yenikent Devlet Hastanesi’nde yapıldı. Çalışmanın etik kurulu Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Kurulu’ndan alındı. Araştırmaya katılmayı kabul eden sağlık çalışanlarından görüşme formunu doldurması istendi. Veriler SPSS 21 programında analiz edildi.
Bulgular: Sağlık çalışanlarının 189’u kadın ve yaş ortancası 37,0 [28,0–44,0] yıldı. Katılımcıların mesleklere göre dağılımları incelendiğinde; 115’i hemşire, 28’i doktor, 35’i teknisyen, 32’si tıbbi sekreter, 30’u temizlik personeli ve 62’si diğer meslek gruplarındandı. Sağlıkçıların 171’si COVID-19 hasta bakımında görev aldığını bildirdi. COVID-19 enfeksiyonu geçiren 89 sağlık çalışanı varken; 34’ü COVID-19 enfeksiyonu geçirip geçirmediğini bilmemekteydi. Katılımcıların yalnızca 87’si COVID-19 aşılarıyla ilgili yeterince bilgiye sahip olduğunu bildirirken; 113’ü bilgisi olmadığını ve 102’si ise bu konuyla ilgili kararsız olduğunu bildirdi. Sağlıkçıların 141’i COVID-19 aşıları hakkında kaygılanırken; 149’unun aşı koruyuculuğu hakkında endişeleri vardı. Katılımcıların 49’u inaktif aşıların mutasyona dayanıklı olduğunu, 28’i ise dayanıklı olmadığını düşünürken; 225’inin bu konu hakkında bilgisi yoktu. mRNA aşılarının inaktif aşılara göre daha çok antikor ürettiğini düşünen sağlık çalışanı 29 iken; sağlıkçıların 26’sı buna katılmadığını ve 247’si ise bu konu hakkında bilgisi olmadığını bildirdi. Emziren kadınların aşı olup olmaması hakkında sağlıkçıların 129’unun bilgisi yokken; 127’si emziren kadınların aşı olmaması gerektiğini ve 46’sı ise aşı olması gerektiğini düşünmekteydi. Sağlıkçıların 245’i COVID-19 aşısı olduğunu bildirirken; 213’ü yakın arkadaşlarına ve 215’i hastalara COVID-19 aşısı olmasını önermekteydi. Sağlık çalışanlarının en çok güvendikleri aşılar sırasıyla Sinovac/Coronovac (%47,7), Biontech (%18,5), Yerli COVID-19 aşısı (%5), Oxford AZ (%4,3), Moderna (%4) ve Sputnik V (%3,3) idi.
Sonuç: Çalışmamızda COVID-19 aşısının uygulandığı ilk günlerde sağlık çalışanlarının COVID-19 aşılarıyla ilgili yeterince bilgisinin olmadığı, COVID-19 aşılarıyla ilgili kaygılı ve aşının koruyuculuğuyla ilgili endişeli olduğu, en güvendikleri COVID-19 aşısının Sinovac/Coronovac olduğu sonuçlarına ulaşılmıştır. COVID-19 aşılama oranlarının arttırılması için çok yönlü çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: This study aims to determine healthcare professionals’ knowledge, attitudes, and behaviors toward COVID-19 disease and vaccine in the first days of vaccination.
Material and Method: The study was conducted in Sakarya Yenikent State Hospital between March 1–15, 2021, where the 2nd vaccine should also be completed for healthcare workers. The ethics committee of the study was obtained from the ethics committee of Sakarya University Faculty of Medicine. Healthcare workers who agreed to participate in the study were asked to fill out the interview form. Data were analyzed in SPSS 21 program.
Results: Of the health workers participating in the study, 189 were female, and the median age was 37.0 [28.0–44.0]. The distribution of health workers by profession is examined; 115 nurses, 28 doctors, 35 technicians, 32 medical secretaries, 30 cleaning personnel, and 62 other occupational groups. During the last winter season, “Have you had the flu shot?” While 111 health workers answered “yes” to the question, 52 of those vaccinated reported that they had the flu vaccine this winter season as well. One hundred seventy-one healthcare professionals said they were involved in caring for COVID-19 patients. While there are 89 healthcare workers with COVID-19 infection, 34 healthcare professionals did not know whether they had COVID-19 infection. While only 87 participants reported that they had enough knowledge about COVID-19 vaccines, 113 stated that they had no information, and 102 were undecided on this issue. While 141 healthcare professionals are concerned about COVID-19 vaccines, 149 had concerns about vaccine protection. While 49 participants thought that inactivated vaccines were resistant to mutation and 28 thought that they were not resistant, 225 of them did not know about this issue. While 29 healthcare professionals think that mRNA vaccines produce more antibodies than inactivated vaccines, 26 health professionals stated that they disagreed with this, and 247 indicated that they did not know about this issue. While 129 health professionals did not know whether or not breastfeeding women should be vaccinated, 127 thought breastfeeding women should not be vaccinated, and 46 thought they should be vaccinated. While 245 healthcare professionals reported that they had the COVID-19 vaccine, 213 were recommended to their close friends, and 215 recommended the patients be vaccinated for COVID-19. The vaccines most trusted by healthcare professionals are Sinovac/Coronovac (47.7%), Biontech (18.5%), Domestic COVID-19 vaccine (5%), Oxford AZ (4.3%), Moderna (4%), and Sputnik V (3.3%).
Conclusion: In our study, it was concluded that in the first days of the application of the COVID-19 vaccine, healthcare professionals do not have enough knowledge about COVID-19 vaccines, they are worried about COVID-19 vaccines, and they are worried about the protection of the vaccine, and the mostreliable COVID-19 vaccine is Sinovac/Coronovac vaccine. Multidimensional studies are needed to increase COVID-19 vaccination rates.

6.
Covid-19 Hastalarının Tedavisi Sırasında Yoğun Bakım Tahmini
Intensive Care Prediction During Treatment of Covid-19 Patients
Ahmet Şen, Çağatay Erman Öztürk, Sude Hatun Aktimur, Serhat Genç, Selim Görgün
doi: 10.5505/kjms.2022.22316  Sayfalar 116 - 121
Amaç: Covid-19 tanısıyla hastaneye yatışı yapılan hastaların rutin tetkikleri, klinik, radyolojik bulguları ile tedavisi devam eden hastaların klinik seyrini ve yoğun bakıma alınma ihtimalini önceden gösterebilecek belirteçleri araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metot: Covid-19 tedavisi için takip edilen hastaların hastaneye yatış günü muayene ve bulguları retrospektif olarak yoğun bakıma yatışlarının ilk günkü verileriyle karşılaştırıldı.
