Kafkas J Med Sci: 13 (1)
Cilt: 13  Sayı: 1 - Nisan 2023
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Karbonmonoksit Zehirlenmesi ile Başvuran Hastalarda Optik Sinir Kılıf Çapının Ultrasonografi ile İncelenmesi: Pilot Çalışma
The Ultrasound Examination of the Optic Nerve Sheath Diameter in the Patients Presenting with Carbon Monoxide Poisoning: A pilot study
Emel Altıntaş, Sertaç Güler, Hayri Ramadan
doi: 10.5505/kjms.2023.04820  Sayfalar 1 - 5
Amaç: Karbon monoksit zehirlenmesinde hipoksi nöronal hasara ve beyin hücrelerinin ölümüne neden olur. Sonuç olarak, kafa içi basıncında ilişkili bir artışla birlikte beyin ödeminin meydana geldiği düşünülmektedir. Bu çalışmada karbonmonoksit zehirlenmesi ile başvuran hastalarda ultrasonografi ile optik sinir kılıf çapı ölçümü kullanılarak kafa içi basınç artışının varlığı değerlendirilmiştir.
Materyal ve Metot: Acil servise başvurduktan sonra karbon monoksit zehirlenmesi tanısı alan 28 hastaya ultrasonografi ile bilateral optik sinir kılıf çapı ölçümü yapıldı. Hastaların demografik verileri, laboratuvar sonuçları, zehirlenme evresi ve optik sinir kılıf çapları kaydedildi.
Bulgular: Sağda ve solda median optik sinir kılıf çapı 5 mm’den büyüktü. Sağ ve sol gözde optik sinir kılıf çapları şiddetli karbon monoksit zehirlenmesi olan hastalarda orta ve hafif zehirlenmesi olanlara göre anlamlı olarak daha yüksekti.
Sonuç: Karbonmonoksit zehirlenmesi olan hastalarda optik sinir kılıf çapı ölçümü kafa içi basınç artışının varlığını değerlendirmede kullanılabilir.
Aim: In carbon monoxide poisoning, hypoxia results in neuronal damage and death of brain cells. It is considered that cerebral edema occurs consequently, with an associated increase in intracranial pressure. The present study evaluates the presence of increased intracranial pressure using the measurement of optic nerve sheath diameter by ultrasonography in patients presenting with carbon monoxide poisoning.
Material and Method: Twenty-eight patients diagnosed with carbon monoxide poisoning after presenting to the emergency department underwent the bilateral measurement of optic nerve sheath diameter by ultrasonography. In addition, the patient’s demographic data, laboratory results, stage of the poisoning, and optic nerve sheath diameters were recorded.
Results: The median optic nerve sheath diameter on the right and left sides was greater than 5 mm. The optic nerve sheath diameter of the right and the left eye was significantly higher in patients with severe carbon monoxide poisoning than in those with moderate and mild poisoning. Conclusion: The optic nerve sheath diameter measurement can be used to evaluate increased intracranial pressure in patients with carbon monoxide poisoning.

3.
Şırnak İlinde Alt Gastrointestinal Sistem Endoskopi Bulguları: Retrospektif Çalışma
Lower Gastrointestinal System Endoscopy Findings in Şırnak: A Retrospective Study
Selma Demirbaş Yüceldi
doi: 10.5505/kjms.2023.78553  Sayfalar 6 - 10
Amaç: Şırnak ilinde, alt gastrointestinal sistem şikâyetleri ile gelen ve endoskopi yapılan hastalarda endoskopi raporlarının değerlendirilmesi; güncel bulgular ve sıklıklarının belirlenmesi ve literatür ile karşılaştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metot: Kasım 2019 ve Ağustos 2021 tarihleri arasında, Şırnak Devlet Hastanesi gastroenteroloji kliniği endoskopi ünitesinde, alt gastrointestinal sistem endoskopi işlemi yapılan hastaların demografik özelikleri, endoskopi ve patoloji sonuçları retrospektif olarak tarandı; bulgular SPPS 25 istatistik programı yardımı ile tanımlandı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 728 hastanın 632’sinde kolonoskopi, 96’sında rektosigmoidoskopi işlemi yapıldı. %57,8 (n: 421)’i erkek; %42,2 (n: 307)’si kadın idi. Yaş ortalamaları 46±18,46 (dağılım 18–120) yıl idi. Ensık endikasyon 139 (%19,1) hastada rektal kanama, hematokezya veya nadiren açıklanamayan melena; ikinci sıklıkta 120 (%16,5) hastada açıklanamayan anemi idi. Dört yüz elli (%61,8) hastada patolojik bulgu saptandı. En sık saptanan bulgular 317 (%44) hemoroid, 139 (%19,1) kolorektal polip idi. Kolorektal kanser, enflamatuvar bağırsak hastalığı, soliter rektal ülser, divertikül sıklıkları, sırasıyla, %3,4 (n: 25), %9,2 (n: 67), %4,4 (n: 32), %3,6 (n: 26) saptandı.
Sonuç: Bu çalışma ile Şırnak ilinde, alt gastrointestinal sistem endoskopi epidemiyolojik verileri, ilk kez elde edildi ve literatür bilgileri ile karşılaştırması yapıldı. Güncel olan verileri ile bu çalışmanın bölgesel epidemiyolojik çalışmalara katkı saylayacağı düşünülmektedir.
Aim: It was aimed to evaluate endoscopy reports in patients who had lower gastrointestinal system complaints and underwent endoscopy in Şırnak to determine up-to-date findings and their frequency and to compare them with the literature data.
Materials and Methods: Demographic characteristics, endoscopy, and pathology results of patients who underwent lower gastrointestinal system endoscopy in the gastroenterology clinic endoscopy unit of Şırnak State Hospital between November 2019 and August 2021 were evaluated retrospectively. The findings were described with the help of the SPPS 25 statistical program.
Results: Of the 728 patients in the study, colonoscopy was performed in 632, and rectosigmoidoscopy was performed in 96 patients. 57.8% (n: 421) were male. The mean age was 46±18.46 (range 18–120 years). The most common indication was rectal bleeding, hematochezia, or, rarely, unexplained melena in 139 (19.1%) patients. Unexplained anemia was the second most common indication in 120 (16.5%) patients. Four hundred and fifty (61.8%) patients had pathological findings. The most common results were 44% (n: 317) hemorrhoids and 19.1% (n: 139) colorectal polyps. The frequency of colorectal cancer, inflammatory bowel disease, solitary rectal ulcer, and diverticulum was 3.4% (n: 25), 9.2% (n: 67), 4.4% (n: 32), and 3.6% (n: 26), respectively.
Conclusion: In this study, epidemiological data of lower gastrointestinal system endoscopy in Şırnak were obtained for the first time and compared with literature data. This study, with its up-todate data, will contribute to regional epidemiological studies.

