Cilt: 9 Sayı: 1 - Nisan 2019 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
TAM DERGI | |
1. | Tam Dergi Full Issue Sayfalar I - II |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
2. | Arteria Renalis Varyasyonları: Bir Multidetektör BT Anjiyografi Çalışması Variations of Arteria Renalis: A Study of Multidedector CT Angiography Serkan Öner, Zulal Önerdoi: 10.5505/kjms.2019.53533 Sayfalar 1 - 5 Amaç: Aorta abdominalis’in bir çift dalı olan arteria renalis (AR)’in varyasyonları oldukça sık görülmektedir. Literatürde farklı popülasyonlarda kadavra çalışmaları ve görüntüleme yöntemleri ile bu varyasyonlar gösterilmiştir. Bu çalışmanın amacı MD-BTA ile AR çaplarını, sayılarını, orjin seviyelerini ve dallanmalarını değerlendirmek ve saptanan varyasyonların literatürde yer alan sonuçlarla karşılaştırmasını yapmaktır. Materyal ve Metot: Çalışmaya 18–85 yaş arası 206 olguya ait BTA görüntüsü dahil edilmiştir. Tüm görüntüler deneyimli bir radyolog tarafından iki ve üç boyutlu rekonstrüksiyonlarla analiz edilmiştir. AR çapları, sayıları, dallanmaları ve çıkış düzeyleri değerlendirilmiştir. Bulgular: Toplam 412 böbrekte, 71 çoklu AR ve 32 erken dallanma olmak üzere %50 AR varyasyonu saptandı. Çoklu AR ve erken dallanma prevelansı erkeklerde sırasıyla %39,7, %34,9 iken, kadınlarda sırasıyla %26, %18,8 olarak gözlendi. En çok gözlenen varyasyon sağ veya sol böbrekte aksesuar bir AR bulunması şeklindeydi (%23,5). AR çapları sağ böbrek arterleri için ortalama 5,17 mm (1,8–7,9 mm), sol AR için 5,13 mm (1,5–9,1 mm) bulundu. Tüm AR orjin düzeyleri T12 corpus vertebralis ile L4–5 discus intervertebralis mesafesi arasında olup; en sık L1 corpus vertebralis (%46) seviyesindeydi. Sonuç: Sonuç olarak AR’de normal paterne göre %50 oranında varyasyon görülmekte olup; bu varyasyonlarının bilinmesi böbrek transplantasyonu açısından önemlidir. BTA, bu varyasyonların gösterilmesinde oldukça faydalı ve etkin bir yöntemdir Aim: Variations of renal artery (RA), a pair of branches of the abdominal aorta, are very common. In the literature, these variations are shown by cadaveric and imaging methods in different populations. This study aimed to evaluate the diameters, numbers, origins, and branchings of RA by the Multi-detector (MD) Computerized Tomography Angiography (CTA), and to compare the results of the determined variations with those in the literature. Material and Method: The study included 206 patients aged 18– 85 years with CTA images. An experienced radiologist analyzed all images in two and three-dimensional reconstructions. The diameters, numbers, branchings and origin levels of RA were evaluated. Results: In a total of 206 patients, 50% RA variation was detected including 71 multiple RA and 32 early branching. The prevalence of multiple RA and early branching in men was 39.7% and 34.9%, respectively. RA anomalies were observed 26% and 18.8%, respectively in women. The most observed variation was the presence of an accessory RA in the right or left kidney (23.5%). The mean RA diameters are 5.17 mm (1.8–7.9 mm) for the right RA and 5.13 mm (1.5–9.1 mm) for left RA. All RA origin levels are between the T12 vertebral corpus and the L4–5 intervertebral disc distance. L1 vertebral corpus (46%) was the most common level. Conclusion: As a result, 50% variation is observed in RA according to the typical pattern. Knowledge of these variations is essential in kidney transplantation. CTA is a beneficial and effective method for demonstrating these variations. |
