Kafkas J Med Sci: 7 (1)
Cilt: 7  Sayı: 1 - 2017
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Üçüncü Basamak Bir Hastanede, 2011–2015 Yılları Arasındaki Sağlık Bakım İlişkili Kan Dolaşımı Enfeksiyonlarının Değerlendirilmesi; Epidemiyoloji ve Mortalite Risk Faktörleri
The Evaluation of Healthcare Associated Bloodstream Infections at a Tertiary Care Hospital Between 2011 and 2015: Epidemiology and Mortality Risk Factors
Aliye Bastuğ, Esragül Akıncı, Adalet Aypak, Dilek Kanyılmaz, Halide Aslaner, Ayşe But, Meltem Arzu Yetkin, Pınar Öngürü, Hürrem Bodur
doi: 10.5505/kjms.2017.02360  Sayfalar 1 - 6
Amaç: Kan dolaşımı enfeksiyonları (KDE) hastanelerde mortalitenin önemli nedenlerindendir. Bu enfeksiyonları yönetebilmek için lokal surveyans verileri göz önünde bulundurulmalıdır. Bu çalışmanın amacı; kan dolaşımı enfeksiyonlarında mikrobiyolojik karakteristikleri ve mortalite risk faktörlerini belirlemektir.
Materyal ve Metot: Ocak 2011 ve Haziran 2015 yılları arası hasta ve laboratuvara dayalı aktif prospektif surveyans verileri değerlendirildi. Çalışmaya primer kan dolaşımı enfeksiyonu olan hastaların ilk epizodları dahil edildi. Kan dolaşımı enfeksiyonlarını tanımlamak için CDC tanı kriterleri kullanıldı. Kaydedilen veriler arasında; demografik veriler, altta yatan hastalıklar, invaziv işlemler, ateş (≥38°C) veya hipotermi (<36°C) varığı, etken izolatlar ve antimikrobiyal direnç paternleri, hastalığın başlangıcı sonrası ilk 3 gün içinde uygun antibiyotik kullanımı ile 14 gün içindeki mortalite yer almaktadır.
Bulgular: Çalışma süresince sağlık bakım ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonu olan 373 hasta tanımlandı. Acinetobacter en sık saptanan izolat (%20,4, n=76) olup sonrasında sırasıyla Koagulaz negatif stafilokoklar (KNS) (%19,3, n=72), kandida suşları (%17,2, n=64) ve Klebsiella suşları (%11, n=41) saptandı. Acinetobacter suşları arasında çok ilaca direnç oranı %98,7 idi. Metisilin direnci S.aureus için %66,7 ve KNS için %79,2 bulundu. Genişlemiş spektrumlu beta laktamaz (ESBL) oranı Klebsiella suşlarında %65 (25/40) ve E.coli suşlarında %67,9 (19/28) idi. Hastalarda ilk 14 gün içindeki mortalite oranı %37,8 (n=141) idi. Lojistik regresyon analizi sonucunda; acinetobacter ve kandida izolatlarına bağlı kan dolaşımı enfeksiyonlarında sırasıyla 2,35 ve 2,48 kat daha fazla mortalite oranı saptandı. Uygun olmayan antibiyotik tedavisi, hipotermi varlığı, steroid kullanımı, diyaliz ve iki veya daha fazla altta yatan hastalık olması mortaliteyi gösteren diğer bağımsız faktörler olarak bulundu.
Sonuç: Dirençli izolatlara bağlı oluşan kan dolaşımı enfeksiyonları yüksek mortalite ile sonuçlandığından bu enfeksiyonlar için aktif surveyans yapılması önemlidir. Uygun antimikrobiyal tedavi mortaliteyi anlamlı olarak azalttığından oldukça önemlidir.
Aim: Bloodstream infections (BSIs) are an important cause of mortality in hospitals. Local surveillance data should be taken into account to overcome these challenging infections. The aim of this study is to determine the microbiological characteristics of BSIs and the risk factors for mortality.
Material and Method: Active prospective surveillance data based on patient and laboratory were evaluated from January 2011 to June 2015. The first episodes of primary BSIs of the patients were included to the study. CDC case definitions were used to define BSIs. The data were recorded included demographics, underlying conditions, invasive procedures, fever (>=38°C) or hypothermia (<36°C), causative isolates and antimicrobial resistance patterns, appropriate antimicrobial therapy within 3 days after the onset of infection and outcome on day 14 after infection onset.
Results: During the study period 373 patients with health care associated BSIs were identified. Acinetobacter spp. was the most common isolate (20.4%, n=76), followed by Coagulase negative Staphylocccus (CoNS) (19.3%, n=72), Candida spp. (17.2%, n=64) and Klebsiella spp. (11%, n=41), respectively. Multidrug resistance ratio was 98.7% for Acinetobacter spp. Methicillin resistance was found 66.7% of Staphylococcus aureus (S.aureus) and 79.2% of CoNS. Extended spectrum beta lactamases (ESBL) ratio for Klebsiella spp. was 65% (26/40) and 67.9% (19/28) for E.coli. The mortality rate of the patients in the first 14 days was 37.8% (n=141). Logistic regression analysis re-vealed that, BSIs due to the Acinetobacter spp. and Candida spp. had 2.35 and 2.48 times higher mortality rates, respectively. Inappropriate antimicrobial therapy, presence of hypothermia, steroid usage, dialysis and presence of two or more underlying conditions were other independent predictors for mortality.
Conclusion: It is important to perform active surveillance for BSIs which result in high mortality rates due to resistant isolates. Appropriate antimicrobial therapy is crucial since it has a significant impact to decrease mortality.