4.
Denizli Kuzey Kırsalında Bartonella hanselae Seroprevalansının Araştırılması
Investigation of Bartonella hanselae Seroprevalence in the Northern Countryside of Denizli Province
Yüksel Akkaya, Çağrı Ergin
doi: 10.5505/kjms.2023.02700  Sayfalar 11 - 17
Amaç: Bartonella türleri Gram negatif kokobasil/basil şeklinde, vektörlerle geçiş yapan, zoonotik bakterilerdir. Son yıllarda insanlarda ve hayvanlarda yapılan epidemiyolojik çalışmalar ile Bartonella türleri önem kazanmıştır. Risk gruplarında yapılan epidemiyolojik çalışmalarda oranlar değişkenlik göstermektedir. Dünyanın farklı bölgelerinde yapılan seroprevalans çalışmalarında B.henselae %5,5 ile %57,3, oranında saptanmıştır. B.henselae ülkemizde de görülmekte olan vektörel yayılımlı bir enfeksiyon etkenidir. Ülkemizin coğrafik ve iklimsel özellikleri gözönüne alındığında bartonellozun seroprevalans çalışmalarının yaygınlaştırılması önem arzetmektedir. Sunulan çalışmada Denizli’nin kuzey kırsalında risk oluşturan meslek gruplarında çalışan yetişkinlerde B.henselae seroprevalansının saptanması amaçlandı.
Materyal ve Metot: Denizli’nin kuzey kırsalında risk oluşturan meslek gruplarında çalışan Sağlıklı 477 yetişkin gönüllüden toplanan serum örneklerinde immünfloresan antikor tekniği kullanılarak B.henselae ATCC 49882 (Houston-1) kökenine karşı oluşan antikorlar saptandı. Toplanan serum örnekleri Pamukkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı laboratuvarında çalışıldı.
Sonuçlar: B.henselae seropozitiflik oranı %44,0 olarak bulundu. Gönüllülerin %26,8’inde 1/64, %13,8’inde 1/128, %2,7’sinde 1/256, %0,6’sında 1/512 dilüsyonda B.henselae antikorları pozitif saptandı. B.henselae için kene teması, tatarcık maruziyeti, sulak alanda yaşama, tarım yapma ve yaş gruplarında istatistiksel farklılık saptandı (p<0,005).
Tartışma: Türkiye’de seroprevalans çalışmaları sınırlı sayıdadır. Sunulan çalışma Türkiye’de bartonellozseroprevalansının saptanması açısından önemlidir. Risk oluşturan meslek gruplarında yaptığımız seroprevalans taraması ile bölgesel ve farklı coğrafik özellik gösteren risk gruplarında bartonellozseroprevalans çalışmalarının yapılması gerektiği sonucuna varıldı.
Aim: Bartonella species are zoonotic bacteria that are transmitted through gram negative coccobacillus/bacillus. The importance of the Bartonella species has increased with there cent epidemiological studies on human sand animals. The proportions differ according to the epidemiological studies conducted in different risk groups. The B.henselae ranges between 5.5% and 57.3% in seroprevalence studies conducted in differen tparts of the world. It is important to expand the seroprevalence studies of bartonellosis at Türkiye. The aim of this study was to determine the seroprevalence of in working adults at risk by occupational groups in northern rural area of Denizli.
Material and Method: Antibodies against B.henselae ATCC 49882 (Houston-1) strain were detected using immunofluorescent antibody technique in serum samples collected from 477 healthy adult volunteers working in risky occupational groups in then norther countryside of Denizli. Serum samples were studied in laboratory of Medical Microbiology Department, Faculty of Medicine, Pamukkale University.
Results: The prevalence of B.henselae seropositive was found to be 44.0%. Antibodiesof B.henselae were found in 26.8% volunteers at 1/64, in 13.8% at 1/128, in 2.7% at 1/256, in 0.6% at 1/512 dilutions. The analysis of the data revealed that statistical difference sexist for B.henselae according to tick, exposure to sandfly, live in wetlands, agriculture, and age groups (p<0.005).
Conclusion: This study makes an important contribution in determining the seroprevalence of bartonellosis relevant to Türkiye. According to the screening of seroprevalence by risk occupational groups in this study, it is concluded that risk groups with different regional and geographical features should be preferred for bartonellosis seroprevalence examinations.

5.
Status Epileptikusta Olan ve Olmayan Epilepsi Tanılı Hastalarda Serum Malondialdehit ve Paraoksonaz-1 Düzeylerinin Karşılaştırılması
Comparison of Serum Malondialdehyde and Paraoxonase-1 Levels in Patients with Epilepsy with and without Status Epilepticus
Ahmet Dündar, Demet Arslan, Gülsüm Çelik Uysal, Ahmet Yılmaz
doi: 10.5505/kjms.2023.26566  Sayfalar 18 - 23
Amaç: Epilepside altta yatan patofizyolojik mekanizmalar halen tam olarak bilinmemektedir. Paraoksonaz (PON)-1 aktivitesi ve malondialdehit (MDA) seviyeleri oksidatif stresin ölçümünde kullanılan biyomarkerlardır. Yapılan çalışmalar oksidatif stresin epilepsi fizyopatolojisinde rolü olduğunu göstermektedir. Çalışmamızın amacı, status epileptikusta (SE) olan ve olmayan epilepsi hastalarında serum PON-1 aktivitesi ve MDA düzeylerini araştırmaktır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya alınan denekler iki gruba ayrıldı. Grup I: Status epileptikus tanısı alan hasta (n=30), grup II: Poliklinik takiplerine gelen erişkin yaş grubundaki statusta olmayan 30 epilepsi hastası çalışmaya dahil edildi. Serum MDA seviyeleri ve PON- 1 aktivitesi biyokimya laboratuvarında spektrofotometrik yöntemle ölçüldü.
Bulgular: SE’ta olan hastalarda serum MDA seviyesi 86,8±32,4 nmol/mL SE’ta olmayan hastalarda ise serum MDA düzeyleri 65,8±15,7 nmol/mL olarak bulundu. Serum PON-1 aktivitesi SE’ta olan hastalarda 180,8±28,3 U/L SE’ta olmayan hastalarda ise 170,2±25,0 U/L olarak tespit edildi. SE’ta olan hastalar ile SE‘ta olmayan hastalar karşılaştırıldığında serum MDA düzeylerinin SE’ta olmayan hastalara göre daha yükseldiği ve istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulundu (p<0,001). PON-1 aktivitesi açısından iki hasta grubu arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0,05).
Sonuç: Çalışmamızın sonuçları status epileptikus patogenezinde oksidan/antioksidan dengenin oksidatif stres lehine bozulduğunu ve antioksidan sistemin yeterli cevabı veremediğini işaret etmektedir. Bir biyomarker olarak serum MDA düzeylerinin kullanımını değerlendirmek için daha geniş çaplı araştırmalar yapılmalıdır.
Aim: The underlying pathophysiological mechanisms in epilepsy are still not fully known. Paraoxonase (PON)-1 activity and malondialdehyde (MDA) levels are biomarkers used in the measurement of oxidative stress. Studies show that oxidative stress has a role in the pathophysiology of epilepsy. The aim of our study is to evaluate serum PON-1 activity and MDA levels in epilepsy patients with and without status epilepticus (SE).
Materials and Method: The subjects included in the study were established in two groups. Group I: The patient diagnosed with status epilepticus (n=30), group II: 30 adult patients with epilepsy who were in the outpatient policlinic follow-up and were not in status were included in the study. Serum MDA levels and PON-1 activity were measured by spectrophotometric method in the biochemistry laboratory.
Results: Serum MDA levels were found to be 86.8±32.4 nmol/ mL in patients with SE and 65.8±15.7 nmol/mL in patients without SE. Serum PON-1 activity was 180.8±28.3 U/L in patients with SE and 170.2±25.0 U/L in patients without SE. When patients with SE and patients without SE were compared, serum MDA levels were found to be higher than patients without SE and statistically significant (p<0.001). There was no significant difference between the two patient groups in terms of PON-1 activity (p>0.05).
Conclusion: The results of our study indicate that the oxidant/ antioxidant balance in the pathogenesis of status epilepticus has deteriorated in favor of oxidative stress and the antioxidant system cannot give an adequate response. Larger research should be conducted to evaluate the use of serum MDA levels as a biomarker.