3. | Akut Gastroenteritli Çocuklarda Adenovirüs ve Rotavirüs Sıklığı The Frequency of Adenovirus and Rotavirus for Children with Acute Gastroenteritis Sefer Üstebay, Döndü Ülker Üstebay, Ömer Ertekindoi: 10.5505/kjms.2019.13540 Sayfalar 6 - 10 Amaç: Enfeksiyon etkenlerinden olan virüsler çocuklarda akut gastroenteritlerin önemli nedenlerindendir. Rotavirüs ve adenovirüse bağlı gastroenteritlerin epidemiyolojisi ile ilgili veriler bölgelere göre değişmektedir. Bu çalışmanın amacı; Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne akut gastroenterit nedeniyle başvuran çocuk hastalarda adenovirüs ve rotavirüs sıklığını belirlemektir. Materyal ve Metot: Hastaneye 30.10.2013-30.10.2018 tarihleri arasında akut gastroenterit ön tanısıyla başvuran 3763 hastanın dışkı örneklerine ait kayıtlar retrospektif olarak incelendi. Adenovirüs ve rotavirüs antijenlerinin varlığı kalitatif immünokromatografik test ile araştırıldı. Olguların laboratuar verileri SPSS (Statistical Package for Social Sciences) programı 16.0 kullanılarak analiz edildi. İstatistiksel anlamlılık için p <0,05 alındı. Bulgular: Çalışmada toplam 3763 hastanın 744’ü (%20) viral antijen yönünden pozitif bulundu. Bu örneklerin 549’unda (%74) rotavirüs, 53’ünde (%7) adenovirüs ve 142’sinde (%19) rotavirüs ve adenovirüs birlikte pozitif olarak tespit edildi. Viral antijen pozitif çıkan hastaların 355’i (%48) kız hasta, 389’u (%52) erkek hasta idi. En sık 0-2 yaş grubunda antijen pozitifliğinin olduğu (%84) ve mevsimsel olarak incelendiğinde kış ve ilkbahar mevsimlerinde daha sık olduğu tespit edildi. Sonuç: Çocukluk çağı akut gastroenterit enfeksiyonlarında gaita örneklerinde parazitolojik ve bakterilojik incelemelerin yanında viral antijenlerin de bakılması etiyolojik ajanın belirlenmesi ve tedavi açısından önemlidir. Viral gastroneteritlerde semptomatik tedavi verilirken, ampirik antibiyotik kullanımının önlenmesi ve rotavirüs gastroenteritlerini azaltmak için rotavirüs aşısının toplumda yaygınlaştırılmasının önemi vurgulandı. Aim: Viruses are important causes of acute gastroenteritis for children. Statistics related to the epidemiology of gastroenteritis caused by rotavirus and adenovirus vary according to regions. The aim of this study is to specify the frequency of adenovirus and rotavirus for pediatric patients with acute gastroenteritis who apply the Medical Faculty of Kafkas University. Materials and Methods: The records belonging to faeces samples of 3763 patients who applied to our hospitals with preliminary diagnosis of acute gastroenteritis between October 10st 2013 and October 30th 2018 were examined retrospectively. The presence of adenovirus and rotavirus antigens was investigated with qualitative immunochromatographic test. The laboratory data of the cases were analyzed by using SPSS (Statistical Package for Social Sciences) 16.0 program. For statistical significance, p<0,05 was considered. Results: The viral antigens were positive for 744 out of 3763 (20 %) patients. It has been identified that 549 of them (74%) are rotavirus, 53 of them (7%) are adenovirus and 142 of them (19%) are both rotavirus and adenovirus positive. Among those viral antigen positive patients, 355 (48 %) of them were female and 389 (52%) of them were male. It has been found that the antigen positiveness (%84) is most frequent in 0-2 age group and when being analyzed in terms of seasons, it is more frequent in winter and spring. Conclusion: In addition to parasitological and bacteriological examinations of stool samples, controlling the viral antigens is important with respect to determining the etiological agent and treatment for childhood acute gastroenteritis infections. In symptomatic treatment of viral gastroneteritis, we aimed to draw attention to the widespread use of rotavirus vaccine in the community to prevent the use of empirical antibiotics and to reduce rotavirus gastroenteritis. |