Bulgular: Serviste ilk gün Covid-19 tanısı ile tedavi edilen 195 hastadan. Ateş, nefes darlığı, göğüs ağrısı ve öksürük en sık görülen semptomlardı. Hastaların servisteki ilk günlerinde trombosit ve lenfosit oranı yoğun bakımdaki ilk günlere göre daha yüksek bulundu ve meydana gelen değişim istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). SOFA puanı ile cinsiyet arasında (p<0,05), SOFA puanı ile yaş arasında (p<0,05) anlamlı fark bulundu.
Sonuç: İleri yaş, diyabet, hipertansiyon, kalp ve solunum yetmezliği hastalıkları, akut ve kronik böbrek yetmezliği gibi komorbid hastalıkları olan Covid-19 hastaları daha yüksek risk taşımaktadır.
Aim: We aimed to research the routine examinations, clinical and radiological findings of patients hospitalized with the diagnosis of Covid-19, the clinical course of the patients whose treatments were ongoing, and the markers that could predict the possibility of admission to the intensive care unit.
Material and Method: Retrospectively compared the examinations and findings on the day of hospitalization of the patients who were followed up for Covid-19 treatment with the data on the first day of their admission to the intensive care unit.
Results: Out of 195 patients treated with the diagnosis of Covid-19 in the service on the first day. Fever, shortness of breath, chest pain, and cough were the most common symptoms. Platelet and lymphocyte ratio was higher in the patients’ first days in the service compared to the first days in intensive care, and the change that occurred was statistically significant (p<0.05). A significant difference was found between SOFA score and gender (p<0.05) and between SOFA score and age (p<0.05).
Conclusion: Covid-19 patients with comorbid diseases such as advanced age, diabetes, hypertension, heart and respiratory failure, and acute and chronic renal failure carry a higher risk.

7.
Bozulmuş Açlık Glikozu ve Bozulmuş Glikoz Toleransı Olanların Antropometrik Ölçümleri ile Metabolik Parametrelerinin Analiz Sonuçları
Anthropometric Measurements and Analysis Results of Metabolic Parameters of Those with Impaired Fasting Glucose and Impaired Glucose Tolerance
Feyyaz Cakir, Halil Ibrahim Erdogdu, Eray Atalay
doi: 10.5505/kjms.2022.79923  Sayfalar 122 - 126
Amaç: Prediyabet, kan şekeri seviyesinin normal değer ile diabetes mellitus (DM) cut off değeri arasında olması durumudur. Primer ya da sekonder nedenlerle oluşan pankreas β hücre disfonksiyonuna bağlı insülin direnci ile karakterize metabolik bir bozukluk olup DM gelişebilmesi nedeniyle önem arzetmektedir.
Materyal ve Metot: Prediyabetiklerde antropometrik parametreler ile metabolik parametrelerin karşılaştırılmasını amaçladığımız çalışmamıza 01.06.2018–01.09.2018 tarihleri arasında Kafkas Üniversitesi Sağlık Eğitim ve Araştırma Hastanesi İç hastalıkları polikliniğine başvuran hastalar içerisinden çalışma kriterlerine uyan hastalar alındı. Prediyabetik bireyler bozulmuş açlık glukozu, bozulmuş glukoz toleransı ve kombine olmak üzere üç gruba ayrıldı.
Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen 64 hastanın 35’i kadın, 29’u erkek idi. Cinsiyetler arasında yaş, vücut kitle indeksi (BMI), bel çevresi, HBA1c, homeostatik model değerlendirmesi (HOMA) değerleri anlamlı farklılık göstermez iken, kilo, boy, kalça çevresi, bel/ kalça ve bel/boy oranı anlamlı fark göstermiştir (sırası ile p=0,040, p<0,001, p=0,040, p<0,001, p=0,003). Prediyabetik gruplarda metabolik parametreler analiz edildiğinde HBA1c ve HOMA-IR değerleri gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösterdi (sırası ile p<0,001, p=0,004). Antropometrik parametrelerden BMI ve bel çevresi açısından fark yok iken kalça çevresi, bel/kalça ve bel/boy oranı cinsiyetler arasında anlamlı farklılık gösterdi (sırası ile p=0,174, p=0,849, p=0,040, p<0,001, p=0,003).
Sonuç: Prediyabetiklerde antropometrik parametrelerin metabolik parametreler ile karşılaştırılmasında bel/boy değerinin, metabolik parametrelerden ise HBA1c, HOMA-IR değerlerinin gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı bir farklılık göstermesi bu parametrelerin prediyabetiklerin klinik izleminde ve tedavisinde göz önünde bulundurulması önerilir.
Aim: Prediabetes is when the blood glucose level is between the normal value and the diabetes mellitus (DM) cut-off value. It is a metabolic disorder characterized by insulin resistance due to pancreatic β-cell dysfunction caused by primary or secondary causes. It is important due to the possibility of developing DM. Material and Method: We aimed to compare anthropometric and metabolic parameters in prediabetics and patients who applied to the internal medicine clinic of Kafkas University Health Education and Research Hospital between 01.06.2018–01.09.2018 included. Prediabetic individuals were divided into three as impaired fasting glucose, impaired glucose tolerance, and combined.
Results: Of the 64 patients in our study, 35 were female, and 29 were male. While the age, body mass index (BMI), waist circumference, HBA1c, and homeostatic model assessment (HOMA) values did not differ significantly between the two genders, weight, height, hip circumference, waist/hip, and waist/height ratio showed significant difference (respectively p=0.040, p<0.001, p=0.040, p<0.001, p=0.003). When metabolic parameters were analyzed in prediabetic groups, HBA1c and HOMA-IR values showed statistically significant differences (p<0.001, p=0.004, respectively). While there was no difference in BMI and waist circumference from anthropometric parameters, hip circumference, waist/hip values, and Waist/Height ratio differed significantly between the genders (p=0.174, p=0.849, p=0.040, p<0.001, p=0.003 respectively).