6.
Bir Devlet Hastanesinin Çocuk ve Genç Psikiyatri Kliniğinde Takipli Hastalarda Tanı Değişimlerinin İncelenmesi
Analysis of Diagnosis Changes in Patients Followed Up by the Child and Adolescent Psychiatry Clinic in a State Hospital
Mutlu Muhammed Özbek, Remzi Oğulcan Çıray, Uğur Eray, Çağatay Ermiş, Doga Sevincok
doi: 10.5505/kjms.2023.68889  Sayfalar 24 - 31
Amaç: Çocukluk döneminde görülen birçok psikiyatrik bozukluğun erişkinlik döneminde de devam ettiği bildirilmiştir1. Erken müdahaleler ve doğru tanının çocuğun normal gelişimini tamamlamasını ve ileride eşlik edebilecek tıbbi ve psikiyatrik hastalıkların önlenmesini sağlayabileceği bilinmektedir2. Çalışmamızda çocuk ve genç popülasyonda, ilk tanı ve takip sürecinde değişimlerin, hasta kayıtları üzerinden araştırılması ve bu konuda kısıtlı çalışma olan alan yazına katkıda bulunulması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya dahil edilen olguların, ilk başvuruda ve takip sürecinde aldığı tanı ve tanı değişim oranları tanımlayıcı istatistiksel yöntemler kullanılarak incelenmiştir. Sonrasında olgular, ilk başvuruda aldıkları tanılara göre, nörogelişimsel bozukluk tanısı alanlar ve almayanlar olmak üzere iki gruba ayrılarak, tanı değişim oranlarını karşılaştırabilmek için ki-kare testi kullanılarak karşılaştırılmıştır. Çalışmada hastaların birincil tanılarının değişimleri dikkate alınmış, ikincil tanıların değişimleri tanı değişimi olarak değerlendirilmemiştir.
Bulgular: Nörogelişimsel Bozukluklar (NGB); diğer bozuklukların ile tanı değişim oranları açısından Ki Kare Testi ile karşılaştırılmış, diğer bozuklukların nörogelişimsel bozukluklara göre tanı değişim oranlarının anlamlı olarak daha fazla olduğu saptanmıştır.
Sonuç: Çocuk ve genç popülasyonunda tanısal stabilite ve değişimin bilinmesinin, bozukların seyri ve bu seyre uygun tedavinin belirlenmesinde önemli olduğu düşünülmektedir. Çocuk ve gençlerde NGB tanılarının ortak özelliği olarak yaşam boyu devam edebilmesi nedeniyle diğer psikiyatrik tanılara göre, daha stabil seyirli olduğu, uzun süre takip gerektiği görülmektedir3. Çocuk ve gençlerde uygun olmayan tedavilerin ve zarar verebilecek müdahalelerin önüne geçmek için, tanısal değişimlerin incelenmesine yönelik çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Aim: It has been reported that many psychiatric disorders seen in childhood persist into adulthood as well. It is known that accurate diagnosis and early intervention can allow children to catch up with their normal development process and prevent other medical or psychiatric diseases in later developmental stages. Our study, through hospital records, aimed to explore the diagnostic changes in the young population during the initial diagnosis and follow-up processes. Considering the limited data about this subject, we aimed to contribute to the literature by exploring children with neurodevelopmental disorders.
Material and Method: The diagnosis and diagnosis change rates of the cases included in the study at the first examination and during the follow-up were analyzed using descriptive statistical analysis. Afterward, the cases were divided into two groups with and without neurodevelopmental disorders according to their diagnoses at the first admission. Later on, the chi-square test was used to compare diagnostic change rates. In this study, changes in the primary diagnoses of the patients were taken into account, and the changes in the secondary diagnoses were not considered diagnostic changes.
Results: The group of neurodevelopmental disorders was compared with Chi-Square Test in terms of the rates of diagnostic changes. It was found that other disorders’ diagnosis change rates were significantly higher than neurodevelopmental disorders.
Conclusion: It was suggested that estimating the diagnostic stability and diagnosis change in the child and young population is crucial to determine the course of psychiatric disorders and the appropriate treatment options. In light of our results, neurodevelopmental disorders may be more stable in the follow-up process. Studies are needed to examine diagnostic changes to prevent inappropriate treatment approaches and harmful interventions in children and young people.

7.
Kars/Digor İlçesinde Yaşayan 15–49 Yaş Evli Kadınların Aile Planlaması Hakkında Eğitim Öncesi ve Sonrası Tutumlarının Değerlendirilmesi
Evaluation of the Attitudes of Married Women Aged 15- 49 Living in Kars/Digor District About Family Planning Before and After the Training
Nazlı Akar, Sevda Eliş Yıldız
doi: 10.5505/kjms.2023.39112  Sayfalar 32 - 38
Amaç: Bu çalışma evli kadınların aile planlaması hakkında verilen interaktif eğitimin aile planlaması tutumu üzerine etkisini belirlemek amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışma yarı deneysel olarak yapılmıştır ve çalışmanın örneklemini örneklem kriterlerini sağlayan 60 kadın oluşturdu. Çalışmaya katılmayı kabul eden evli kadınlara araştırmacı tarafından oluşturulan anket ile Aile Planlaması Tutum Ölçeği uygulandı. Kadınlara ön test uygulandıktan sonra eğitim materyali oluşturularak interaktif eğitim verilip daha sonra son test uygulanmıştır. Çalışmanın verilerinin değerlendirilmesinde IBM Sosyal Bilimlerde İstatistik Paket Programı (SPSS) paket programı kullanılmıştır.
Bulgular: Kadınların eğitim öncesi puanları topluma ilişkin alt boyut 47,40±11,98, yönteme ilişkin alt boyut 40,57±8,80, gebeliğe ilişkin alt boyut 27,30±6,93 ve toplam aile planlaması tutum ölçeğine ilişkin aldığı puan 115,27±24,46’dır. Eğitimden sonra uygulanan son teste kadınların aldıkları puanları; topluma yönelik alt boyut 47,88±9,40, yönteme ilişkin alt 48,75±5,71, gebeliğe ilişkin 31,08±5,38, aile planlaması tutum ölçeğine ilişkin aldığı toplam puan ise 127,72±17,07’dir. Kadınların toplam aile planlaması tutum ölçeği, kontraseptif yöntemlere ve gebeliğe ilişkin alt ölçeklerin ön test ve son test puan ortalamaları arasındaki fark istatistiksel bakımından anlamlıdır (p<0,05).
Sonuç: Kadınların kontraseptif kullanım durumuna göre gebeliğe ilişkin tutum alt ölçeği arasındaki farkın anlamlı olduğu tespit edilmiştir. Aile planlaması yöntemi kullanan kadınların gebeliğe yönelik tutumu daha yüksektir. Kadınların kontraseptif yöntemlerine yönelik bilgi seviyeleri arttıkça kontraseptif kullanımına yönünde pozitif tutum geliştirdikleri düşünülmektedir.
Aim: This study was conducted to determine the effect of the interactive training about family planning given to married women on family planning attitudes.
Material and Method: The study was quasi-experimental; the sample consisted of 60 women who met the sampling criteria. The Family Planning Attitude Scale was applied to the married women who agreed to participate in the study, with a questionnaire created by the researcher. After the pretest was applied to the women, educational material was created, interactive training was given, and posttest was applied. The IBM Statistical Package for Social Sciences (SPSS) program version package program was used to evaluate the data of the study.
Results: The scores of the women before the training are 47.40±11.98 as the sub-dimension regarding society, 40.57±8.80 as the sub-dimension regarding the method, 27.30±6.93 as the sub-dimension regarding pregnancy, and 115.27±24.46 as sub-dimension regarding total family planning attitude scale. The scores of the women in the posttest applied after the training; sub-dimension for society was 47.88±9.40, the sub-dimension 48.75±5.71 for method, 31.08±5.38 for pregnancy, and the total score for the family planning attitude scale was 127.72±17.07. The difference between the pretest and posttest mean scores of the women’s total family planning attitude scale, contraceptive methods, and subscales related to pregnancy is statistically significant (p<0.05).
Conclusion: It was determined that the difference between the attitude towards pregnancy subscale according to the contraceptive use status of the women was significant. Women who use family planning methods have a higher attitude towards pregnancy. Women are thought to develop a positive attitude towards contraceptive use as their knowledge about contraceptive methods increases.