4. | Transüretral Prostat Rezeksiyonu Materyallerindeki İnsidental Kanser Sıklığı ve Bu Hastalardaki Klinik Yaklaşımımız; Geriye Dönük Dosya Taraması Frequency of Incidental Cancer in Transurethral Prostate Resection Materials and Our Clinical Approach to These Patients; a Retrospective File Scan Caner Özbey, Kenan Öztorundoi: 10.5505/kjms.2019.96977 Sayfalar 11 - 16 Amaç: Çalışma, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi (EAH)’nde mesane çıkış obstrüksiyonu nedeniyle transüretral prostat rezeksiyonu (TUR-P) uygulanan hastalardaki kanser sıklığını belirlemek ve bu hastalardaki klinik yaklaşımımızı paylaşmayı amaçlamaktadır. Materyal ve Metot: 1 Ocak 2012–31 Aralık 2017 tarihleri arasındaki 650 TUR-P materyaline ait patoloji sonuç raporu geriye dönük olarak tarandı. Patoloji sonuç raporlarında prostatik adenokarsinom tanılı hastaların yaşı, tümörün evresi ve Gleason skoru (GS), hastanemizin bilgi yönetim sisteminde serum total PSA düzeyleri, fizik muayene ve görüntüleme bulguları tarandı. Bulgular: Bilinen prostat kanseri tanısı olan 9 hasta çıkarıldığında 641 hastadan 15’inde (%2,34) adenokarsinom saptandı. Ortalama yaş 72 olup 11 hasta GS 6, 4 hastada GS 7 prostat adenokarsinomu tanısı almıştı. Serum total PSA düzeyleri 1,56 ile 9,22 ng/ mL arasında değişmekteydi. 11 hastada T1a, 4 hastada T1b tümör saptandı. Sonuç: Serum PSA düzeyleri ölçümlerinin yaygın olarak kullanılmaya başlamasından sonra yapılan insidental prostat kanseri (İPK) oranlarını bildiren çalışmalar değerlendirildiğinde bizim oranımız alt sınıra yakındır. TUR-P sonrası İPK saptanan hastalarda birincil tedavilerin uygulanmasından kaçınılmamalıdır. Aim: This study aims to determine the incidence of cancer in patients who underwent transurethral resection of the prostate (TUR-P) due to bladder outlet obstruction and to share our clinical approach to these patients at Niğde Ömer Halisdemir University Training and Research Hospital. Material and Method: The pathology reports of 650 TUR-P specimens from January 1, 2012, to December 31, 2017, were retrospectively screened. In the pathology results of the prostatic adenocarcinoma patients, the age, tumor stage and Gleason score (GS) were evaluated. Physical examination data and the serum total Prostate Specific Antigen (PSA) levels, as well as the radiological findings, were analyzed according to the hospital records. Results: After excluding nine patients with known prostate carcinoma there were 15 adenocarcinomas out of 641 patients (2.34%). The mean age was 72. Eleven patients were diagnosed as GS 6, and four patients were diagnosed with GS 7 prostate adenocarcinoma. Serum total PSA levels ranged from 1.56 to 9.22 ng/mL. T1a tumor was detected in 11 patients and T1b tumor in 4 patients. Conclusion: Considering the studies that reported incidental prostate cancer (IPC) rates in the PSA era, our rate is close to the lower limit. The application of primary therapies should not be avoided in patients with IPC after TUR-P. |
5. | Plevral Efüzyonlarda Minimal İnvaziv Yaklaşım: Küçük Çaplı Plevral Drenaj Kateteri (Pleuracan®) Minimally Invasive Approach to Pleural Effusions: Small-Diameter Pleural Drainage Catheter (Pleuracan®) Miktat Arif Haberal, Özlem Sengoren Dikiş, Erkan Akardoi: 10.5505/kjms.2019.32448 Sayfalar 17 - 21 Amaç: Küçük çaplı plevral drenaj katateri (KPK) kullandığımız hastaların yaş, cinsiyet, etyolojik faktör, katater işleminin uygulandığı taraf ve drenajın etkinliğini retrospektif olarak araştırmayı planladık. Materyal ve Method: Ocak 2015-Aralık 2017 tarihleri arasında KPK uyguladığımız 185 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Plevral efüzyonlu (PE) hastaların tanıları, sıvının hangi hemitoraksta toplandığı, katater komplikasyonları not edildi. Bulgular: Yüz seksen beş hastanın 107 (%57.9)’si erkek, 78 (%42.1)’i kadın olup yaş ortalamaları 52.3 (17-85) /yıl idi. Hastaların PE sitolojilerinin 12 (%6.5)’si malign; 173 (%93.5)’ü benign olarak saptandı. Hasta kaynaklı nedenlerden dolayı üç hastada (%1.6) kataterin çıkması üzerine ikinci bir katater takıldı. Yedi (%3.7) hastada kataterin intraplevral alanda king yapması nedeni ile katater pozisyonu değiştirildi. Sonuç: Günümüzde PE tedavisinde düşük maliyetli, kullanışlı, ideal yöntem arayışları