Conclusion: In comparing anthropometric parameters with metabolic parameters in prediabetics, it is recommended that the waist/ height value shows a significant difference between the metabolic parameters and HBA1c, HOMA values in the clinical follow-up and treatment of these prediabetic agents.

8.
Yoğun Bakım Ünitesindeki Covid-19 PCR Pozitif ve PCR Negatif Şüpheli Hastaların Bilgisayarlı Tomografi Bulgularının Klinik ve Laboratuvar Verileri Açısından Karşılaştırılması
Comparing the Computed Tomography Findings of the Covid-19 PCR Positive Patients in Intensive Care Unit and PCR Negative Suspected Patients in Terms of Clinical and Laboratory Data
Murathan Köksal, Erdem Özkan, Elmas Uysal, Handan Ankaralı, Işıl Özkoçak Turan, Adalet Altunsoy Aypak
doi: 10.5505/kjms.2022.95825  Sayfalar 127 - 134
Amaç: 2019 yılında başlayan ve kısa sürede hayatımızda köklü değişikliklere neden olan Coronavirus hastalığı (COVID-19) küresel salgını, hastanelerin yoğun bakım ünitelerine de aşırı iş yükü oluşturmuştur. Bu süreçte COVID-19 hastalığı şüphesiyle yoğun bakım ünitesinde takip edilen hastaların gerçekte enfekte olup olmadığının ayrımı her zaman kolay olmamaktadır. Bu çalışmadaki amacımız, yoğun bakımda COVID-19 ön tanısıyla takip edilen PCR (+) ve PCR (-) hasta grupları arasındaki olası klinik, laboratuvar ve bilgisayarlı tomografi bulgularını ortaya koymaktı.
Materyal ve Metot: COVID-19 olduğu ters transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu (RT-PCR) ile doğrulanmış 83 hasta ile RT-PCR negatif olan, ancak klinik ve radyolojik olarak COVID-19 açısından şüpheli 80 hastayı değerlendirdik. Hastaların BT bulgularını Kuzey Amerika Radyoloji Derneği (RSNA) kategorilerine uygun olarak sınıfladık. Ayrıca birçok laboratuvar değerini, klinik olarak hastalık seyrini, bulaş kaynağını ve şikayetlerini dökümante ettik. İki hasta grubu arasında, elde edilen verilerin istatistiksel analizini gerçekleştirdik.
Bulgular: Tipik radyolojik görünüm, pozitif grupta anlamlı olarak daha yüksekti, şüpheli grupta ise atipik görünüm anlamlı olarak daha yüksekti (p = 0.001). Belirsiz ve negatif kategorilerde iki grup arasında anlamlı bir fark yoktu. Laboratuvar bulgularına göre, ardışık organ yetmezliği değerlendirmesi (SOFA) skoru, d-dimer, nötrofil, beyaz küre, trombosit, nötrofil/lenfosit oranı (NLR) ortalamaları RT-PCR pozitif grupta anlamlı derecede düşüktü. Diğer laboratuvar bulguları açısından iki grup arasında anlamlı fark yoktu.
Sonuç: Sonuç olarak bu iki hasta grubunun ayrımının güç olabileceği fakat bize yardımcı olabilecek bazı klinik, laboratuar ve BT bulgularının olabileceğini tespit ettik.
Aim: There has been an overload in the workload of intensive care units in the hospitals due the Coronavirus disease 2019 (COVID-19) pandemic, which started in 2019 and caused significant changes in the lives of people. In this process, it is not always easy to distinguish whether the patients followed in the intensive care unit with the suspicion of COVID-19 disease are actually infected or not. Our aim in this study was to reveal possible clinical, laboratory and computed tomography findings between polymerase chain reaction (PCR) (+) and PCR (-) patient groups followed up in the intensive care unit with a preliminary diagnosis of COVID-19.
Material and Method: In this study, we evaluated 83 patients who were confirmed to have COVID-19 by reverse transcription polymerase chain reaction (RT-PCR) and 80 patients who were RT-PCR negative but clinically and radiologically suspicious for COVID-19. The CT results of the patients were classified in accordance with the categories specified by the Radiological Society of North America (RSNA). Many laboratory values, clinical progress of the disease, the source of infection and the complaints were also documented. We performed a statistical analysis of the data obtained between the two patient groups.
Results: The typical radiological appearance was significantly higher in the positive group while the atypical appearance was significantly higher in the suspected group (p = 0.001). There was no significant difference between the two groups in the indeterminate and negative categories. Regarding the laboratory findings, the means of the Sequential Organ Failure Assessment (SOFA) score, d-dimer, neutrophil, white blood cell, platelet, neutrophile/ lymphocyte ratio (NLR) were significantly lower in the RT-PCR positive group. There was no significant difference between the two groups in terms of other laboratory findings.
Conclusion: In conclusion, it was determined that it was hard to distinguish the difference between these patients but there may be some clinical, laboratory and CT results that can facilitate this process.

9.
İnsan Meme Kanseri Hücre Hattında (MCF-7) Engeletin’in Hücre Proliferasyonu ve İnvazyonu Üzerindeki Etkileri
The Effects of Engeletin on Cell Proliferation and Invasion in the Human Breast Cancer Cell Line (MCF-7)
Erdem Toktay
doi: 10.5505/kjms.2022.90093  Sayfalar 135 - 140
Amaç: Flovonoidler grubunda yer alan engeletin, güçlü antiinflamatuar, antioksidan ve antikanser özellikleri olan bir moleküldür. Ancak bu molekülün meme kanseri hücrelerinde etkisi henüz araştırılmamıştır. Bu amaçla bu çalışmada hücre kültüründe engeletinin (ENG) meme kanseri hücrelerinin (MCF-7) proliferasyon, invazyon ve apoptozisle olan etkisi araştırılmıştır.
Materyal ve Metot: MCF-7 hücre hattında ENG 1, 10 ve 100 μM dozlarında çalışıldı. Araştırmada hücre proliferasyonu MTT hücre canlılık testi ile invazyon üzerindeki etkinliği Transwell deneyi ile, hücresel canlılık ve apoptotik değerlenirilmesi ise floresans boyama yöntemi ile analiz edildi.