8.
Açıklanamayan İnfertilitesi Olan Kadınlarda Klomifen Sitratın Gonadotropin Tedavisine Karşı Maliyet Etkinliği
The Cost-effectiveness of Clomiphene Citrate Against Gonadotropin Therapy in Women with Unexplained Infertility
Meryem Kuru Pekcan, Nilüfer Akgün, Hasan Ulubasoglu, Refik Ersin Eroğlu, Yasemin Tasci
doi: 10.5505/kjms.2023.97992  Sayfalar 39 - 44
Amaç: Klomifen sitrat (CC), over stimülasyonu (OS) için en sık kullanılan ajandır. Klomifen sitrat ile gebe kalamayan kadınlarda gonadotropin (GND) tedavisi bir sonraki adım olarak teşvik edilebilir. Biz bu çalışmada açıklanamayan infertilitesi olan OS ve intrauterin inseminasyona giden hastalarda CC ve GND’nin etkisini ve maliyet etkinliğini belirlemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: CC ve GND’nin maliyet etkinliği ve başarısı, 247’si CC ve 11’i GND tedavisi alan 358 infertil kadında geriye dönük olarak değerlendirildi. Toplam CC/GND dozu, endometriyal kalınlık, semen parametreleri, OS süresi, folikül boyutu ve gebelik sonucu kaydedildi. İlaç maliyetleri ve döngü izleme dahil olmak üzere her iki stratejinin tıbbi maliyetleri analiz edildi. Her iki grupta da inseminasyon uygulandığı için onun maliyeti değerlendirilmemiştir. İstatistiksel analizler için Shapiro-Wilk testi, Student’s t-testi ve Mann-Whitney U testi kullanıldı.
Bulgular: Siklus özellikleri, semen analizi, kullanılan toplam ilaç dozu, OS süresi ve dominant folikül boyutu açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (tümü için p>0,05). Primer infertilitesi olan 264 (%73,7) hastada gebelik oranı %23,5, sekonder infertilitesi olan 94 (%26,3) hastada ise %17 idi. Elde edilen gebelik oranı açısından CC ve GND grupları arasında anlamlı bir fark gözlenmedi (%21,1’e %23,4, p=0,615). Herhangi bir yan etki gözlenmedi. Açıklanamayan infertilitesi olan bir çiftin tedavi maliyeti GND için 1.716,42 TL ve CC için 30,67 TL idi.
Sonuç: Açıklanamayan infertilitesi olan hastalarda OS’nin CC ve GND ile tedavi başarısı benzer görünmektedir. Bu nedenle GND tedavisinin maliyet etkinliği ve yan etkileri göz önüne alındığında bu hastalarda ilk tercih CC olmalıdır.
Aim: Clomiphene citrate (CC) is the most frequently used agent for ovarian stimulation (OS). Gonadotropin (GND) treatment can be encouraged as a next step in women who are not able to become pregnant with CC. We aimed to determine the efficacy and costeffectiveness of CC and GND in patients with unexplained infertility undergoing OS and intrauterine insemination.
Material and Method: The cost-effectiveness and success of CC and GND were retrospectively evaluated in 358 infertile women, of whom 247 received CC and 11 received GND treatment. The total CC/GND dose, endometrial thickness, semen parameters, duration of OS, follicle size, and pregnancy outcome were recorded. The medical costs of both strategies were analyzed, including the costs of medication and cycle monitoring. The cost of insemination was not evaluated since it was applied in both groups. The Shapiro-Wilk test, Student’s t-test and Mann-Whitney U test were used for statistical analyses.
Results: There were no statistically significant differences between the groups in terms of cycle characteristics, semen analysis, total drug dose used, duration of OS, and dominant follicle size (p>0.05 for all). The pregnancy rate was 23.5% among the 264 (73.7%) patients with primary infertility and 17% among the 94 (26.3%) patients with secondary infertility. No significant difference was observed between the CC and GND groups with regard to the achieved pregnancy rate (21.1% vs. 23.4%, p=0.615). No side effect was observed. The cost of treatment for a couple with unexplained infertility was 1,716.42 TL for GND and 30.67 TL for CC.
Conclusion: The treatment success of OS with CC and GND seems to be similar in patients with unexplained infertility. Therefore, considering the cost-effectiveness and side effects of GND medication, the first choice should be CC in these patients.

9.
Çocuk Acil Serviste Göğüs Ağrılı Çocuk Hastaların Klinik ve Laboratuvar Bulgularının Değerlendirilmesi
Chest Pain in the Pediatric Emergency Department: Evaluation of Clinical and Laboratory Findings of Patients
Hale Çitlenbik, Aslı Şener
doi: 10.5505/kjms.2023.80588  Sayfalar 45 - 50
Amaç: Göğüs ağrısı çocuk ve adolesanlarda oldukça çok görülen bir şikâyet olup, çocuk acil servise sık başvuru nedenlerinden biridir. Çocukluk çağında görülen göğüs ağrılarının etiyolojik nedenlerinin belirlenmesi hem doğru tedavinin uygulanması için hem de ailenin ve çocuğun endişelerini gidermek için gereklidir. Çalışmamızda çocuk acil servise göğüs ağrısı nedeniyle başvuran çocukların klinik ve laboratuvar bulguları geriye dönük olarak incelenerek etiyolojik nedenlerin değerlendirilmesi ve kardiyak neden düşünülen olgularda tespit edilen patolojik bulguların araştırılması planlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya Ocak 2019 – Ocak 2022 tarihleri arasında, yaşları <18 yaş olan, çocuk acil servise göğüs ağrısı nedeni ile başvuran çocuk hastalar dahil edildi. Hasta dosyaları geriye dönük olarak incelenerek; yaş, cinsiyet, başvuru saati ve mevsim, başvuru semptomları, fizik muayene bulguları, akciğer grafisi bulgusu, elektrokardiyografi bulgusu, ekokardiyografi bulgusu, laboratuvar bulguları, son tanı, hastaneye yatış ve süresi kayıt edildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 248 hastanın, 119 (%48)’u erkek, 129 (%52)’u kız cinsiyette ve yaş ortancası 14 (IQR: 10–16) saptandı. Göğüs ağrısının etiyolojisinde sırasıyla en çok kas-iskelet sistemi kaynaklı, solunum sistemi kaynaklı ve idiyopatik nedenler bulundu. Kardiyak neden saptanan olgularda ise; göğüs ağrısına çarpıntı, senkop gibi semptomların eşlik ettiği ve patolojik fizik muayene ve ekg bulgularının daha çok saptandığı görüldü.
Sonuç: Göğüs ağrıları çocuk acil servise sık başvuru nedenlerinden biridir. Erişkinlerin aksine, çocukluk çağında kardiyak kökenli göğüs ağrıları oldukça nadirdir ve göğüs ağrısının nedeni çoğunlukla iyi huyludur. Çocuk acil servise göğüs ağrısı ile başvuran hastaları değerlendirirken; ayrıntılı anamnez ve kapsamlı fizik muayene yol gösterici olmalı ve gereken olgulara ayrıntılı tetkikler yapılmalıdır.
Aim: Chest pain is a very common complaint in children and adolescents, and it is one of the common reasons for applying to the pediatric emergency department. Determining the etiological causes of chest pain in childhood is necessary to apply the right treatment and relieve the family and child’s concerns. This study was planned to retrospectively examine the clinical and laboratory findings of children admitted to the pediatric emergency department with chest pain, evaluate the etiological causes, and investigate the pathological findings detected in cases with a cardiac cause.
Material and Method: The study included pediatric patients aged <18 who presented to the pediatric emergency department with chest pain between January 2019 and January 2022. Patient files were reviewed retrospectively, and age, gender, time of admission and season, symptoms at presentation, physical examination findings, chest X-ray findings, electrocardiography and echocardiography findings, laboratory findings, final diagnosis, hospitalization, and duration were recorded.
Results: Two hundred and forty-eight patients were included in the study, 119 (48%) of whom were male, while 129 (52%) were female. The median age was 14 years (IQR: 10–16). Mostly musculoskeletal, respiratory, and idiopathic causes were identified in the etiology of chest pain. In the cases with a cardiac cause, it was observed that chest pain was accompanied by symptoms such as palpitation and syncope, and pathological physical examination and ECG findings were more common.
Conclusion: Chest pain is one of the most common reasons for referral to the pediatric emergency department. In contrast to adults, chest pain of cardiac origin is extremely rare in childhood, and the cause of chest pain is usually benign. While evaluating patients who present to the pediatric emergency department with chest pain, a detailed anamnesis, and comprehensive physical examination should provide guidance, and detailed tests should be performed in necessary cases.