3.
Radyoterapi Planında Kontrast Madde Kullanımının Doz Hesaplamasına Etkisi Var mıdır?
Is There Effect of Contrast Media Use on Dose Calculation in Radiotherapy Planning?
Dilek Ünal, Alaettin Arslan, Harun Çelik
doi: 10.5505/kjms.2017.32656  Sayfalar 7 - 10
Amaç: Bu çalışmanın amacı yoğunluk ayarlı radyoterapi (YART) ile akciğer kanseri tedavi planlaması için radyasyon doz hesaplamaları üzerine kontrastlı bilgisayarlı tomografi (BT) taramanın etkisini değerlendirmekti.
Materyal ve Metot: Akciğer kanserli 10 hastanın radyoterapi (RT) planlama için kullanılmış BT görüntüleri retrospektif olarak değerlendirildi. Tümörün yerleşimine göre 5, 6 ve 7 alan YART planlandı. Doz 60 Gy olarak belirlendi. YART plan değerlendirilmesinde PTV’nin %95’inin, dozun %95’ini alması hedeflendi. Planlanan hedef volümün (PTV) %50’sinin (D50), %90’ının (D90) ve %95’inin (D95) kontrastlı ve kontrastsız aldığı dozlar karşılaştırıldı. Benzer olarak kritik normal yapılardan olan spinal kordun kontrastlı ve kontrastsız dozları da karşılaştırıldı. Ayrıca kritik normal yapılardan olan normal akciğer dokusunun 20 Gy ve üzerinde doz alan volümünün (V20) kontrastlı ve kontrastsız yüzdeleri de karşılaştırıldı.
Bulgular: Kontrastlı ve kontrastsız PTV D95, D90 ve D50 arasında anlamlı fark saptanmadı (p >0,05). Benzer olarak kontrastlı ve kontrastsız spinal kord dozları arasında da anlamlı fark saptanmadı (p >0,05). Ayrıca kontrastlı ve kontrastsız V20 yüzdeleri arasında da anlamlı fark saptanmadı (p >0,05).
Sonuç: Bizim bulgularımız YART ile akciğer kanseri tedavi planlaması için doz hesaplaması üzerine kontrast madde kullanımının belirgin bir etkisinin olmadığını düşündürmektedir.
Aim: The aim of this study was to evaluate the effect of contrastenhanced computed tomography (CT) scans on the radiation dose calculations for lung cancer treatment planning with intensity modulated radiotherapy (IMRT).
Material and Method: CT images used for radiotherapy (RT) planning of 10 patients with lung cancer were evaluated retrospectively. IMRT plans were used 5–7 coplanar beams according to tumor localization. The dose was 60 Gy. Contrast-enhanced and unenhanced doses of 50% (D50), 90% (D90) and 95% (D95) of planning target volume (PTV) were compared. Similarly, contrast-enhanced and unenhanced doses of spinal cord, which is one of critical normal structures, were compared. Contrast-enhanced and unenhanced percentages of volume of normal lung tissue, which is another of critical normal structures, received ≥20 Gy dose were also compared.
Results: There was no significant difference between contrast-enhanced and unenhanced PTV D95, D90 and D50 doses (p >0.05). Similarly, there was no significant difference between contrastenhanced and unenhanced doses of spinal cord (p >0.05). There was also no significant difference between contrast-enhanced and unenhanced V20 percentages (p >0.05).
Conclusion: Our findings suggest that use of contrast agent has not significant effect on the dose calculation for lung cancer treatment planning with IMRT.

4.
Reprodüktif Dönemde Anormal Uterin Kanaması Olan Kadınlarda Endometrial Poliplerin Obezite, Diyabet ve Hipertansiyon Sıklığı ile İlişkisi
The Relationship Between Endometrial Polyps, Obesity, the Incidence of Diabetes and Hypertension in Women Who Admitted with Abnormal Uterin Bleeding in Reproductive Ages
Burak Yücel, Kerem Doğa Seçkin, Burak Özköse, Turgut Aydın, Ali Ekiz, Gökhan Yıldırım
doi: 10.5505/kjms.2017.57625  Sayfalar 11 - 14
Amaç: Anormal uterin kanama ile başvuran reprodüktif çağdaki kadınlarda, endometriyal polip tanısının obezite, diyabet veya hipertansiyon sıklığı ile ilişkisi olup olmadığını araştırmak
Yöntem: Anormal uterin kanama nedeni ile endometriyal örnekleme yapılan 557 hasta çalışmaya dâhil edildi. Postmenopozal kanaması olan, patoloji sonucunda endometriyal hiperplazi veya kanser saptanan, eşlik eden uterin patolojisi bulunan hastalar çalışmadan dışlandı (n=117). Sonuç olarak endometriyal polip grubu 120 hastadan oluşuyordu, kontrol grubu ise endometriyal polip tanısı almamış 320 hastadan oluşturuldu.
Bulgular: Ortalama vücut kitle indeksi, endometriyal polip grubunda (30.1±2.94), kontrol grubu (28.2±1.92) ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı yüksekti (p<0.001). Diyabet ve hipertansiyon sıklığı yine endometriyal polip grubunda (%8.33 ve %6.67) kontrol grubuna oranla (%3.44 ve %2.19) yüksek idi. Farklar istatistiksel olarak anlamlı idi (p=0.031 ve p=0.021).
Sonuç: Çalışmamızda elde ettiğimiz bulgulara göre, endometriyal polipler obezite, diyabet veya hipertansiyon varlığı ile daha sık birliktelik göstermektedir. Sadece postmenopozal dönemde veya endometriyal kanser varlığında değil, reprodüktif dönemde de obezite, diyabet ve hipertansiyon endometriyal polip etyopatogenezinde rol alıyor görünmektedir.
Aim: To investigate whether endometrial polyps are associated with obesity and incidence of diabetes mellitus or hypertension in women who admitted with abnormal uterin bleeding in reproductive ages.
Methods: We included 557 patients who had endometrial sampling due to the abnormal uterin bleeding. Patients with postmenopozal bleeding, endometrial hyperplasia or cancer and concomitant uterin pathology were excluded (n=117). Finally, endometrial polyp group consisted of 120 patients and control group consisted of 320 patients.
Results: Mean body mass index was statistically significantly higher in endometrial polyp group (30.1±2.94) compared to control group (28.2±1.92; p<0.001). The incidence of diabetes mellitus and hypertension was higher in endometriyal group (8.33% and 6.67%) compared to control group (3.44% and 2.19%). The differences were also statistically significant (p=0.031 and p=0.021).
Conclusion: The results of our study reveal that, endometrial polyps are associated with higher body mass index and the presence of diabetes mellitus or hypertension. Not only in postmenopausal period or in cases of endometrial cancer; obesity, diabetes mellitus and hypertension may play a role in the etiopathogenesis of endometrial polyps.