Bulgular: Engeletinin MCF-7 hücre proliferasyonunu azalttığı tespit edildi. ENG 100 μM dozu en etkin doz olduğu görüldü. ENG uygulaması canlı hücre sayısını azaltırken apoptotik hücre sayılarınında artışa neden olmaktadır. Ayrıca ENG uygulamasının doza bağlı olarak invaze olan hücre sayısını kontrol grubuna göre anlamlı şekilde azalttığı belirlendi (p<0,001).
Sonuç: Engeletin MCF-7 hücreleri üzerinde anti-kanserojen, antiproliferatif etkinlik gösteren bir moleküldür. Buna ilaveten ENG, MCF-7 hücrelerinde anti-invaziv bir etkinlik göstererek anti-metastatik etkinlik gösteren bir molekül olduğunuda ortaya koymaktadır.
Aim: Belonging to the group of flavonoids, Engeletin is a molecule with strong anti-inflammatory, antioxidant and anticancer properties. However, the effect of this molecule on breast cancer cells has not been studied yet. For this purpose, the effectiveness of Engeletin (ENG) on cell proliferation, invasion, and apoptosis in the human breast cancer cell line (MCF-7) was investigated in this study.
Material and Method: ENG was studied at 1, 10, and 100 μM doses in the MCF-7 cell line. In the study, cell proliferation was analyzed by MTT cell viability test, its effectiveness on invasion was analyzed by Transwell assay, and cellular viability and apoptotic evaluation were analyzed by fluorescence staining method.
Results: It was determined that engeletin reduced MCF-7 cell proliferation. The ENG 100 μM dose was found to be the most effective dose. While ENG application decreases the number of viable cells, it causes an increase in the number of apoptotic cells. In addition, it was determined that ENG application significantly reduced the number of invasive cells in a dose-dependent manner compared to the control group (p<0.001).
Conclusion: Engeletin is a molecule with anti-carcinogenic, antiproliferative activity on MCF-7 cells. In addition, ENG shows an antiinvasive activity in MCF-7 cells, demonstrating that it is a molecule with anti-metastatic activity.

10.
COVID-19 Pandemisi Testis Torsiyonu Vakalarına Yaklaşımı Etkiledi mi?
Did the COVID-19 Pandemic Affect the Approach to Testicular Torsion Cases?
Mehmet Yılmaz, İbrahim Hacıbey, Ünsal Özkuvancı, Ramazan Ömer Yazar, Ahmet Yaser Müslümanoğlu
doi: 10.5505/kjms.2022.06982  Sayfalar 141 - 145
Amaç: COVID-19 pandemisi birçok hastalıkta olduğu gibi acil patolojilere de yaklaşımı etkilemektedir. Testis torsiyonu önemli bir skrotal acil olup tanı ve tedaviye kadar geçen zaman organ korunmasında en önemli prediktif faktördür. Biz de kliniğimizde tanı ve tedaviye kadar geçen sürenin ve organ kaybı oranlarının pandemi öncesi dönemle pandemi süreci arasında karşılaştırılmasını planladık.
Materyal ve Metot: Retrospektif çalışmamıza kliniğimizde Mart 2019 – Mart 2021 tarihleri arasında 1 yaş üzeri testis torsiyonu tanısı alıp tedavi gören hastaları dahil ettik. Hastaları başvuru zamanlarına göre 2 gruba ayırdık. Mart 2019 – Mart 2020 aralığını (COVID-19 öncesi) Grup 1 ve Mart 2020 – Mart 2021 aralığını da (COVID-19 dönemi) Grup 2 olarak isimlendirdik. İki grubu demografik verileri ile iskemik süreleri ve orşiektomi oranları açısından karşılaştırdık.
Bulgular: Çalışmamıza dahil etme kriterlerini karşılayan toplam 55 hastanın 26’sı Grup 1 ve 29’u Grup 2’ye dahil edildi. Grup 1 için ortanca yaş ortalaması 17 (Inter Quantile Range (IQR): 6–32) iken grup 2’de 15 (IQR: 6–28) olarak saptandı (p=0,019). Pandemi dönemi orşiektomi oranı (%31) öncesine göre (%15,4) fazla olsa da istatistiksel anlamlılık izlenmedi (p=0,173). Tüm kohortun (n=55) erken (12 saat öncesi) ve geç başvuru (12 saat sonrası)’ya göre değerlendirilmesinde ise erken başvuruda orşiektomi oranı anlamlı olarak daha düşük saptandı (%17,8’e kıyasla %50; p=0,045). Grup 1 ve Grup 2’de erken ve geç başvuru açısından farklılık izlenmedi (p=0,439).
Sonuç: COVID-19 pandemisinin testis torsiyonuna olumsuz etkilerini başvuru süresi, başvuruda gecikme ya da orşiektomi oranları bakımından inceledik ve pandemi öncesi 1 yıllık dönemdeki vakalarla arasında bir farklılık saptamadık.
Aim: The COVID-19 pandemic affects the approach to emergency pathologies as well as in many diseases. Testicular torsion is a scrotal emergency in which the time leading up to diagnosis and treatment is most important for organ protection. We planned to compare the time until diagnosis and treatment and the rate of organ loss between the pre-pandemic and pandemic periods in our clinic.
Material and Method: In our retrospective study, we included patients aged >1 year who were diagnosed with testicular torsion and treated at our clinic between March 2019 and March 2021. Patients were divided into two groups according to the time of admission. We named the period between March 2019 – March 2020 Group 1 and the interval between March 2020 – March 2021 as Group 2. We compared the two groups in terms of demographic data, ischemic duration, and orchiectomy rates.
Results: Of the 55 cases that met the study inclusion criteria, 26 occurred during the pre-pandemic period and 29 during the COVID-19 crisis period. The median age of the patients in Group 1 was 17 (IQR: 6–32) and that of the patients in Group 2 was 15 (IQR: 6–28) years (p=0.019). incidence of orchiectomy in our center was 31% in the Group 2 and 15.4% in the Group 1, which was not statistically significant (p=0.173). In the evaluation of the whole cohort (n=55) according to early (before 12 h) and late admission (after 12 h), the rate of orchiectomy at early admission was found to be significantly lower (50% compared to 3.6%; p=0.006). The median time from symptom onset to first presentation was not significantly different between group1 and 2 (p=0.439).
Conclusion: Time to presentation, ischemic times, and orchiectomy rates for testicular torsion at our center were not significantly different during the COVID-19 period compared with the pre-pandemic period.