10.
Vücut Paketçileri İçin Tanısal Parametreler
Diagnostic Parameters for Body Packers
Kemal Şener, Ertuğrul Altuğ, Nazife Didem Hanoğlu, Gökhan Eyüpoğlu, Ramazan Güven
doi: 10.5505/kjms.2023.34022  Sayfalar 51 - 56
Amaç: Çalışmamızda madde taşıyıcılığı şüphesi ile getirilen olgularda elde etttiğimiz tecrübeyi ve uyguladığımız algoritmayı sunmayı amaçladık.
Materyal ve Metot: Çalışmamız, narkotik polisleri tarafından ilimizde önemli bir havalimanından üçüncü basamak hastanemizin acil servisine vücudunda madde taşıma şüphesiyle getirilen 55 hastadan 47’si ile gerçekleştirildi.
Bulgular: Bilgisayarlı tomografi kapsülün varlığını ve yokluğunu %100 doğruluk ile göstermiştir. Başvuran hastaların hiçbirisinde yanlış pozitif ya da yanlış negatif bir sonuç elde edilmemiştir. Bilgisayarlı tomografinin kapsül varlığını tespit etme gücünün istatistiksel analizinde p<0,001 olarak tespit edilmiştir. Aynı şekilde kapsül yokluğunun tespitinin istatistiksel analizinde p<0,001 olduğu görülmektedir
Sonuç: Çalışmamızda acil servise vücutta madde taşıyıcılığı nedeni ile getirilen hastaların tanısının konması için en uygun görüntüleme yönteminin abdomen kontrastsız tomografi olduğu görülmektedir. Kan testleri bize hastanın madde taşıyıp taşımadığı konusunda mutlak bir sonuç vermemektedir. Tüm bu sonuçlar göz önünde alındığında; vücutta madde taşıyıcılığı şüphesiyle getirilen hastalara başvuru anından itibaren kontrastsız abdominal bilgisayarlı tomografi çekilmesini önermekteyiz.
Aim: We aimed to present our experience about the cases brought with the suspicion of body packing and our algorithm to diagnose those cases.
Material and Method: Our study was conducted with 47 of 55 patients brought to the emergency department of our tertiary care hospital by the narcotic police from a major airport in our city with the suspicion of carrying a substance in their bodies.
Results: Computed tomography showed the presence and absence of capsules with 100% accuracy. No false positive or false negative results were obtained from any admitted patients. The power of computed tomography to detect both the presence and absence of a capsule is determined as p<0.001 according to the statistical analysis
Conclusion: In our study, it is seen that the most appropriate imaging method for diagnosing patients brought to the emergency room due to substance carrying in the body is abdominal noncontrast tomography. Blood tests do not give an absolute result about whether the patient carries substances. Considering all these results, non-contrast abdominal computed tomography is recommended for patients that are brought in with the suspicion of substance carrying in their bodies.

11.
Künt Toraks Travmalı Hastaların Takibinde Toraks Ultrasonografisinin Tanısal Önemi
Diagnostic Importance of Lung Ultrasonography in the Follow-up of Patients with Blunt Chest Trauma
Güntuğ Batıhan
doi: 10.5505/kjms.2023.93357  Sayfalar 57 - 61
Amaç: Künt toraks travmalarında radyolojik takip gelişebilecek komplikasyonlara erken müdahale şansı sunması açısından büyük öneme sahiptir. Bu çalışmada toraks ultrasonunun künt toraks travmalı hastaların takibindeki tanısal değerinin araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metot: Şubat 2022 ile Haziran 2022 tarihleri arasında erişkin yaştaki künt toraks travmalı hastaların verileri analiz edildi. Radyolojik takiplerinde toraks ultrason ve akciğer grafisinin kombine olarak kullanıldığı hastalar çalışmaya dahil edildi. Pnömotoraks, hemotoraks ve atelektaziye ait radyolojik bulgular kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya toplamda 60 hasta dahil edildi. Hastaların 49’u erkek 11’i kadındı. Ortalama yaş 45,7±17,8, ortanca yaş 49 (aralık: 18– 74) yıl olarak bulundu. Hemotoraks tanısında toraks ultrasonu ve akciğer grafisi arasında mükemmel uyumluluk tespit edildi. Pnömotoraks ve atelektazi tanısında ise iyi derecede uyum tespit edildi.
Sonuç: Künt toraks travmalı hastaların takibinde toraks ultrasonu benzer tanısal değeri, kolay tekrarlanabilirliği ve hasta başında uygulanabilme imkânı tanıması ile standard posterolateral akciğer grafilerine iyi bir alternatiftir.
Aim: Radiological follow-up of patients with blunt thoracic trauma is essential in providing a chance for early intervention for complications that may develop. The study aims to investigate lung ultrasound’s diagnostic value in patients with blunt thoracic trauma.
Material and Method: Patients of adult age who were treated for blunt chest trauma in the thoracic surgery clinic of our center between February 2022 and June 2022 were evaluated retrospectively. Among these patients, those who radiologically followed up with a combination of lung US and chest radiography were included in the study. Radiological data that indicates pneumothorax, hemothorax, and atelectasis were recorded.
Results: A total of 60 patients with blunt thoracic trauma were included in the study. Forty-nine of the patients were male, and 11 were female. The mean age was 45.7±17.8, and the median was 49 (range 18–74). While the perfect agreement was observed in the detection of hemothorax between the lung US and chest radiogram, substantial agreement was observed in the detection of pneumothorax and atelectasis.
Conclusion: In the follow-up of patients with blunt chest trauma, lung ultrasound is a good alternative to standard posterolateral chest X-ray with its similar diagnostic success, easy reproducibility, and the possibility to be applied at the bedside.