5.
Laparoskopik Sleeve Gastrektomide Stapler Hattının Güçlendirilmesi; Gerçekten Gerekli mi?
Buttressing the Stapler Line in Laparoscopic Sleeve Gastrectomy; Is It Really Necessary?
İsmail Cem Sormaz, Levent Avtan
doi: 10.5505/kjms.2017.91886  Sayfalar 15 - 18
Amaç: Bu çalışmamızda morbid obezite nedeniyle laparoskopik sleeve gastrektomi uygulanan ve rezeksiyon hattına güçlendirme süturu konulmayan hastaların sonuçları değerlendirmeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Kliniğimizde Ocak 2014 ve Aralık 2015 tarihleri arasında morbid obezite nedeniyle laparoskopik sleeve gastrektomi uygulanan ve rezeksiyon hattına güçlendirme süturu konulmayan 16 ardışık hastanın dosyası incelendi. Hastaların demografik özellikleri, vücut kitle indeksi (VKİ), ameliyat süreleri, ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası 3. gündeki hemoglobin (Hb) değerlerindeki değişim ve ameliyat sonrası gelişen komplikasyonları değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan hastaların ortalama yaşı 44,1±7,2, K/E oranı 12/4 idi. Hastaların ortalama VKİ 49±9 kg/m2 olarak hesaplandı. Ortalama ameliyat süresi 87,9±16,1 dakika olarak hesaplandı. Ameliyat öncesi ortalama Hb değerleri 14,41±0,77 gr/dL, ameliyatın 3. gününde ortalama Hb değerleri 13,91±0,82 gr/dL olarak hesaplandı. Ameliyat sonrası hiçbir hastada major komplikasyon, stapler hattında kaçak veya kanama görülmedi. Tüm ameliyatlar açık cerrahiye geçilmeden laparoskopik olarak sonlandırıldı.
Sonuç: Kliniğimizde yeni nesil stapler ile rezeksiyon yaptıktan sonra hiçbir güçlendirici yöntem kullanmadık ve herhangi bir komplikasyon ile karşılaşmadık. Az sayıda vakamızla yayınladığımız bu çalışma bir ön sonuç olarak görülebilir.
Aim: To evaluate the results of patients who underwent laparoscopic sleeve gastrectomy without buttressing the stapler line. Material and Method: Hospital records of 16 consecutive patients who underwent laparoscopic sleeve gastrectomy without buttressing the stapler line between Jan 2014 and Dec 2015 were evaluated. Demographic datas, body mass index (BMI), operation time, pre-operative and post-operative (3rd day) hemoglobine levels and post-operative complications were evaluated.
Results: Mean age of patients was 44.1±7.2 and female tomale ratio was 12/4. Mean BMI was 49±9 kg/m2. Mean duration of surgery was 87.9±16.1 minutes. Mean hemoglobin value was 14.41±0.77 gr/dL pre-operative and 13.91±0.82 gr/dL post-operative (3rd day). No major complication, leakage and bleeding was observed. All operations was ended witout conversion to open surgery.
Conclusion: All operations were done with new generation staplers without using any buttressing procedures and no complications occured. This study with small number of patients can be evaluated as a preliminary report.

6.
Kronik B Viral Hepatitlerde Kullanılan Histolojik Skorlama Sistemleri ile Tedavi Başarısı Arasındaki İlişkinin Saptanması
The Relationship between Treatment Response and Histological Scoring Systems Applied in Chronic Hepatitis B
Samir Abdullazade, Taylan Kav, Özay Gököz, Sevgen Önder, Cenk Sökmensüer
doi: 10.5505/kjms.2016.19981  Sayfalar 19 - 25
Amaç: Kronik B viral hepatitlerde karaciğer biyopsisi tanısal öneminden çok tedavi planlamasında önemlidir. Günümüzde karaciğer biyopsileri viral hepatitlerin niceliksel özelliklerinden çok niteliksel Introduction In patients with chronic viral hepatitis (CVH) liver biopsy has more important role in treatment planning than diagnostics. Nowadays, the role of liver needle biopsies is to provide a qualitative rather than a quantitative assessment of effects of viral hepatitis. For this qualitative assessment three scoring systems (Modified Knodell, METAVIR, Scheuer) are more widely used1,2,3 (Table 1–4) and the scoring results has become requisite in the pathology reports. Reliability, etkilerini saptamak için yapılmaktadır. Bu niteliksel değerlendirme için üç skorlama sistemi (Modifiye Knodell, Scheuer, METAVIR) daha sık kullanılmaktadır. Skorlama sonuçlarının patoloji raporlarında yazılması zorunlu olmuştur. Bu çalışmadaki amaç, kronik B viral hepatitlerde uygulanan skorlama sistemlerindeki histopatolojik parametrelerin tedavi başarısı ile ilişkisinin araştırılması ve literatür bilgileri ile karşılaştırılmasıdır.
Materyal ve Metot: En az bir yıl süreyle takip edilen ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı ile Gastroenteroloji Bilim Dalında kronik B viral hepatit tanısı almış 101 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Hastalar antiviral tedaviye yanıt açısından iki gruba bölünmüştür. Kronik viral hepatitlerde kullanılan üç skorlama sistemini (Modifiye Knodell, Scheuer, METAVIR) oluşturan parametrelerin tedavi başarısı ile ilişkisi istatistiksel olarak araştırıldı.
Bulgular: Kronik B viral hepatitlerde METAVIR total grade A ve METAVIR lobüler aktivitesi ile tedavi yanıtı arasında istatistiksel olarak anlamlı sonuç saptandı.
Sonuç: Bu çalışmada kronik B viral hepatitlerde histopatolojik değerlendirmede METAVIR skorlama sisteminin Modifiye Knodell sistemine tercih edilmesinin daha uygun olduğu saptanmıştır.
Aim: In patients with chronic viral hepatitis liver biopsy has more important role in treatment planning than diagnostics. Nowadays, the role of liver needle biopsies is to provide a qualitative rather than a quantitative assessment of effects of viral hepatitis. For this qualitative assessment three scoring systems (Modified Knodell, METAVIR, Scheuer) are more widely used and the scoring results has become requisite in the pathology reports. The aim of this study is to identify the relationship between histopathological parameters of scoring systems applied in chronic viral hepatitis and treatment response; together with a comparison of these results with the literature.
Material and Method: 101 patients diagnosed to have chronic B viral hepatitis and followed up for at least one year were included in the study. Patients were divided in two clinical groups according to the response to antiviral therapy. The relationship between treatment response and histological parameters of three scoring systems (Modified Knodell, Scheuer, METAVIR) used in chronic viral hepatitis were statistically evaluated.
Results: There appeared to be a statistically significant relationship between the treatment response and METAVIR total grade A, METAVIR lobular activity in chronic B viral hepatitis.
Conclusion: It can be claimed that METAVIR scoring system is better than Modified Knodell system for histological assessment in chronic B viral hepatitis.

7.
Pediatrik Hastalarda Manyetik Rezonans Görüntüleme Sırasında Uygulanan Anestezi Deneyimlerimiz
Anesthesia Experiences During Magnetic Imaging Process on Pediatric Patients
Ömür Öztürk, Sefer Üstebay, Ali Bilge
doi: 10.5505/kjms.2016.68984  Sayfalar 26 - 28
Amaç: Çalışmamızda pediatrik hastalarda manyetik rezonans görüntüleme istem nedenleri, pentotal sodyum ve propofol ile yapılan anestezi uygulamalarının sedasyon kalitesini, komplikasyon oranlarını geriye dönük olarak incelemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Bu çalışmada Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Araştırma ve Uygulama Hastanesinde 2013–2016 yılları arasında 3 ay – 5 yaş aralığındaki pediatrik hastalarda anestezi altında çekilen manyetik rezonans görüntüleme işlemi uygulanan 109 hasta retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Kayıtları incelenen 109 hastanın 53’üne pentotal sodyum, 56’sına propofol uygulandığı saptandı. Her iki grupta komplikasyon olmadan anestezinin tamamlandığı tespit edildi.
Sonuç: Günübirlik ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında özellikle manyetik rezonans görüntüleme işlemi esnasında gerekli fiziki ve teknik altyapının düzenlenmesinden sonra pentotal sodyum ve propofolün güvenli bir şekilde uygulanabileceği kanısındayız.
Aim: We aim to study the quality of sedation and complications ratios during anesthesia applied with sodium thiopental and propofol and the reason of the magnetic imaging requests on pediatric patients retrospectively according to the hospital data.
Material and Method: In this study, 109 patients, aged from 3 months to 5 years, that have been applied magnetic imaging process under anesthesia, have been examined retrospectively.
Results: Pentotal sodium has been applied to 53 patients and propofol has been applied to 56 patients. Anesthesia processes were successfully performed on both groups.
Conclusion: We recommend that pentothal sodium and propofol anesthesia can be used safely for outpatient anesthesia during magnetic imaging studies under appropriate physical and technical circumstances.