11.
Bel Ağrısı Olan Hastalarda Manyetik Rezonans Görüntülemede Sakroiliak Eklem Varyasyonları
Sacroiliac Joint Variations on Magnetic Resonance Imaging in Patients with Low Back Pain
Aysu Başak Özbalcı
doi: 10.5505/kjms.2022.30906  Sayfalar 146 - 151
Amaç: Bu çalışmada, bel ağrısı nedeniyle Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG)’ye başvuran hastalarda sakroiliyak eklemin (SİE) anatomik varyasyonlarının sıklığını araştırmak ve sakroiliiti taklit eden bulguları ayırt ederek klinik önemini ortaya koymak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmamızda, 24 ay boyunca ≥18 ve <65 yaş arasındaki tüm olguların SIE MRG’leri retrospektif olarak değerlendirildi. Uluslararası Spondiloartrit Değerlendirmesi Derneği (ASAS) kriterlerine göre olguların verileri, görüntüleme sırasındaki yaşı, cinsiyeti, aktif ve kronik sakroiliit varlığı açısından analiz edildi. Tüm görüntüler Lumbosakral transizyonel vertebra (LSTV) varlığı ve major sakroiliak eklem varyasyonları açısından Castellvi sınıflandırma sistemi ile literatürde belirtilen kriterlere göre kategorize edilerek bu varyasyonlara eşlik eden yapısal ve ödematöz değişiklikler kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 1020 MRG’nin 323’ünde SİE varyasyonları tespit edildi. SİE’lerin anatomik varyasyonlarının sıklık sırası şu şekildedir: 1) LSTV (114 hasta, %12,2), 2) Aksesuar sakroiliak eklem (80 hasta, %7,8), 3) İliyosakral kompleks (66 hasta, %6,4), 4) Sakral defekt (61 hasta, %5,9) ve 5) İzole sinostoz (2 hasta, %0,2). Ayrıca LSTV ve aksesuar SİE varyasyonuna, yapısal ve ödematöz bulgular sıklıkla eşlik ediyordu.
Sonuç: Bel ağrısı şikayeti ile başvuran ve SİE MRG planlanan özellikle kadın hastalarda, lumbosakral transizyonel vertebra ve sakroiliak eklem anatomik varyasyonları sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bu varyasyonlar, sakroiliiti taklit eden dejeneratif ve ödematöz sinyal değişikliklerine de yol açabileceğinden her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.
Aim: To investigate the frequency of anatomical variations on the sacroiliac joint (SIJ) and reveal their clinical importance by distinguishing the findings that mimic sacroiliitis in patients referred to magnetic resonance imaging (MRI) for low back pain.
Material and Method: This retrospective study included all SIJ MRI examinations performed in our hospital with patients ≥18 and <65 years of age for 24 months. According to the Assessment of Spondyloarthritis International Society (ASAS) criteria, data collection consisted of the patients’ age at the imaging time, gender, and the presence of active and chronic sacroiliitis. Lumbosacral transitional vertebra (LSTV) was classified according to the Castellvi classification system. Moreover, all images were assessed for the presence of major sacroiliac joint variations described in the literature. Structural and edematous changes were also noted.
Results: 1020 MRI examinations were included, and SIJ variations were identified in 323 of them. The frequency order of anatomical variants of SIJs are as follows: 1) LSTV (114 patients, 12.2%), 2) Accessory sacroiliac joint (80 patients, 7.8%), 3) Iliosacral complex (66 patients, 6.4%), 4) Sacral defect (61 patients, 5.9%), and 5) Isolated synostosis (2 patients, 0.2%). Structural and edematous findings were frequently observed in LSTV and accessory SIJ.
Conclusion: We conclude that the lumbosacral transition segments and various anatomical SIJ variations are common in the low back pain population, especially in women. Moreover, these variations may be associated with degenerative and edematous signal intensity changes that mimic sacroiliitis.

12.
COVID-19 Hastalarında Başvuru Sırasında Ölçülen Troponin Değerlerinin Hastaneye Yatış ve Mortalite ile İlişkisi
Association of Admission Troponin Levels with Hospitalization and Mortality in COVID-19 Patients
Alten Oskay, Vefa Çakmak, Hande Şenol, Tülay Oskay, Mert Özen, Atakan Yılmaz, Murat Seyit
doi: 10.5505/kjms.2022.89990  Sayfalar 152 - 159
Amaç: Bu çalışmanın amacı acil servise (AS) başvuran ve COVID-19 tanısı koyulan hastalarda, kardiyak troponin T (cTnT) düzeylerinin hastaneye yatış ve hastane içi mortalite ile ilişkisini belirlemektir.
Materyal ve Metot: Çalışma 3. basamak sağlık hizmeti veren bir üniversite hastanesinin acil servisinde gerçekleştirilmiştir. Retrospektif özelliktedir. Çalışmaya Mart 2020-Mayıs 2020 tarihleri arasında ardışık 50 gündeki erişkin hastalar dahil edilmiştir. Çalışma grubu, ters transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu ile COVID-19 tanısı koyulan ve cTnT testi yapılan hastalardan oluşmaktadır. Hastaların demografik ve laboratuvar verileri, torasik bilgisayarlı tomografi (BT) görüntüleme bulguları, hastanede kalış süreleri not edilmiştir. Çalışma sonlanımı olarak hastaların hastaneye yatış durumu ve hastane içi mortalite bilgileri belirlenmiştir.
Bulgular: Çalışmaya alınan 36 hastanın 9’u (%25) taburcu edilmiş, 20’si (%55,6) servise, 7’si (%19,4) yoğun bakıma yatırılmıştır. Yatan hastalar ile taburcu edilen hastalar karşılaştırıldığında, yaş [medyan (%25–75)] [sırasıyla 60 (45–69) ila 28 (26–39,5) yıl; p=0,003)], torasik BT skoru [sırasıyla, 6 (0–11) ila 0 (0–0,5); p=0,005], başvuru cTnT değerleri [5,99 (3,50–15,55) ila 3 (3–3,28) ng/L; p=0,012] olarak bulunmuştur. Yatan hastalarda ölüm oranı %18,5 idi. Çok değişkenli cox regresyon modelinde bu parametrelerin hiçbiri hayatta kalma üzerinde anlamlı bir etkiye sahip değildir.