devam etmektedir. Son yıllarda özellikle malign PE’da kalıcı kateterler tercih edilmektedir. En sık kullanılan tünelli plevral kateterlerdir. KPK acil servisde, yoğun bakım ünitesinde,klinikte yatak başında uygulanabilen minimal invazif bir cerrahi işlemdir. Aim: We aimed to retrospectively investigate the efficacy of age, sex, etiologic factor, catheterisation and drainage of patients with small diameter pleural drainage catheter (CPC). Materials and Methods: The records of 185 patients who underwent CPC between January 2015 and December 2017 were reviewed retrospectively. Diagnosis of patients with pleural effusion (PE), which fluid was collected in the hemithorax and catheter complications were noted. Results: 107 (57.9%) of the patients were male, 78 (42.1%) were female and the mean age was 52.3 (17-85) / year. Of the patients, 12 (6.5%) were PE; 173 (93.5%) were found to be benign. Three patients (1.6%) had a catheter inserted due to catheter removal. The catheter position was changed in 7 patients (3.7%) because the catheter was in the intrapleural space. Conclusion: Today, the search for low cost, useful and ideal methods for the treatment of PE continues. In recent years, especially in malignant PE, permanent catheters are preferred. The most frequently used tunneled pleural catheters. CPC is a minimally invasive surgical procedure that can be applied at the bedside in the emergency room, intensive care unit, clinic |
6. | Vertigo Hastalarında Kanda Parathormon Bakmalı mıyız? Should We Look For Blood Parathormone in Patients with Vertigo? Nevzat Demirbilek, Cenk Evrendoi: 10.5505/kjms.2019.24381 Sayfalar 22 - 28 Amaç: Vertigo kişi tarafından etrafındaki objelerin veya kendisinin döndüğü şeklinde ifade edilen bir semptom olmasına karşın, hastalar tarafından genel olarak dengesizlik, sersemlik, düşme ve baygınlık hissi olarak tanımlanır. Hastalarda asıl sorun altta yatan hastalığın belirlenmesidir. Vertigoların çoğu periferik nedenlidir ve ilk sırada benign paroksimal pozisyonel vertigo yer alır. Bunu diğer periferik ve santral nedenler takip etmektedir. Hastalar denge sorunları nedeniyle akut dönemde çoğunlukla acil poliklinikler haricinde Kulak Burun Boğaz, iç hastalıkları, nöroloji polikliniklerine başvururlar. Bu hastalara muayene, görüntüleme yöntemleri, odyoloji ve denge testleri ile rutin kan testleri yapılmaktadır. Materyal ve Metot: Hastanemize 2011-2017 yılları arasında vertigo yakınması ile başvuran 397 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Bulgular: Çalışmamızda, ilk sırada periferik nedenler ve bunların başında da %44,8 oranında benign paroxysmal positional vertigo saptanmıştır. Hasta gruplarımızda tek yakınması baş dönmesi olan, diğer muayenelerinde özellik bulunmayan 4 (%1) olgumuzda hiperparotiroidi saptanmıştır. Bunların üçünde paratiroid adenomu, diğer olguda hiperplazi belirlenmiştir. Adenom saptananlarda paratiroidektomi sonrası, diğer olgumuzda bifosfonat tedavisi sonrası hem parathormon düzeyleri normale inmiş hem de vertigo yakınmaları tamamen kaybolmuştur. Sonuç: Vertigo hastalarında tanı aşamasında kan testlerinde parathormon değerlerine de bakılmasını tavsiye etmekteyiz. Aim: Though vertigo is a symptom which is defined by an individual as spinning of themselves or an object, it is generally defined by the patients as the sensation of falling, disequilibrium, dizziness and fainting. The main problem on the patients is the determination of the underlying illness. Most of vertigos have peripheral causes and benign paroxysmal positional vertigo takes the first place. It is followed by peripheral and central causes. Patients usually consult the policlinics of Ear, Nose and Throat, internal medicine, neurology in addition to emergency departments with balance disorders. These patients undergo examinations, screening methods, audiology and balance tests and routine blood tests. Material