8.
Abdominopelvik Ağrı: 137 Olgunun Prospektif Çalışması
Abdominopelvic Pain: A Prospective Study of 137 Patients
Oğuzhan Özdemir, Yavuz Metin, Nurgül Orhan Metin
doi: 10.5505/kjms.2017.22043  Sayfalar 29 - 34
Amaç: Bu prospektif çalışmada, difüzyon ağırlıklı manyetik rezonans (DAG-MR) görüntülemenin akut abdominopelvik ağrı ile acil servise baş vuran ve konservatif tedavi ile takip kararı verilen olgulardaki rolünün araştırılması amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metot: Toplam 137 olguda DAG-MR ve bilgisayarlı tomografi (BT) kombinasyonu ile ilk tanı konulduktan sonra, takipte tedavi yanıtı DAG-MR ile değerlendirildi.
Bulgular: Çalışma popülasyonu; ortalama yaş 49,8, yaş aralığı 19–84, 72 kadın ve 65 erkek şeklinde idi. Takipte toplamda 283 DAG-MR tetkiki yapıldı. Bunlardan 273 tanesi klinik bulgular ile uyumluyken, 10 tanesi uyumsuzdu. 11 olguda BT ihtiyacı olurken, 16 tanesi opere edildi. Sonuç: DAG-MR görüntüleme invazif olmayan, etkili bir yöntem olup akut abdominopelvik ağrılı olguların takibinde güvenli bir şekilde kullanılabilir.
Aim: This prospective study aims to evaluate the role of diffusionweighted magnetic resonance (DW-MR) imaging in patients presenting with acute abdominopelvic pain, who are decided a follow-up with conservative treatment after admission in the emergency department.
Material and Method: A total of 137 consecutive patients with various causes of acute abdominopelvic pain were followed-up with DW-MR imaging to monitor the response to medical treatment after a primary diagnosis made by combination of DW-MR imaging and computed tomography (CT).
Results: The demography of study population was as follows: mean age, 49.8; range, 19–84 years: 72 females, 65 males. For each follow-up DW-MR imaging review, the decision was made by three radiologists in consensus. All data regarding follow-up DW-MR imaging, clinical symptoms and laboratory results were documented. A total of 283 DW-MR scans were performed; 273 DW-MR scans were compatible with the clinical status, while 10 were disconcordant with the clinical status. 11 patients needed a CT scan and 16 patients underwent surgery.
Conclusion: DW-MR imaging is a non-invasive and efficient technique that may be used with confidence to monitor patients with non-operated acute abdominopelvic pain during follow-up.

9.
Hashimoto Tiroiditi Olan Hastalarda Malignensi Tesbitinde İnce İğne Aspirasyon Biyopsisinin Etkinliği
The Credibility of Fine-Needle Aspiration Biopsy for Malignancy in Patients with Hashimoto Diseases
Fatih Çiftci, Turgut Anuk, Zeynep Tatar
doi: 10.5505/kjms.2017.86094  Sayfalar 35 - 39
Amaç: Bu çalışmanın amacı Hashimoto tiroiditli hastalarda malignite varlığını analiz etmek ve preoperatif ince iğne aspirasyon biyopsisinin (İİAB) güvenirliliğini değerlendirmektir.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmaya Temmuz 2011 ile Aralık 2014 arasında nodüler guatr nedeniyle opere edilen 66 hasta dahil edildi. Bu hastalarda preoperatif İİAB ile sitopatolojik değerlendirme ve sonrasında tiroidektomi operasyonu yapıldı. Tüm hastalara histopatolojik değerlendirme ile Hashimoto tiroiditi kesin tanısı koyuldu.
Bulgular: İİAB sonuçları olguların 21’inde (%31,8) benign, 25’inde (%37,8) malignite için şüpheli, 13’ünde (%19,6) malign ve 7’sinde (%10,6) yetersiz olarak yorumlandı. Tiroidektomi sonrasında 14 hastada (%21,2) ve 2 hastada (%3,0) sırasıyla tiroid papiller karsinomu ve tiroid papiller karsinomunun folliküler varyantı saptandı. Malignite saptama açısından İİAB sonuçlarının duyarlılığı %79, özgüllüğü %39, yalancı pozitifliği %70,1, yalancı negatifliği %13,9, pozitif öngörü değeri %32,1, negatif öngörü değeri %86,0 ve tanısal doğruluk oranı %51 olarak yorumlandı.
Sonuç: Hashimoto tiroidi ile papiller tiroid karsinomunun birlikte bulunması sıktır. Hashimoto tiroiditi hastalarında İİAB sonuçlarını değerlendirmek çok güç olup yalancı pozitiflik oranının artması muhtemeldir.
Aim: This study aimed to research the presence of malignancy in patients with Hashimoto’s thyroiditis, and to examine the reliability of preoperative fine-needle aspiration biopsy (FNAB).
Material and Method: This retrospective study included 66 patients who were operated on due to nodular goiter between July 2011 and December 2014. The patients underwent thyroidectomy following a cytologic analysis with FNAB. Hashimoto’s thyroiditis was testified with histopathology in all patients.
Results: FNAB outcome were described as malignant in 13 (19.6%), benign in 21 (31.8%), inadequate in 7 (10.6%), and suspicion for malignancy in 25 (37.8%) cases. After thyroidectomy, existence of papillary thyroid carcinoma and follicular variant of papillary thyroid carcinoma were found in 14 (21.2%) and 2 (3.0%) patients, respectively. With regard to malignancy, FNAB displayed a specificity of 39%; sensitivity of 79%; false negative ratio of 13.9%; false positive ratio of 70.1%; positive predictive value of 32.1%; diagnostic accuracy of 51%; and negative predictive value of 86.0%.
Conclusion: This coexistence of Hashimoto’s thyroiditis and papillary thyroid carcinoma is fairly mutual. FNAB outcome for such cases are difficult to score, and they are probably to rise the number of false positive cases.