12.
Akciğer Kanserli Hastalarda Tedavi Yanıtının Değerlendirilmesinde Difüzyon MR Görüntüleme
Diffusion MR Imaging in Evaluation of Treatment Response in Patients with Lung Cancer
Melike Şener Sorgun, Feray Aras, Cihan Göktan, Deniz Özel
doi: 10.5505/kjms.2023.47640  Sayfalar 62 - 70
Amaç: Akciğer kanserinde kemoradyoterapi sonrası görünür difüzyon katsayısı (ADC) değerindeki değişimi gözlemlemek ve ADC değerlerindeki değişimin bilgisayarlı tomografi (BT)’den daha erken tedaviye yanıtı belirleme yeteneğini araştırmak.
Materyal ve Metot: Bu prospektif çalışma, evre III-IV akciğer kanseri tanısı doğrulanmış hastalarda yapıldı ve T2 ağırlıklı MR, difüzyon ağırlıklı görüntüler (DAG), BT ve FDG PET/BT yapılan 25 hastayı içeriyordu. Kemoradyoterapi alan hastalara torasik difüzyon MRG ve BT incelemeleri yapıldı. Tedavi sonrası; Torasik difüzyon MRG, iki kür kemoterapi bitiminden bir hafta sonra ve radyoterapi bitiminden iki hafta sonra tekrarlanırken, tedavi sonrası BT, tedaviden dört veya beş hafta sonra yapıldı. Tedavi öncesi ve sonrası ADCmin, ADCmean ve SUVmax değerleri birbirleri ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Veri analizi, tedavi öncesi ADCmin ve SUVmax (r=-0,36; p=0,077) ile ADCmean ve SUVmax (r=-0,283; p=0,170) arasında istatistiksel olarak anlamsız bir ters korelasyon ortaya çıkardı. Tedavi sonrası tekrarlanan ölçümler, BT’de tümörün büyük boyutunun (r=-0,872; p=0,000) ve median boyutunun (r=-0,847; p=0,001) değişimiyle, artan ADCmin değerlerinin önemli ölçüde daha yüksek olduğunu ortaya koydu.
Sonuç: DAG ile ADC ölçümleri, akciğer kanserinde kemoterapiye erken yanıtı öngören yeni bir prognostik belirteç olabilir.
Aim: To observe the change in apparent diffusion coefficient (ADC) value after chemoradiotherapy in lung cancer and to investigate the ability of the change in ADC values to detect response to treatment earlier than computed tomography (CT).
Material and Methods: This prospective study was performed in patients with a confirmed diagnosis of stage III-IV lung cancer and included 25 patients who underwent T2-weighted MR, diffusionweighted images (DWI), CT, and FDG PET/CT. Thoracic diffusion MRI and CT examinations were performed on patients who received chemoradiotherapy. Post-therapy; Thoracic diffusion MRI was repeated one week after the two cycles of chemotherapy and two weeks after the end of the radiotherapy, while post-therapy CT was performed four or five weeks after therapy. Before and after treatment, ADCmin, ADCmean, and SUVmax values were compared with each other.
Results: Data analysis revealed a statistically insignificant inverse correlation between the pre-therapy ADCmin and SUVmax (r=- 0.36; p=0.077) with ADCmean and SUVmax (r=-0.283; p=0.170). Post-therapy repeated measures revealed that increased ADCmin values were significantly higher with the tumor size change (r=- 0.872; p=0.000) and median size (r=-0.847; p=0.001) tumor on CT.
Conclusion: ADC measurements with DWI may be a new prognostic marker in lung cancers predicting early response to chemotherapy in lung cancer.

13.
Acil Servise Hipertansif Atak Şikâyeti ile Başvuran Hastaların Antihipertansif Tedaviye Uyumu ve Başvuru Sıklığını Etkileyen Faktörler
Factors Affecting Admission Frequency and Compliance with Antihypertensive Treatment of Patients Presenting to the Emergency Department with Hypertensive Attack
Atakan Yılmaz, Üzeyir Çimen, Canan Uluoğlu, Yeşim Kınacı Çimen, Alten Oskay, Murat Seyit, Mert Özen, İbrahim Türkçüer, Gizem Oncel Yel, Mehmet Ulutürk, Aykut Kemancı
doi: 10.5505/kjms.2023.28000  Sayfalar 71 - 77
Amaç: Acil servise hipertansif atak nedeniyle başvuran hastalar sık görülmektedir. Çalışmamız hipertansif atak ile başvuran hastaların tansiyon tedavisine uyumunu ve tansiyon değerlerinin birbirleriyle ve diğer faktörlerle olan ilişkisini incelemeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Bu çalışmaya acil servisimize hipertansif atak şikâyeti ile başvuran ve daha önce hipertansiyon tanısı almış 267 hasta dâhil edildi. Araştırmanın veri toplama aşamasında, Hill-Bone Hipertansiyon Tedavisine Uyum Ölçeği (HBHTUÖ –HBCS) ile hastaların sosyodemografik özelliklerini, hipertansiyonla ilgili durumlarını ve beslenme alışkanlıklarını içeren bir anket hastalarla yüz yüze görüşülerek dolduruldu.
Bulgular: Hastaların acil servise başvurduklarında sistolik tansiyon ortalaması 168,77±26,83; diyastolik tansiyon ortalaması 98,03±10,44’dur. Katılımcıların ortalama HBHTUÖ puan ortalaması 4,78±1,79’dur. Hill-Bone hipertansiyon tedavisine uyum ölçeği total puan ortalamaları eğitim seviyesi arttıkça anlamlı olarak daha düşük bulunmuştur. Diyet haricinde tuz kısıtlaması yapan hastalarda HBHTUÖ puanları ortalaması daha düşük bulunmuştur ve gruplar arasındaki fark anlamlıdır. Hill-Bone hipertansiyon tedavisine uyum ölçeği ile hastaların ortalama sistolik ve diyastolik tansiyonları korelasyon açısından karşılaştırıldığında HBHTUÖ puanları ortalaması ile sistolik tansiyon ortalaması arasında orta düşük düzeyde korelasyon saptanmıştır.
Sonuç: Eğitim durumları ilköğretim ve altı düzeyinde hastaların tedaviye uyumu daha düşük bulunmuştur. Hastaların diyet yapıp/ yapmama açısından HBHTUÖ puanları karşılaştırıldığında diyet yapan hastaların puan ortalamasının daha düşük olduğu görülmüştür. Tedaviye uyumu yüksek olan hastaların sistolik ve diyastolik tansiyonu daha düşük bulunmuştur.
Aim: Admission to the emergency department (ED) due to a hypertensive attack (HTA) is common. Our study explores patients’ compliance with HTA to blood pressure (BP) treatment, the interrelationship of BP values, and their interaction with other factors.
Material and Method: Two hundred and sixty seven patients admitted to our ED with the complaint of HTA and previously diagnosed with hypertension were enrolled in this study. During the data collection phase of the study, the Hill-Bone Compliance to High Blood Pressure Therapy Scale (HBCS) and a questionnaire including the sociodemographic characteristics, hypertension-related status, and dietary habits were filled in through face-to-face interviews with the patients.
Results: The patients’ mean systolic blood pressure (SBP) was 168.77±26.83, and their mean diastolic blood pressure (DBP) was 98.03±10.44 at the time of admission. Their mean HBCS score turned out to be 4.78±1.79. The mean HBCS total scores tended to decrease significantly as the level of education increased. The patients restricting their salt intake and going on a diet achieved lower HBCS scores, and the difference between the groups was significant. When the patients’ mean SBP and DBP were compared with their HBCS scores, a moderately low correlation was noted between the mean HBCS scores and the mean SBP.
Conclusion: The patients with an educational status at the primary school level and below presented lower compliance with treatment. When the HBCS scores were compared in terms of whether the patients went on a diet or not, the mean scores of the dieters turned out to be lower. The patients with high compliance with treatment presented lower SBP and DBP.