Sonuç: COVID-19 hastalarının cTnT değerlerinin hastaneye yatış ve mortalite ile ilişkili olması muhtemeldir. Yoğun bakım ünitesine yatırılan hastalarda toraks BT skoru daha yüksektir. Ancak cTnT değeri ve torasik BT skorları hayatta kalan ve ölümle sonuçlanan gruplar arasında farklı izlenmiş olsalar bile sağ kalım üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkiye sahip değildir.
Aim: This study aims to identify the association of cardiac Troponin T (cTnT) levels with hospitalization and in-hospital mortality in patients admitted to the emergency department (ED) and diagnosed with COVID-19.
Material and Method: Retrospectively, we scanned the data of adult patients presenting to the ED of a university hospital within 50 days of the first COVID-19 case admission (March 2020 – May 2020). The study group consisted of patients diagnosed with COVID-19 by reverse-transcriptase polymerase chain reaction, and had cTnT test. Demographic and laboratory data, thoracic computed tomography (CT) imaging findings, and length of hospital stay were also collected. The study outcomes were patients’ hospitalization status and in-hospital mortality.
Results: Out of 36 patients, 9 (25%) were discharged, 20 (55.6%) remained in-patients in the ward, and 7 (19.4%) in the intensive care unit. When overall in-patients were compared to discharged patients, a significant difference was observed with regard to age [median (25% -75%)] [60 (45–69) to 28 (26–39.5) years, respectively; p=0.003)], thoracic CT score [6 (0–11) to 0 (0–0.5), respectively; p=0.005], admission cTnT values [5.99 (3.50–15.55) to 3 (3–3.28) ng/L; p=0.012]. The mortality rate among in-patients was 18.5%. In the multivariate cox regression model, none of these parameters significantly affected survival.
Conclusion: The cTnT values of COVID-19 patients are likely to be associated with hospitalization and mortality. Thoracic CT score was higher in patients admitted to the intensive care unit. However, neither cTnT values nor thoracic CT scores have a statistically significant effect on survival, even if their distributions are different between survived and non-survived groups.

13.
Psoriasisli Hastalarda Migren Sıklığının Değerlendirilmesi
The Evaluation of Migraine Frequency in Patients with Psoriasis
Gülhan Aksoy Saraç, Tufan Nayır, Hülya Şirin, Gamze Ketrez, Şadiye Gümüşyayla, Efsun Tanacan, Didem Dinçer Rota
doi: 10.5505/kjms.2022.15046  Sayfalar 160 - 164
Amaç: Deride sınırlı bir hastalık olduğu düşünülen psoriazis, günümüzde pek çok komorbiditenin eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak kabul edilmektedir. Çalışmamız psoriazis hastalarında migren sıklığını belirlemeyi ve psoriazis şiddeti ve süresi ile migrenin sıklığı ve şiddeti arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Bu kesitsel çalışmaya dermatoloji polikliniğine başvuran ve psoriasis tanısı alan 18 yaş üstü 40 hasta ile benzer cinsiyet ve yaş özelliklerine sahip 40 sağlıklı gönüllü olmak üzere toplam 80 kişi dahil edildi.
Bulgular: Psoriazis hastalarında ve kontrol grubunda migren sıklığı sırasıyla %35,0 ve %15,0 idi. Psoriazis hastalarında ortanca Psoriazis Alan ve Şiddet İndeksi (PASI) skoru migreni olmayan hastalarda 3,60 (1,20–13,20), migrenli hastalarda 2,90 (1,20–12,00) idi. Migren sıklığı sekiz yıldan uzun süredir hastalığı olan hastalarda %45,0, sekiz yıl ve daha az süredir devam eden hastalarda ise %25,0 idi. Sekiz yıldan uzun süredir psoriazisi olan hastalarda migren insidansı kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksekti.
Sonuç: Çalışmamız psoriazis hastalığının şiddeti ve süresinin migren hastalığı ile ilişkili olabileceğine dair önemli veriler sunmaktadır.
Aim: Psoriasis, previously thought to be a disease restricted to the skin, is now considered systemic, accompanied by numerous comorbidities. Our study aimed to establish the migraine frequency in psoriasis patients and assess the relationship between the severity and duration of psoriasis and the frequency and severity of migraine.
Material and Method: This case-control study was performed in the dermatology outpatient clinic. A total of 80 people, including 40 patients over the age of 18 who applied to the outpatient clinic and were diagnosed with psoriasis, and 40 people with similar gender and age characteristics and other skin problems, were included in the control group.
Results: The frequency of migraine in psoriasis patients was 35.0% and 15.0% in the control group. In psoriasis patients, the median Psoriasis Area and Severity Index (PASI) score was 3.60 (1.20–13.20) in patients without migraine and 2.90 (1.20–12.00) in patients with migraine. Migraine frequency was 45.0% in patients suffering from the disease for more than eight years and 25.0% in patients suffering for eight years or less. The incidence of migraine was significantly higher in patients with psoriasis for more than eight years than in the control group.
Conclusion: Our study presented important outputs that the severity and duration of psoriasis disease might be related to migraine disease.

14.
Tek Doz Antenatal Steroid Tedavisi Gestasyonel Yaşı <30 Hafta Bebeklerde Mortalite ve Morbidite Üzerine Etkili mi?
Is There a Beneficial Effect of Single Dose Antenatal Steroid Therapy on Mortality and Morbidities in Infants <30 Weeks Gestational Age?
Handan Bezirganoğlu, Fatma Nur Sarı, Şerife Suna Oğuz, Evrim Alyamaç Dizdar, Mehmet Büyüktiryaki
doi: 10.5505/kjms.2022.25428  Sayfalar 165 - 169
Amaç: Acil nedenlerle çok düşük doğum ağırlıklı (ÇDDA) bebeklerin önemli bir kısmı tam doz antenatal kortikosteroid tedavisi tamamlanamadan doğsa da, kısmi doz antenatal kortikosteroid (AKS) tedavisinin ÇDDA’lı hastaların neonatal mortalite ve morbiditeleri üzerine etkisine ilişkin bilgilerimiz hala kısıtlıdır. Bu çalışmada, <30 hafta doğan; AKS uygulanmayan, kısmi doz AKS ve tam doz AKS uygulanan bebeklerin sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmaya doğum haftası <30 hafta olan bebekler dahil edildi ve AKS uygulanma durumuna göre üç gruba ayrıldı; Grup 1, AKS uygulanmadan doğan bebekler, Grup 2, tek doz betametazon uygulanan bebekler, Grup 3, tam doz AKS uygulanan bebekler. Birincil sonucumuz mortalite idi. İkincil sonuçlar: PDA, NEK, şiddetli IVK, bronkopulmoner displazi ve kistik periventriküler lökomalazi (PVL) olarak belirlendi.