10.
Hekim Adaylarının Bilişötesi Öğrenme Stratejilerinin Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi
An Analysis of Metacognitive Learning Strategies of Physician Candidates in Terms of Some Variables
Barış Sezer
doi: 10.5505/kjms.2017.26023  Sayfalar 40 - 46
Bu araştırmanın amacı, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarda öğrenim gören öğrencilerin (N=614) bilişötesi öğrenme strateji düzeylerini belirleyerek, bu stratejileri çeşitli değişkenler açısından incelemektir. Genel olarak elde edilen veriler doğrultusunda hekim adaylarının bilgiyi işleme süreci hakkındaki bilgisinin ve farkındalıklarının “örgütleme” ve “denetleme” alt boyutlarında iyi, diğer iki alt boyut olan “Değerlendirme” ve “Planlama”da ise orta düzeyde olduğu söylenebilir. Ulaşılan diğer sonuçlar hekim adaylarının bilişötesi öğrenme stratejilerinin cinsiyet, akademik başarı ve sınıf düzeyi değişkenlerine göre alt boyutlarda anlamlı farklılıklar olduğunu göstermektedir.
The aim of this research is determining the metacognitive learning strategies of the 1st, 2nd and 3rd year students (N=614) of Hacettepe University’s Faculty of Medicine and analyzing these strategies in terms of different variables. It can be argued in general that in accordance with the collected data they are good at the “Organization” and “Observation” sub-dimensions in terms of knowledge and awareness of the information processing process and they are on an intermediate level in the other two sub-dimensions called “Evaluation” and “Planning”. The findings presented with this research show that there is a significant difference regarding gender, academic success and class levels variable on sub-dimensions of metacognitive learning strategies.

11.
Endoskopik Mide Biyopsisi Sonuçları: Kars İli
Endoscopic Gastric Biopsy Results: Kars Province
Yasemen Adalı, Hüseyin Avni Eroğlu, Gülname Fındık Güvendi
doi: 10.5505/kjms.2017.70894  Sayfalar 47 - 52
Amaç: Günümüzde sağlık kuruluşlarına başvuru sebepleri arasında üst gastrointestinal sistemle ilgili şikayetler sıklıkla göze çarpmaktadır. Bu semptomların değerlendirilmesinde en efektif yöntem endoskopik inceleme ve histopatolojik değerlendirmedir. Biz çalışmamızda Kars ilinde yapılan mide endoskopik biyopsi değerlendirmelerini histopatolojik olarak gözden geçirmeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: 2014–2016 yılları arasında hastanemize başvuran ve mide biyopsisi yapılan 1457 olgu çalışmaya alındı. Analizler SPSS 20.0 paket programı ile yapıldı.
Bulgular: Çalışmamıza dahil edilen 1457 olgudan 9 (%0,6) olguda morfolojik limitlerde mide mukozası saptanırken 484 (%33,2) olguda kronik, 921 (%63,2) olguda aktif kronik gastrit, 40 olguda (%2,7) invaziv adenokarsinom, 1 (%0,1) olguda intramukozal karsinom, 1 (%0,1) olguda hiperplastik polip ve 1 (%0,1) olguda villöz adenom gözlenmiştir.
Sonuç: Kars ilinde yapılan mide endoskopik biyopsilerindeki histopatolojik bulguların sıklığını tek merkezli bir çalışmada değerlendirdik. Çalışmamızın daha geniş olgu sayıları yapılacak çalışmalara ışık tutabileceği düşüncesindeyiz.
Aim: Today, complaints about the upper gastrointestinal system are frequently encountered among the reasons for referral to health facilities. The most effective method for evaluating these symptoms is endoscopic examination and histopathologic evaluation. In our study, we aimed to evaluate gastric endoscopic biopsy evaluations performed in Kars province histopathologically.
Material and Method: Between 2014 and 2016, 1457 patients who applied to our hospital and underwent stomach biopsy were included in the study. Analysis was performed with SPSS 20.0 software package.
Results: There were 484 (33.2%) chronic gastritis, 921 (63.2%) active chronic gastritis, 40 (2.7%) invasive adenocarcinomas, 1 (0.1%) intramucosal adenocarcinoma, 1 (0.1%) hyperplastic polyp, 1 (0.1%) villous adenoma and 9 (0.6%) gastric mucosa at morphological limits in the 1457 cases included in our study.
Conclusion: We tried to evaluate the frequency of histopathological findings in gastric endoscopic biopsies performed in Kars province in a single center study. We think that our study can shed light on the studies which are going to be done on a larger number of cases.

12.
Oksaliplatin-Temelli Rejim Altında Progresyon Gösteren Metastatik Kolorektal Kanserli Hastalarda Modifiye Folfiri-Bevasizumab Rejimi
Modified FOLFIRI-Bevacizumab Regimen in the Patients with Metastatic Colorectal Cancer Who Had Progressed After Oxaliplatin-Based Regimen
Doğan Koca, Davut Demir, Oğuzhan Özdemir, Hüseyin Akdeniz, Mehmet Kurt
doi: 10.5505/kjms.2017.49932  Sayfalar 53 - 59
Amaç: İlk-sıra tedavide oksaliplatin-temelli rejim alan metastatik kolorektal kanserli (mKRK) hastalarda ikinci-sıra tedavide modifiye FOLFIRI-Bevacizumab (mFOLFIRI-B) rejiminin etkinlik ve tolerabilitesi araştırıldı.
Materyal ve Metot: Çalışmaya ilk-sıra tedavide oksaliplatin-temelli rejim alan, ardından progresyon gözlenen ve ikinci-sıra tedavide mFOLFIRI-B rejimi alan mKRK’li hastalar alındı. Toksisite ve etkinlik ile ilgili veriler retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Toplam 172 mKRK’li hasta ikinci-sıra tedavide mFOLFIRI-B rejimi almıştı. Hastaların %39,5’inde objektif cevap, 9,0 aylık (7,6 ile 10,3 arası) median progresyonsuz yaşam, 19,0 aylık (15,1 ile 26,2 arası) median tüm yaşam saptandı. Grade 3/4 toksisite %33,7 oranında tespit edildi. Grade 3/4 hematolojik toksisite %31,9 oranında tespit edildi.
Sonuç: Sonuç olarak mKRK’li hastalarda oksaliplatin-temelli rejim sonrası ikinci-sıra tedavide mFOLFIRI-B rejimi etkili ve güvenilir bir tedavi rejimidir.
Aim: We aimed to investigate the efficacy and tolerability of modified FOLFIRI-Bevacizumab (mFOLFIRI-B) regime in the secondline treatment of metastatic colorectal cancer (mCRC) patients who received oxaliplatin-based regimen in the first-line treatment.
Material and Method: The patients treated with mFOLFIRI-B regimen in second-line therapy who had progressed after oxaliplatin- based chemotherapy were included in this study. The datas of toxicity and efficacy of the regimen were retrospectively evaluated.
Results: Total 172 mCRC patients had received mFOLFIRI-B regime in the second-line treatment. 39.5% objective response rate, 9.0 months (7.6 to 10.3) median progression-free survival, 19.0 months (15.1 to 26.2) median overall survival were found. Grade 3/4 toxicity was observed in 33.7%. Grade 3/4 hematologic toxicity was most frequently observed toxicity (31.9%).
Conclusion: mFOLFIRI-B is an efficient and safe regimen for the second-line treatment of mCRC patients after the oxaliplatinbased regimen.