and Method: In this study in which 397 patients who consulted the hospital with complaints of vertigo between 2011 and 2017 evaluated retrospectively. Results: In our study, first of all peripheral causes and 44.8% of these were benign paroxysmal positional vertigo. Hyperparathyroidism was detected in 4 (1%) of the cases in our patient groups that the only complaint was dizziness and there were no other characteristics in the examinations. Parathyroid adenoma was detected in three of them and hyperplasia was detected in the other. In the ones who had adenoma after parathyroidectomy and in the other case after bisphosphonate treatment, both parathormone levels decreased to normal and vertigo complaints totally disappeared. Conclusion: It is recommended that parathormone values should be taken into account in the blood tests during the process of diagnosis in vertigo patients |
7. | Üçüncü Basamak bir Merkezde Diabetes Mellitus Hastalarının Önerilen LDL-K Hedefine Ulaşma Düzeyleri The Achievement of Diabetes Mellitus Patients for Reaching Target LDL-K Levels In a Tertiary Health Center Özge Turgay Yıldırım, Ercan Akşit, Fatih Aydın, Ayşe Hüseyinoğlu Aydındoi: 10.5505/kjms.2019.45556 Sayfalar 29 - 33 amaç: Kardiyovasküler hastalıklar (KVH) diyabetes mellitusda önde gelen mortalite ve morbidite nedenidir ve diyabet de KVH eşdeğeri görülen metabolik bir bozukluktur. Diyabetik hastalarda dislipideminin tedavisi bu nedenlerle çok önemlidir ve kılavuzlarda hedef düşük yoğunluklu lipoprotein kolesterol (LDL-K) düzeyine ulaşılması için öncelikle statin tedavisi önerilmektedir. Biz bu çalışmamızda üçüncü basamak bir sağlık merkezine başvuran hastaların statin kullanımları ve hedef LDL-K düzeyine ulaşma oranlarını araştırdık. Materyal ve Metot: Çalışmaya 3 ay süre içinde kardiyoloji polikliniğine başvuran DM tanısı olan 210 hasta alındı. Hedef LDL-K düzeyi; KVH hikayesi olması, DM’ye sekonder mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar olması, 40 yaş üstü ve bir veya daha fazla kardiyovasküler risk faktörü olması durumunda <70mg/dL ve ilave risk faktörü veya hedef organ hasarı olmayan hastalarda <100mg/dL ve statin tedavisi ile başlangıç LDL-K değerinde en az %50 azalma olması olarak tanımlandı. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 53,8±15,1 ve %64,3’ü (n=135) kadındı. Statin kullanmayan hastalar (n=140) incelendiğinde hastaların %83,6’sının (n=117) hedef düzeyde olmadığı tespit edildi. Statin kullanan hastaların ise %87,1’inin (n=61) hedef LDL-K düzeyine ulaşamadıkları tespit edildi. Bu hastaların %1,4’ü (n=1) düşük yoğunluklu, %87,1’i (n=61) orta yoğunluklu, %11,4’ü (n=8) yüksek yoğunluklu statin kullanıyordu. Sonuç: Çalışmamız diyabetik hastaların çoğunluğunda hedef LDL-K düzeylerine ulaşılmadığını göstermiştir. Bu durum hem ilaca doktorlar tarafından yeterince başlanmaması, başlandığında LDL-K düzeyine göre tedavinin düzenlenmemesi, hem de hastaların ilaca düzenli devam etmemesi kaynaklı olmaktadır. Çalışmanın sonucunda statin tedavisinin öneminin bireylere anlatılmasının gerekliliği görülmektedir. Aim: Cardiovascular diseases (CVD) are the leading cause of mortality and morbidity in diabetes mellitus (DM), and diabetes as a metabolic disorder is considered an equivalent of cardiovascular diseases. The treatment of dyslipidemia is important in diabetic patients, and statins are recommended to achieve target low-density lipoprotein cholesterol (LDL-C) levels. In this study, we investigated the rates of statin use and rate of reaching LDL-C levels in diabetic patients admitted to a tertiary health center. Materials and Methods. The study included 210 patients with DM who presented to cardiology outpatient clinic within 3 months. Target LDL-C level was defined as; <70mg/dL in patients with a history of CVD, patients with microvascular and macrovascular complications secondary to DM, patients over the age