Bulgular: 616 bebek çalışmaya dahil edildi. Koryoamniyonit sıklığı tam doz AKS grubunda anlamlı olarak daha yüksekti (p<0,05). Mortalite oranı AKS uygulanmayan grupta diğer gruplara kıyasla en yüksek olarak bulunda (%16,0) ancak istatistiksel farklılık bulunmadı. Kısmi doz AKS grubunda, AKS uygulanmayan gruba kıyasla neonatal morbidite sıklığı düşme eğiliminde idi.
Sonuç: Sonuç olarak, <30 hafta doğan bebeklerde eksik doz antenatal kortikosteroid tedavisinin anlamlı faydası saptanmadı.
Aim: Our knowledge regarding the impact of single-dose antenatal corticosteroid treatment on neonatal morbidities of VLBW is still scarce. In this study, we aimed to evaluate outcomes of infants born <30 weeks’ gestation that received no ACS, partial course of ACS, and complete course of ACS.
Material and Method: In this retrospective study, infants <30 weeks in gestation at birth were included and divided into three groups based on exposure to ACS; Group 1, infants born without ACS exposure, Group 2, infants born after exposure to one dose of betamethasone, Group 3, infants born after exposure to complete the course. Our primary outcome was mortality. Secondary outcomes included the following: PDA, NEC, severe IVH, bronchopulmonary dysplasia, and cystic periventricular leukomalacia (PVL).
Results: 616 infants were included. The incidence of chorioamnionitis was significantly higher in the complete course ACS group (p<0.05). The mortality rate was highest in the no ACS group (16.0%) compared to other groups but not statistically different. There was a trend toward lower morbidity in the partial course ACS group compared to none.
Conclusion: We found no statistically significant benefit of incomplete antenatal corticosteroids in infants born <30 weeks’ gestation.

15.
COVID-19 Sürecinde Acil Servisten Göğüs Cerrahisi Kliniğine Başvuran Yaşlı Geriatri Hastalarının Değerlendirmesi
Evaluation of Older Geriatric Patients Consulting the Thoracic Surgery Clinic from the Emergency Department During COVID-19
Süleyman Anıl Akboğa, Anıl Gökçe, Merve Hatipoğlu, Yücel Akkaş, Hakan Oğuztürk, Bülent Koçer
doi: 10.5505/kjms.2022.10437  Sayfalar 170 - 174
Amaç: Bu çalışmada pandemi sürecinde 80 yaş ve üstü geriatrik hastaların travma ve travma dışı sebeplerle acil servise başvurularının incelenmesi ve çıkan sonuçların, pandemi sebebiyle uygulanan kısıtlamalar ile ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya Mart 2020-Mart 2021 tarihleri arasında 80 yaş üstü toraks travması sebebiyle acil servisden göğüs cerrahisine danışılan 49 hasta ile travma dışı sebeplerle göğüs cerrahisine danışılan 62 hasta olmak üzere toplam 111 hasta dahil edilmiştir.
Bulgular: Söz konusu pandemi döneminde kadın hastaların istatistiksel olarak anlamlı derecede daha sık travma nedeniyle acil servise başvurdukları, erkek hastaların ise travma dışı nedenlerle acil servise daha sık başvurdukları saptandı (p=0,021). Pandemide travma ile başvuran 49 hastanın 22’sinin (%44,9), travma dışı nedenlerle başvuran 62 hastanın 10’unun (%16,1) hastanede yattığı saptandı (p=0,001).
Sonuç: Geriatrik nüfusta, kronik hastalıkların veya malignite gibi asemptomatik seyredip ilerleyici karakterdeki hastalıkların sık görülmesi ve pandemik kısıtlamaların hastaneye ulaşmada sıkıntı yaratması sebebiyle başta malignite hastaları olmak üzere birçok hastanın evrelerinin ilerlediğini biliyoruz. Bu sebeple bundan sonra meydana gelebilecek başka pandemi süreçlerini yönetirken geriatrik nüfusun (özellikle ileri yaş geriatrik hastaların) hastaneye başvurularını geciktirmemeleri gerektiğini ve bu hususta halkın bilinçlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Aksi takdirde gelişebilecek başka pandemilerde, geriatrik hastalara uygulanacak kısıtlamalar sonucunda toplumsal hareketsizliğin (kronik hastalıklar veya neoplazi hastalarının hastaneye ulaşmadaki gecikmeleri sebebiyle) mortaliteyi, pandeminin meydana getirdiği mortaliteye göre çok daha fazla artırabileceğini düşünüyoruz.
Aim: This study was designed to examine the applications of geriatric patients aged 80 and over to emergency service for trauma and non-traumatic reasons and to evaluate the relationship between those findings and the restrictions applied due to the COVID-19 pandemic.
Material and Method: A total of 111 patients over the age of 80, including 49 patients who were directed from the emergency room to thoracic surgery due to thoracic trauma and 62 patients who were referred to thoracic surgery for non-traumatic reasons, were included in the study between March 2020 and March 2021.
Results: During the pandemic period in question, it was found that female patients were admitted to the emergency department due to trauma statistically significantly more often while male patients were more often admitted to the emergency department for non-traumatic reasons (p=0.021). It was furthermore found that 22 (44.9%) of the 49 patients who presented with trauma were hospitalized, while 10 (16.1%) of the 62 patients who presented for non-traumatic reasons were hospitalized (p=0.001).
Conclusion: We know that the course of disease of many patients, especially patients with malignancies, continues to progress with the frequent occurrence of chronic diseases or diseases with asymptomatic and progressive characteristics in the geriatric population. At the same time, pandemic restrictions may cause difficulties in reaching the hospital. For this reason, we advise that the geriatric population, especially older geriatric patients, not delay hospital visits in the face of any other pandemic-related restrictions that may be applied. The general public should also be made aware of this issue. Otherwise, the social inactivity imposed as a result of such pandemic- related restrictions may increase the mortality rate among geriatric patients due to chronic diseases or neoplasias far beyond the mortality rate that occurs due to the pandemic itself.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
16.