13.
Huzurevinde Kalan Yaşlılarda Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Yöntemlerini Kullanma Durumu
Use of Complementary and Alternative Medicine Methods Among Elderly People Living in Nursing Homes
Zeynep Erdoğan, Ayşe Çil Akıncı, Derya Emre Yavuz, Zeynep Kurtuluş Tosun, Derya Atik
doi: 10.5505/kjms.2017.09327  Sayfalar 60 - 66
Amaç: Tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemlerinin kullanımı yaşlılar arasında artmıştır. Bakım kalitesini yükseltmek için sağlık profesyonelleri TAT yöntemlerinin kullanımını değerlendirmelidir. Bu çalışma İstanbul’da iki huzurevinde kalan yaşlılarda TAT yöntemlerini kullanma durumunu saptamak amacıyla yapıldı.
Materyal ve Metot: Bu çalışma Aralık 2012 ve Mayıs 2013 tarihleri arasında İstanbul’da iki huzurevinde yapıldı. Çalışmanın örneklemini 230 yaşlı birey oluşturdu.
Bulgular: Yaşlıların %59,1’i TAT yöntemlerinden birini kullanıyordu. Bitkiler (%55,2) ve bitkisel olmayan destekler (%53,5) en çok kullanılan TAT yöntemleriydi. Ortaokul mezunu, kronik bir hastalığı olan ve düzenli tıbbi tedavi alan yaşlılar arasında TAT kullanım oranı yüksekti (p <0,05). Yaşlıların %65,4’ü TAT kullandığını sağlık personeline bilgi vermemişti.
Sonuç: Huzurevinde kalan yaşlılarda TAT kullanımı yaygındı. Bitkisel (maydanoz, sarımsak ve nane) ve bitkisel olmayan destekler (bal, B ve C vitamini) en yaygın kullanılan yöntemlerdir. Ortaokul mezunu, kronik bir hastalığı olan ve düzenli tıbbi tedavi alan yaşlılar TAT kullanımını tercih etmektedir. Yaşlılar genellikle bu yöntemleri kullandıklarını sağlık personeline söylememektedir.
Aim: Complementary and alternative medicine (CAM) usage has increased among the elderly. To promote comprehensive quality care, health professionals should assess for CAM usage. This study was planned to determine the CAM usage among elderly living in nursing homes in Istanbul.
Material and Method: This study was made in two nursing homes in Istanbul between December 2012 and May 2013. The study sample consisted of 230 elderly.
Results: A percentage of 59.1 of elderly (n=136) used CAM. Herbs (55.2%) and non-herbal supplements (53.5%) were the most frequently used therapies. CAM usage rate was higher among elderly who graduated from secondary school, had chronic disorder, and used medicine regularly (p <0.05); 65.4% of them did not inform healthcare personnel. Conclusion: CAM is used commonly by elderly living in nursing homes. Herbal (parsley, garlic and mint) and non-herbal supplements (honey, vitamin B, Vitamin C) were used commonly. Elderly who graduated from secondary school, had chronic disorders, and used medicines regularly preferred using CAM. Elderly generally do not inform healthcare personnel that they have used these methods.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
14.
Hidrosefali Tanısıyla Tedavi Gören Suriyeli Mülteci Hastaların Analizi: 28 Olgunun İncelenmesi
The Analysis of Syrian Refugee Patients Treated With the Diagnose of Hydrocephalus: The Study of 28 Cases
Ömer Aykanat
doi: 10.5505/kjms.2017.20981  Sayfalar 67 - 70
Hidrosefali, BOS’un normal patofizyolojisindeki bir takım bozukluklar sonucu ortaya çıkan, ventriküllerde genişleme, bazen basınç artışı ile, bazen de basınç artışı olmadan karşımıza çıkan ve değişik klinik bulgular veren bir durumdur. Hidrosefali tek bir patolojik antite olmayıp geniş bir patoloji grubunu içerir. Bu nedenle hidrosefalide çok çeşitli sınıflamalar mümkün olmakla birlikte etyolojik olarak konjenital ve edinsel olarak ikiye ayrılabilir. Hidrosefalinin kesin tanısı nöral dokunun görüntülenmesi ile konur. Bu görüntüleme yöntemleri; transfontanel ultrasonografi (USG), bilgisayarlı beyin tomografisi (BBT) ve magnetik rezonans görüntüleme (MRG)’dir. Hidrosefalinin tedavisinde asıl tedavi cerrahidir. Cerrahi tedavideki asıl amaç kafa içi basıncını (KİB) normal değerlere indirip beyin dokusu volümünü artırarak serebral parankim kalınlığını en az 3,5 cm’ye ulaştırmaktır. Biz bu yazımızda1 yıl içinde hidrosefali nedeniyle tedavi edilen 28 Suriyeli Mülteci hastanın retrospektif olarak incelemesini yaptık. Hastaların yaş, cinsiyet, şikayet, etyoloji, hastalığa eşlik eden faktörler, şant enfeksiyonu, şant disfonksiyonu, cerrahi komplikasyon ve postoperatif takip bulgularını değerlendirdik. Hastaların yaş dağılımı, kadın-erkek sayısı ve hastalığa eşlik eden faktörleri araştırdık. Hastaların şikayetleri, etyolojik faktörler ile hastalarda gelişen komplikasyonlar, sayılarını hesaplayarak sınıflandırdık. Hastalara yapılan cerrahi sonrası hastaların şikayetlerindeki düzelme, devam etme hallerini ortalama 4 aylık takiple değerlendirdik.
Hydrocephalus is a condition which results from some abnormalities in normal pathology of cerebrospinal fluid in the brain (CSF) and dilatation of ventricles, occurring with sometimes increased pressure and sometimes without any pressure and it displays various clinical findings. Hydrocephalus does not contain only the pathological entity; it involves a wide pathological group as well. Therefore, though it is possible to make various classification for hydrocephalus, it can be divided into two groups as congenital and acquired in terms of etiological. The exact diagnosis of hydrocephalus is determined by screening neural tissue. These screening methods are transfontanellar ultrasound, computed tomography (CT) and magnetic resonance imaging (MRI). The main treatment for hydrocephalus is surgical. The fundamental aim in surgical treatment is to make parenchymal thickness 3.5 cm by reducing the intracranial pressure (ICP) to normal levels in order to increase brain tissue volume. In our research, we retrospectively studied on 28 Syrian refugees treated because of hydrocephalus for one year. We assessed the patients’ age, sex, complaint, etiology, factors during the disease, shunt infection, shunt dysfunction, surgical complications and post-operative findings. We searched for the age distribution of the patients, the number of men and women and the factors seen during the disease. We classified the complaints of the patients, etiological factors and the developing complications on the patients by calculating their numbers. We assessed the improvement of the patients’ complaints after surgical operation and the continuing situation for 4 months follow-up on average.