14.
Primer Hiperparatiroidi’li Hastaların Klinik ve Laboratuvar Bulgularının Literatür Eşliğinde Gözden Geçirilmesi
Review of Clinical and Laboratory Findings of Patients with Primary Hyperparathyroidism by the Literature
Suat Şen, Fettah Acıbucu, Asım Tekın, Neşe Bülbül, Ekin Yiğit Köroğlu
doi: 10.5505/kjms.2023.59319  Sayfalar 78 - 81
Giriş: Primer hiperparatiroidi (PHPT), hiperkalsemi ve paratiroid hormon (PTH) seviyesinin yüksek veya kalsiyum seviyesi ile uyumsuz olarak normal olması ile karakterize yaygın bir endokrin bozukluktur. Hastalarda hiperkalsemi ya da PTH fazlalığı ile oluşan komplikasyonlar birçok sistemi etkiler. PHPT’nin erken teşhis, oluşabilecek komplikasyonları önleyebilmek ve tedavi belirlemek açısından faydalı olabilir.
Metot: Çalışmamızda Endokrinoloji polikliniğinde PHPT tanısı alan 122 kadın 32 erkek toplamda 154 hasta retrospektif taranarak literatür eşliğinde değerlendirdik.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 53,83±13,80 yıl saptandı. Ortalama kalsiyum 11,83±1,28 mg/dl, fosfor 2,47±0,57 mg/dl, PTH 357,32±424,08 pg/ml, 25OH D₃ vitamini 16,58±9,57 ng/ml, eGFR 99,03±23,84 ml/dk/1,7, hiperkalsiüri 381,80±204,11 mg/24s saptandı. Hastaların %64,3’ünde (n: 99) kemik mineral yoğunluğu (KMD) ölçümü yapılmış ve %38,4’ünde (n: 38) osteopeni, %42,4’ünde (n: 42) osteoporoz mevcuttu. Hastaların %35,7’sinde (n: 55) taş düşürme öyküsü ve %36,1’inde (n: 35) ultrasonografide taş bulgusu saptandı. Totalde vakaların %37’sinde (n: 57) nefrolithiazis komplikasyon olarak gelişmiştir. Lokalizasyon çalışmasında hastaların %76,8’inde (n: 116) ultrasonografide adenom bulgusu tespit edilirken Tc99M sestamibide %70,7’sinde (n: 106) pozitif bulundu. Her iki görüntülemede de adenom en sık sağ altta lokalizeydi. Opere olan hastaların patolojisinde %91,5’i (n: 118) adenom olarak raporlandı. Opere olan hastaların takiplerinde %4,6’sında (n: 6) nüks tespit edildi.
Sonuç: PHPT’nin erken teşhis ve tedavi ciddi komplikasyonları önlemek açısından önemlidir. Çalışmamızdaki vakalarda da ciddi komplikasyonların olmaması erken tanının önemini göstermektedir.
Introduction: Primary hyperparathyroidism (PHPT) is a common endocrine disorder characterized by hypercalcemia and a high or normal parathyroid hormone (PTH) level inconsistent with calcium. Complications caused by hypercalcemia or excess PTH in patients affect many systems. Therefore, early diagnosis of PHPT can help prevent complications and determine the treatment.
Method: In our study, a total of 154 patients, 122 women and 32 men, who were diagnosed with PHPT in the Endocrinology outpatient clinic were retrospectively reviewed and evaluated in the light of the literature.
Results: The mean age of the patients was 53.83±13.80 years. Detected mean values for calcium were 11.83±1.28 mg/dl, for phosphorus 2.47±0.57 mg/dl, for PTH 357.32±424.08 pg/ml, for vitamin 25OH D₃ 16.58±9.57 ng/ml, for estimated glomerular filtration rate (eGFR) was 99.03±23.84 ml/min/1.7 and for urinary calcium amount was 381.80±204.11 mg/24h. Bone mineral density (BMD) measurements were made in 64.3% (n: 99) of the patients, 38.4 % (n: 38) had osteopenia, and 42.4 % (n: 42) had osteoporosis. A history of urinary stones was found in 35.7% (n: 55) of the patients, and stone findings were found on ultrasonography in 36.1 % (n: 35). In total, 37% (n: 57) of the cases developed nephrolithiasis as a complication. In the localization study, adenoma was detected in 76.8% (n: 116) of the patients by ultrasonography, while 70.7% (n: 106) were found positive by Tc99 sestamibi scan. The lower right part was the most commonly detected adenoma localization in both imaging. In the pathology results of the operated patients, 91.5% (n: 118) were reported as adenomas. In the follow-up of the operated patients, recurrence was detected in 4.6% (n: 6).
Conclusion: Early diagnosis and treatment of PHPT are important to prevent serious complications. The absence of serious complications in the cases in our study shows the importance of early diagnosis.

15.
Fleksible Üreteroskopik Taş Cerrahisinde Erişim Kılıfı Kullanımı Postoperatif Geç Dönemde Taşsızlık Oranını Etkiliyor mu?
Does the Use of an Access Sheath in Flexible Ureteroscopic Stone Surgery Affect the Stone-Free Rate in the Late Postoperative Period?
Ümit Yıldırım, Mehmet Uslu, Mehmet Ezer, Bumin Ors
doi: 10.5505/kjms.2023.81489  Sayfalar 82 - 86
Amaç: Yapılan bazı çalışmalar, retrograd intrarenal cerrahi (RIRS) için cerrahın doğrudan üretere girmeyi seçmesi durumunda üreter erişim kılıfının (UAS) gerekli olmadığını göstermektedir. Bu araştırmanın amacı, vaka serilerimizi mevcut literatür ışığında geriye doğru incelemek ve UAS kullanılan ve kullanılmayan vakalar arasında etkinlik, güvenlik ve ameliyat sonrası geç dönemde (3. ay) taşsızlık oranları açısından doğrudan bir karşılaştırma yapmaktır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2019- Haziran 2022 tarihleri arasında kliniğimizde RIRS ile tedavi edilen böbrek taşı olgularının retrospektif taraması yapıldı. Dahil etme ve hariç tutma kriterlerinin tümüne uyan 153 katılımcı çalışmaya dahil edildi. Üreter erişim kılıfı kullanılan vakalar için Grup UAS, kullanılmayanlar için Grup N oluşturuldu. Demografik veriler, ameliyat öncesi ve sonrası laboratuvar sonuçları ve radyografik veriler iki grup arasında karşılaştırıldı.
Bulgular: Gruplar arasında cinsiyet ve yaş açısından karşılaştırılabilir bir dağılım (50,85±13,20 ve 52,84±14,27; p=0,476) görüldü. Charlson Komorbidite İndekslerinin benzer bir dağılıma sahip olduğu bulundu [medyan (IQR): 1 (0,5–2,5) vs. 1 (0–3); p=0,986]. Serum kreatinin düzeyleri (0,92±0,27 vs. 0,97±0,34; p=0,560), ateş veya sepsis (%0,0 vs. %1,0; p=0,686) ve hastanede kalış süresi (2,15±0,65’e karşı 2,31±0,74; p=0,691) cerrahi takipte gruplar arasında benzerdi. Bilgisayarlı tomografi ile postoperatif üç aylık taşsızlık değerlendirmesinde Grup UAS üstün olmasına rağmen bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi (%72,9’a karşı %73,3; p=0,552).
Sonuç: Böbrek taşlarının cerrahi tedavisinde UAS kullanılsın veya kullanılmasın RIRS güvenli ve etkili bir şekilde kullanılabilir. Postoperatif geç dönemdeki (üç ay) komplikasyonlar ve başarı oranları UAS kullanımından önemli ölçüde etkilenmez.
Aim: Studies indicate that a ureteric access sheath (UAS) is unnecessary for retrograde intrarenal surgery 5 (RIRS) if the surgeon enters the ureter directly. This research aims to look back on our case series in light of the existing literature and directly compare cases with and without a UAS in terms of efficacy, safety, and stone-free rates in the late postoperative period (3rd month).
Materials and Methods: From January 2019 to June 2022, a retrospective screening of kidney stone cases treated with RIRS in our clinic was carried out. The study included one hundred fiftythree participants who complied with all inclusion and exclusion criteria. Group UAS was created for individuals who received UAS applications, and Group N for those who did not. The demographics, preoperative and postoperative laboratory, and radiographic data have been compared between the two groups.
Results: A comparable distribution in terms of gender and age (50.85±13.20 vs. 52.84±14.27; p=0, 476) was seen between the groups. The Charlson Comorbidity Indexes were found to have a similar distribution [median (IQR): 1 (0.5–2.5) vs. 1 (0–3); p=0.986]. Serum creatinine levels (0.92±0.27 vs. 0.97±0.34; p=0, 560), fever or sepsis (0.0% vs. 1.0%; p=0, 686), and hospital stay (2.15±0.65 vs. 2.31±0.74; p=0, 691) were comparable between the groups during the surgical follow-up. Even though Group UAS was superior in the postoperative three-month stone-free assessment with computerized tomography, this difference was not statistically significant (72.9% vs. 73.3%; p=0, 552).
Conclusion: In the surgical management of kidney stones, RIRS can be used safely and effectively whether or not UAS is used. Complications and success rates in the late postoperative phase (3 months) are not significantly impacted by UAS use.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
16.
Akut Miyeloid Lösemi (M4)/Hiperlökositoz ile Kendini Gösteren Miyeloid Sarkom, 47,XX + mar Vakası
Acute Myeloid Leukemia (M4)/Myeloid Sarcoma Presenting with Hyperleukocytosis, 47,XX + mar Case
Mustafa Özay
doi: 10.5505/kjms.2023.04935  Sayfalar 87 - 90
Hiperlökositoz 100.000/mm3’ten yüksek bir kan blast sayısı olarak tanımlanır ve en sık olarak monositik (M4) akut miyeloid lösemi (AML)’de meydana gelebilir. Hiperlökositoz, akciğerlerde ve santral sinir sisteminde lökostaz ile ilişkili olduğu için tıbbi bir acil durumdur. On sekiz aylık kız hasta kliniğimize anemi, trombositopeni, lökositoz, bilateral palpebral şişlik/proptozis, orta hatta ele gelen kitle ve boyunda lenfadenopati şikâyetleri ile getirildi. Akut miyeloid lösemi M4 morfolojik özelliklere sahip olan hastada miyeloid sarkom düşünüldü ve kemik iliği karyotip analizinde 47,XX+mar tespit edildi. Hiperlökositoz, lökostaz (bilinç bulanıklığı, takipne/ taşikardi), tümör lizis sendromu ve yaygın damar içi pıhtılaşması gibi komplikasyonları vardı. Düşük doz sitoredüksiyon kemoterapisine ilaveten, lökosit aferezi yapıldı. Hastanın tüm semptom ve şikâyetlerinin kayboldu. Sonuç olarak; orbital şişlik/proptozis ve batında kitle ile gelen, tanı anında yüksek lökosit sayısı, AML M4 morfolojik özelliklere sahip, yaygın damar içi pıhtılaşması olan ve küçük yaştaki bir çocuk hastada miyeloid sarkom akla gelmelidir.
Hyperleukocytosis is defined as a blood blast count >100.000/ mm3 and may occur most commonly in monocytic (M4) acute myeloid leukemia (AML). Hyperleukocytosis is a medical emergency associated with lung and central nervous system leukostasis. An 18-month-old female patient was brought to our clinic with anemia, thrombocytopenia, and leukocytosis with bilateral palpebral swelling/proptosis, a palpable mass in the midline, and lymphadenopathy in the neck. Myeloid sarcoma was suspected. The patient had AML M4 morphological features, and 47,XX + mar was detected in bone marrow karyotype analysis. She had complications such as hyperleukocytosis, leukostasis (blurring of consciousness, tachypnea/tachycardia), tumor lysis syndrome, and disseminated intravascular coagulation. In addition to low-dose cytoreduction chemotherapy, leukocyte apheresis was performed. All symptoms and complaints of the patient disappeared. Therefore, myeloid sarcoma should be considered in young children with orbital swelling/ proptosis, an abdominal mass, high leukocyte count at diagnosis, AML M4 morphological features, and diffuse intravascular coagulation.