İnfantil Melanotik Nöroektodermal Tümör: Nadir Bir Olgu Sunumu
Melanotic Neuroectodermal Tumor of Infancy: A Rare Case Report
Murat Çelik, Sümeyye Nur Tataroğlu, Serdar Uğraş
doi: 10.5505/kjms.2022.52207  Sayfalar 175 - 178
İnfantil melanotik nöroektodermal tümör (IMNT), nöral krest kökenli, hızlı büyüyen, pigmente nadir bir neoplazmdır. Özellikle bebeklerde, yaşamın ilk yılında, maksillada ortaya çıkar. Yedi aylık erkek çocuk, oral kavitede yaklaşık 5 cm çapında kitle ile başvurdu. Bilgisayarlı tomografide, sağ maksillada ekspansil litik kitle saptandı. Mikroskopik olarak tümör, fibröz bağ dokusu içerisinde, alveolar kümeler şeklinde dizilim gösteren, periferal ve santral yerleşimli, iki farklı neoplastik hücre proliferasyonundan oluşmakta idi. İmmünohistokimyasal olarak periferal tümör hücreleri Pansitokeratin ve HMB-45 ile, merkezi tümör hücreleri CD56 ve Sinaptofizin ile immünopozitif ekspresyon gösterdi. IMNT, özellikle küçük biyopsilerde, malign küçük yuvarlak hücreli tümörler ile tanısal karışıklığa neden olabilen nadir bir tümördür. Karakteristik histomorfolojik ve immünohistokimyasal bulgulara sahiptir. Biyolojik davranışı henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Bu tümörler lokal agresif davranış gösterebilir ve yüksek rekürrens oranlarına sahiptir.
Melanotic neuroectodermal tumor of infancy (MNTI) is a rare, rapidly growing, and pigmented neoplasm of neural crest origin. It predominantly affects the maxilla of infants during the first year of life. A seven-month-old boy presented with a mass approximately 5 cm in diameter in the right oral cavity. On computerized tomography, a lytic expansile lesion was detected in the right maxilla. Microscopically, the tumor consisted of two different neoplastic cell proliferation, located peripherally and centrally, arranged in alveolar clusters within the fibrous connective tissue. Immunohistochemically, peripheral tumor cells showed diffuse staining for Pancytokeratin and HMB-45; the central cells were positive for CD56 and Synaptophysin. MNTI is a rare tumor that can be easily confused with malign small round cell tumors, especially in small biopsies. It has characteristic histomorphological and immunohistochemical findings. Its biological behavior is not fully understood. These tumors can present locally aggressive behavior and a high recurrence rate.

DERLEME
17.
Sırt Masajının Uyku Kalitesi Üzerine Etkisi: Sistematik Bir İnceleme
The Effect of Back Massage on Sleep Quality: A Systematic Review
Reva Balcı Akpınar, Gülnur Akın, Emrah Ay
doi: 10.5505/kjms.2022.25932  Sayfalar 179 - 184
Amaç: Hamilelik, yaşlılık, sağlık sorunları ve hastaneye yatış gibi durumlar uyku kalitesini olumsuz etkiler. Hastaların uyku problemlerini iyileştirmek hemşirelik bakımının bir parçasıdır. Hemşireler ilaç dışı yöntemlerden biri olan sırt masajı yaparak hastaların uyku problemlerini azaltmaya çalışırlar. Bu sistematik derleme, sırt masajı uygulamasının bireylerin uyku kalitesine etkisini değerlendirmek amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışma PRISMA protokolü takip edilerek yürütülmüştür. Atatürk Üniversitesi internet erişim ağı üzerinden MEDLINE (EBSCOhost), SAGE, SCIENCE DIRECT, ULAKBİM (ulusal akademik ağ ve bilgi merkezi), COCHRANE veri tabanları ve SEMANTIC SCHOLAR arama motoru taranmıştır. Türkçe ve İngilizce anahtar kelimeler kullanılarak yapılan literatür taramasında 1044 makaleye ulaşılmış ve dahil edilme kriterlerine uyan 14 makale incelenmiştir. İncelemeye Türkçe ve İngilizce olarak yazılmış prospektif, randomize kontrollü veya deneysel/yarı deneysel tasarımlı araştırma makaleleri alınmıştır.
Bulgular: İncelenen araştırmaların %71,4’ü randomize kontrol grupludur. Çalışmaların %92,8’inde masaj süresinin 3 ile 30 dakika arasında değiştiği ve sırt masajının uyku kalitesini iyileştirdiği belirlenmiştir.
Sonuç: Bu kapsam incelemesinde sırt masajı uygulamasının hastaların uyku kalitesini artırmada etkili bir müdahale olduğu ve bu masajın günün geç saatlerinde ve her seansta en az 10 dakika uygulanması gerektiği sonucuna varılmıştır.
Aim: The conditions such as pregnancy, old age, health problems and hospitalization negatively affect the sleep quality. Improving patients’ sleep problems is a part of nursing care. Nurses try to reduce patients’ sleep problems by using back massage, which is one of the non-drug methods. This systematic review was carried out to evaluate the effect of back massage application on the sleep quality of individuals.
Material and Method: The PRISMA protocol was followed in the conduct of the study. MEDLINE (EBSCOhost), SAGE, SCIENCE DIRECT, ULAKBIM (national academic network and information center), COCHRANE databases, and SEMANTIC SCHOLAR search engine were scanned through Atatürk University’s internet access network. The literature review conducted using Turkish and English keywords, 1044 articles were reached, and 14 articles met the inclusion criteria. Prospective, randomized controlled, or experimental/ quasi-experimental design research articles written in Turkish and English were included in the review.
Results: 71.4% of the reviewed studies had randomized control groups. In 92.8% of the studies, it was determined that the massage duration varied between 3 and 30 minutes and that the back massage improved sleep quality.
Conclusion: In this systematic review, it was concluded that back massage application was an effective intervention in increasing the sleep quality of the patients and that this massage should be applied for at least 10 minutes late in the day and every session.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git