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
15.
Erektil Disfonksiyonu Olan Hastada Etiyolojinin Belirlenmesinde Modifiye IIEF-5 Formunun Etkinliğinin Belirlenmesi
Evaluating the Ability of the Modified IIEF-5 Questionnaire to Determine the Etiopathogenesis of Erectile Dysfunction
Murat Bağcıoğlu, Ümit Yener Tekdoğan, Ali Omur Aydın, Mert Ali Karadağ, Serkan Özcan, Sefa Güngör, Ramazan Kocaaslan
doi: 10.5505/kjms.2016.83007  Sayfalar 71 - 74
Amaç: Çalışmamızın amacı, eklenen sorularla modifiye edilmiş uluslararası ereksiyon işlevi değerlendirme formunu (IIEF-5) kullanarak erektil disfonksiyonlu (ED) hastalarda altta yatan etiyolojik faktörü öngörebilmektir.
Materyal ve Metot: Modifiye IIEF-5 formu erektil disfonksiyonu olan hastalara uygulandı ve skoru 21’in altında olan 100 hasta ED olarak kabul edilip çalışmaya dahil edildi. Eklenen sorularla hastaların sigara ve alkol alışkanlıkları, diabetes mellitus, hipertansiyon ve koroner arter hastalıkları sorgulandı. mastürbasyon alışkanlıkları ve gece ereksiyonları da ayrıca sorgulandı. Hastalar alınan cevaplara göre psikojenik, arteriyojenik ve kavernozal ED olarak 3 alt gruba ayırıldı. Formun sonuçları penil Doppler ultrason sonuçları ile karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 100 hastanın ortalama yaşı 45,25±12,67 ve ortalama ED süresi 40,97±58,11 ay olarak hesaplandı. Modifiye IIEF-5 formunun etiyolojiyi öngören sonuçları ile penil doppler ultrasonografi sonuçları karşılaştırıldığında 1., 2. ve 3. yöntemler için hastaların sırasıyla %49, %75 ve %79’u doğru tanı aldı. kappa korelasyonu da sırasıyla 18, 57 ve 73 olarak belirlendi. Ortalama IIEF-5 skorları organik ve psikojenik gruplar için sırasıyla 9,92±3,94 ve 12,82±4,37 olarak tespit edildi (p = 0,001). Arteriyel, venöz ve psikojenik gruplar için ortalama IIEF-5 değerleri ise sırasıyla 8,6±3,34, 12,32±3,86, 12,32±3,86, iken arteriyel grubun sonuçlarının diğer gruptan istatistiksel olarak farklı olduğu gözlendi.
Sonuç: ED etiyolojisinin belirlenmesinde kullanılan yöntemlerin çoğu invaziv iken, modifiye edilmiş IIEF-5 formu ED olan hastalarda etiyolojiyi belirlemede ve tedavide ürologların klinik pratikte yararlanabileceği basit ve doğru sonuçlar veren bir testtir.
Aim: The aim of this study, to evaluate the ability of questions added International Index of Erectile Function-5 (IIEF-5) questionnaire differentiating the underlying etiopathogenesis of erectile dysfunction (ED).
Material and Method: The questions of the modified IIEF-5 were asked the patients, and scores below 21 were considered as ED. With added questions, smoking and drinking habits and the presence of diabetes mellitus, hypertension and coronary heart disease were recorded. The masturbation habits and night erections were also questionned. The patients were then sub-divided into 3 groups, namely psycogenic, arteriogenic and cavernosal ED. The results of questionnaire were correlated with penile Doppler ultrasonography (PDU) results.
Results: The mean age of the 100 patients was 45.25±12.67, and the mean duration of ED was 40.97±58.11 months. When diagnostic ability of the modified IIEF technique was compared with PDU, the 1 st, 2nd and 3rd methods accurately diagnosed 49%, 75% and 79% of the patients, respectively. The kappa correlation coefficient was 18, 57 and 73 for techniques 1, 2 and 3, respectively. IIEF scores of organic and psycogenic groups were 9.92±3.94 and 12.82±4.37 (p = 0.001). Mean IIEF scores of arterial ED, venous ED and pyscogenic ED groups were 8.6±3.34, 12.32±3.86, 12.32±3.86, respectively and the arterial ED group was significantly different (p <0.001). Conclusion: Though the majority of the techniques to determine the etiopathogenesis of ED are invasive, modified IIEF is a simple and accurate technique, especially with the third step and useful for the urologists in their clinical practice.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
16.
Yoğun Bakımda Gecikmiş Weaning Nedeni Olarak Amiodaron Pulmoner Toksisitesi
A Reason of Delayed Weaning in Critical Care: Amiodarone Pulmonary Toxicity
Mesut Öterkuş, Aysu Hayriye Tezcan, İlksen Dönmez, Sunay Sibel Karayol, Ömür Öztürk
doi: 10.5505/kjms.2017.01112  Sayfalar 75 - 77
Amiodaron yoğun bakımda sıkça kullanılan bir antiaritmiktir ve özellikle ventriküler aritmilerin tedavisinde kullanılır. Ama bilinmelidir ki kimyasal yapısından dolayı ilaç dokularda birikebilir ve kardiyak, oftalmik, pulmoner ve nörolojik yan etkiler oluşturabilir. Amiodaron pulmoner toksisitesi (APT) ilacın hayatı tehtit eden yan etkilerinden biridir ve solunum yetmezliği şeklinde karşımıza çıkabilir. Hastalık toraks bilgisayarlı tomografisinde pnömonitis, buzlu cam opasiteleri, fibrosis bulgularını verir. Dispne ve öksürük en sık görülen belirtilerdir. Ancak tıpkı bizim olgumuzda olduğu gibi, entübe ve mekanik ventilasyon uygulanan bir hastada APT’nin yarattığı solunum yetmezliği karşımıza sadece gecikmiş ventilatörden ayrılma olarak çıkabilir. En önemlisi hızlı tanı ve erken başlanan tedavi hastaların mortalitesini azaltan en önemli faktörlerdir.
Amiodarone is a frequently used antiarrhythmic drug in critical care which was used to treat especially ventricular arrhythmias. But it must known that secondary to its chemical properties, drug tends to accumulate in tissues and it presents as cardiac, ophtalmic, pulmonary and neurological side effects. Amiodarone pulmonary toxicity (APT) is one of the life-threatening side effects of the drug which may present as respiratory failure. And thorax computed tomography scans demonstrate the pathology with pneumonitis, groung glass opacities and fibrosis. Dispnea and cough are common clinical presentations. But an intubated and mechanically ventilated patient’s respiratory failure secondary to APT may reflect as only delayed weaning as in our case. Most importantly, rapid diagnosis and early treatment are the most important factors that reduce the mortality of patients.