DERLEME
17.
Kanser Tedavisine Yeni Bir Ekstrakromozomal Yaklaşım Hipotezi
The Hypothesis of a New Extrachromosomal Approach to Cancer Treatment
Abdullah Doğan
doi: 10.5505/kjms.2023.99076  Sayfalar 91 - 99
Kanserin oluşumu ve ilaçlarla tedavisinde aydınlatılmamış önemli noktalar bulunmaktadır. Tedavide kullanılan kanser ilaçlarının bir kısmı kanser hücrelerinin genetik materyaline etki etmektedir. Bu tip ilaçlar yüksek toksisiteye sahiptirler. Günümüzde kanser tedavisinde kullanılan önemli ilaçlar geliştirilmiş olmasına rağmen, henüz spesifitesi yüksek bir ilaç geliştirilmesi konusunda ciddi sorunlar vardır. Bunun nedeni kenserli hücrelere ilaçların etki edebileceği normal hücrelerden farklı farmakolojik etki noktalarının tam olarak tespit edilememiş olmasıdır. Bu makalede kanserin tedavisinde faydalı olabilecek bazı ekstrakromozomal etki noktaları ile ilgili hipotezler ileri sürülmüştür. Önerilen hipoteze dayanılarak araştırılması gereken kimyasal maddeler hakkında bilgiler verilmiştir.
There are important unexplained points in cancer formation and its treatment with drugs. Some of the cancer drugs used in the treatment affect the genetic material of cancer cells. These types of drugs have a high toxicity. Despite important drugs used in cancer treatment have been developed today, there are serious problems in developing a drug with high specificity. This is because the pharmacological action points where drugs can affect cancerous cells and which are different from normal cells have not been fully determined. The current article reveals hypotheses about some extrachromosomal action points that may be beneficial in cancer treatment. Depending on the proposed hypothesis, information about the chemicals to be investigated is given.

18.
Göz Ardı Edilen Tanı: Prenatal Depresyon
Underrated Diagnosis: Prenatal Depression
Özgür Koçak, Sabina Koçak
doi: 10.5505/kjms.2023.21033  Sayfalar 100 - 108
Duygusal değişkenlik, konsantrasyon güçlüğü, umutsuzluk, düşük enerji seviyesi, sinirlilik, besin alım bozukluğu ve uyku düzenindeki değişiklikler ile karakterize ruh sağlığı bozukluklarına depresyon denir. DSM-5’e göre depresyon tanısı koymak için en az iki haftalık süre ile aşağıdaki beş veya daha fazla semptom olmalı ve semptomlardan en az biri depresif duygudurum veya ilgi kaybı veya zevk kaybı olmalıdır. Diğerleri ise diyet yapmadan kilo kaybı, fiziksel harekette azalma, yorgunluk veya enerji kaybı, değersizlik hissi, düşünme veya konsantre olma yeteneğinde azalma ve tekrarlayan ölüm düşünceleridir. Doğum öncesi depresyonun tespitinin birçok klinik anlamı olabilir çünkü; kötü obstetrik sonuçlar ve kötü neonatal sonuçlar, doğum sonrası depresyon, erken doğum ve düşük doğum ağırlığı, gebelik yaşına göre küçük fetüs, intihar girişimleri, daha yüksek sezaryen insidansı, uzamış doğum, daha ağrılı doğum, operatif doğum ve ayrıca düşük APGAR skoru ile ilişkilidir. Gebeler için Covid 19 tedavisi standart olmakla birlikte, Covid 19 pandemileri sırasında daha önemli olan ve prevalansı artan anksiyete ve depresyonun tedavisini hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyoruz. Tedavi seçenekleri Psikoterapi, Akupunktur, Parlak ışık tedavisi, Egzersiz/yoga, Masaj terapisi, Aile/çift terapisi, Folik asit, Omega-3 yağ asitleri, S-adenosil metiyonin ve tıbbi Antidepresan tedavisidir. Bu derlemede gebe depresyonunun tedavisinde kullanılan güncel tedavi yöntemleri detaylı olarak özetlenmiştir.
Mental health disorders characterized by emotional lability, difficulty in concentrating, hopelessness, low energy level, irritability, food intake disorder, and changes in sleep patterns are called depression. To be diagnosed with depression according to the DSM-5, the following five or more symptoms must be present for at least 2 weeks, and at least one of the symptoms must be depressed mood or loss of interest or pleasure. Others include weight loss without dieting, decreased physical activity, fatigue or loss of energy, feelings of worthlessness, decreased ability to think or concentrate, and recurrent thoughts of death. The detection of antenatal depression may have many clinical implications because; it was associated with poor obstetric, neonatal outcomes, postpartum depression, preterm birth and low birth weight, small for gestational age, suicidal attempts, higher incidence of cesarean section, prolonged labor, more painful labor, operative delivery and it was also associated with a low APGAR score. While Covid 19 treatment is certain for pregnant women, we think it is useful to remember the treatment of anxiety and depression, which is more important and has increased prevalence during Covid 19 pandemics. The treatment options are Psychotherapy, Acupuncture, Bright light therapy, Exercise/yoga, Massage therapy, Family/couples therapy, Folic acid, Omega-3 fatty acids, S-adenosyl methionine, and medical Antidepressant treatment. In this review, current treatment methods used in the treatment of pregnant depression are summarized in detail.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git