17.
Multipl Myelomalı Bir Hastada Bortezomib İlişkili Konjestif Kalp Yetmezliği
Bortezomib Induced Congestive Cardiac Failure in a Patient with Multiple Myeloma
Gülden Sincan, Yusuf Bilen, Fuat Erdem, Suat Sincan, Emrah Aksakal
doi: 10.5505/kjms.2017.20082  Sayfalar 78 - 80
Bortezomib genellikle multipl myeloma tedavisi için kullanılan bir proteazom inhibitörüdür ve bazı kardiyak yan etkilere sahiptir. Klinik çalışmalardaki bortezomib tedavisiyle ilişkili kalp yetmezliği insidansı tesadüfi olarak kalır. Biz Uluslararası skorlama sistemine göre Evre 3 multipl myeloması olan 82 yaşında bir hastayı sunuyoruz. Bu hastaya kombine kemoterapi (her bir siklusta bortezomib 1,3 mg/m2 D1, D8, D15, D22 ve 40 mg/gün deksametazon [D1–4]) başlandı. Kemoterapisinin 3 siklusunun tamamlanmasından 2 gün sonra (bortezomib tedavisinin 12. dozu) hasta bilateral alt extremitelerde hafif ödem nedeniyle başvurdu. Ekokardiyografide ejeksiyon fraksiyonun tedavi öncesi >%55’den %30–35’e düştüğünü gösterdi. Bu nedenle bortezomib tedavisi kesildi ve konjestif kalp yetmezliği için hasta tedavi edildi. Bortezomib kesilmesinden 3 ay sonra hastanın klinik semptomları düzeldi ve ejeksiyon fraksiyonu normale döndü.
Bortezomib is a proteasome inhibitor commonly used for the treatment of multiple myeloma, and it has some cardiac side effects. The incidence of cardiac failure associated with bortezomib therapy in clinical trials remains incidental. We describe a 82-year-old patient with International Staging System Stage III multiple myeloma. Combined chemotherapy with bortezomib 1.3 mg/m2 on days 1, 8, 15, 22 of each cycle and 40 mg/day dexamethasone (days 1 to 4) was started to him. Two days after the end of the 3rd cycle of chemotherapy (12th dose of bortezomib), he admitted with mild edema of bilateral lower extremity. Echocardiography revealed a drop in the left ventricular ejection fraction from pretreatment levels of >55% to 30–35%. Therefore; bortezomib treatment was postponed and he was treated for congestive heart failure. The patient’s symptoms improved and the ejection fraction normalized after three months following discontinuation of bortezomib.

18.
Nazofarenks ve Hipofarenks Yerleşimli Multipl Mukosel: Olgu Sunumu
Multiple Mucoceles Located in the Nasopharynx and Hypopharynx: Case Report
Oğuz Oğuzhan, Selman Sarıca, Yusuf Yıldırım, Mücahit Altınışık, Abdulkadir Yasir Bahar, Ali Osman Özbey
doi: 10.5505/kjms.2017.14892  Sayfalar 81 - 83
Mukoseller değişik çap ve boyutlarda olabilen, genellikle intraoral yerleşimli asemptomatik kitlelerdir. Çoğunlukla tektir ancak ender de olsa multipl olabilmektedir. Bu olgu sunumunda kırk beş yaşında bayan hastada, oldukça ender olan nazofarenkste sol rosenmüller fossa ve hipofarenkste sol ariepiglottik foldda minör tükürük bezi mukoseli olgusu tanı ve tedavisi literatür eşliğinde tartışıldı.
Mucoceles are asymptomatic masses generally located intraorally, that can occur in various diameters and dimensions. In majority of the cases, they are single, but can be rarely multiple. In this case presentation, a very rare case of minor salivary gland mucoceles in a 45-year-old female patient, in the left ariepiglottic fold of the hypopharynx and in the left rosenmüller fossa of the nasopharynx, has been discussed with regard to the diagnosis and treatment in the light of the literature.

DERLEME
19.
Helicobacter pylori enfeksiyonunun beslenme durumu ve metabolizma üzerine etkileri
The effects of helicobacter pylori infection on nutrition status and metabolism
Ayçıl Özturan, Saniye Bilici
doi: 10.5505/kjms.2017.03411  Sayfalar 84 - 90
H.pylori ülkemizde ve dünyada yaygın olarak görülen ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1. sınıf karsinojen olarak tanımlanan Gram negatif bir patojendir. Düşük sosyo ekonomik düzey, taze sebze, meyve tüketiminin az ve fast food tüketiminin fazla olması, yetersiz ağız hijyeni ve sigara kullanımının H.pylori enfeksiyonuna yakalanma riskini arttırdığı bildirilmektedir. H.pylori varlığında ghrelin ve leptin hormonlarının seviyelerindeki değişiklik nedeniyle iştah ve besin alımını etkilemekte, bazı mikro besin öğelerinin emilimini bozmaktadır. Ayrıca yapılan çalışmalarda gastrointestinal sistem hastalıkları, metabolik sendrom, insülin direnci, diyabet ve diyabetin komplikasyonlarının gelişimi veya ilerlemesinde H.pylori enfeksiyonunun etkili olduğu gösterilmektedir. H.pylori enfeksiyonunda bazı besinlerin ve besin öğelerinin koruyucu ve/veya önleyici etki gösterdiği düşünülmekte ve bu konuda yapılan çalışmaların sayısı her geçen gün artmaktadır. Özellikle taze meyve, sebzeler ve bazı probiyotik formülaların H.pylori enfeksiyonu tedavisinde önemli rol oynadığından bahsedilmektedir. Bu derlemede de H.pylori enfeksiyonunun beslenme durumu ile ilişkisi ve metabolizma üzerine etkileri irdelenecektir.
H.pylori infection, which is common in the world as well as in our country and has been identified as a group 1 carcinogen by the World Health Organization (WHO) is a Gram negative pathogen. Low socio-economic level, low consumption of fruits and fresh vegetables, increased consumption of fast food, tobacco use and poor oral hygiene are reported risk factors for H.pylori infection. It is considered that distruption of the absorption of some micronutrients affected the appetite and food intake because of due to changing ghrelin and leptin hormone levels in the presence of H.pylori. Also, some studies showed that H.pylori infection is effective in the development or progression of gastrointestinal diseases, metabolic syndrome, insulin resistance, diabetes and diabetes complications. Some foodstuffs and nutrients are thought to have infection-protective and/or having preventive effects and recent studies have focused on these subject. It is mentioned that especially fresh fruits, vegetables and some probiotic formulation can play an important role in the treatment of H.pylori infection. The relationship between nutrition and H.pylori infection and its metabolic effects of H.pylori will be discussed in this review.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git