of 40 with one or more cardiovascular risk factors, as <100mg/dL in patients without additional risk factors or target organ damage and at least 50% reduction in baseline LDL-C level with statin therapy. Results: The mean age of the patients was 53.8±15.1 and 64.3% (n=135) were female. When patients without statin treatment (n=140) were examined, 83.6% (n=117) of the patients were not at the target LDL-C level. Also 87.1% (n=61) of statin users did not reach the target LDL-C levels. Of these patients, 1.4% (n=1) were under low intensity, 87.1% (n=61) were under moderate intenity and 11.4% (n=8) were under high intensity statin treatment. Conclusion: Our study showed that the target LDL-C levels were not reached in the majority of diabetic patients. This situation is caused by the fact that the drug was not prescribed by the doctors sufficiently, the treatment is not regulated according to the LDL-C levels, and the patients did not use the treatment regularly. As a result of the study, it was seen that the importance of statin treatment should be explained to the individuals. |
8. | Candida Türlerinin Antifungal Duyarlılığında Önceki Antibiyotik Kullanımının Önemi Previous Antibiotic Use and Its Influence on Antifungal Susceptibility of Candida Strains Rukiye Ada Bender, Şeyda Çalışkan, Reyhan Aslancan, Aşkı Ellibeş Kaya, Alper Başbuğ, Eray Çalışkandoi: 10.5505/kjms.2019.37167 Sayfalar 34 - 38 Amaç: Candida suşlarının antifungal ilaç direnci, tekrarlayan veya inatçı vulvovajinal kandidiyazın (VVC) bir nedenidir. Hastanın rahatsızlığını ve tekrarlayan VVC'nin ekonomik maliyetini önlemek için, nedensel suşu belirlemek, ilaç direnci durumunu belirlemek ve direnç mekanizmasını anlamak önemlidir. Materyal ve Metot: Vajinal akıntı örnekleri 300 hastadan toplanmış, 65 Candida albicans ve 35 non albicans türü tespit edilmiş, vorikonazol, flukonazol ve amfoterisin B' ye duyarlılık araştırılmıştır. Önceki antibiyotik kullanımı ve suşların antifungal ilaç direnci ile ilişkisi araştırılmıştır. Bulgular: Candida albicans suşlarının flukonazol, vorikonazol ve amfoterisin B duyarlılıkları %92.3, %86.2 ve %100 iken, non-albicans grubunun bu antifungallere olan duyarlılıkları %45.7, % 22.9 ve %85.7 idi (hepsi için p = 0.00). Nitroimidazol kullanımından sonra, enfeksiyonların %92.8'ine candida albicans, %7.2'sinin non-albicans suşları neden olmuştur (p = 0.01). Makrolid kullanımından sonra ortaya çıkan tüm enfeksiyonların tamamında non-albicans türleri enfeksiyona neden olurken (% 100) ve candida albicans nedenli enfeksiyon saptanmadı (p = 0.01). Sonuç: Non-albicans grubunda vorikonazole, flukonazol ve amfoterisin B direnci daha sık olduğu için olduğu için, tedaviye dirençli VVC olgularında klinisyenler non albicans suşlarından şüphelenmelidir. Önceki antibiyotik kullanımı, hem candida albicans hem de albicans olmayan suşların amfoterisin B, flukonazol ve vorikonazol direncini arttırmamaktadır. Amfoterisin B, flukonazol veya vorikonazol tedavisine cevap vermeyen tekrarlayan enfeksiyonlar, kandida türlerinin antifungal direncinden farklı bir mekanizmaya bağlı olabilir. Vajinal florada azalmış laktobasil miktarı rekürren VVC'nin nedeni olabilir. Aim: Antifungal drug resistance of candida strains is a cause of recurrent or persistent vulvovaginal candidiasis (VVC). In order to prevent patient discomfort and economical cost of recurrent VVC, it is important to identify the causative strain, determine the drug resistance status, and understand the mechanism of resistance. Materials and Method: Vaginal discharge specimens are collected from 300 patients, 65 Candida albicans and 35 non albicans species are identified, susceptibility to voriconazole, fluconazole and amphotericin B was investigated. Previous antibiotic use and its relation to antifungal drug resistance of strains were studied. Results: Fluconazole, voriconazole and amphotericin B susceptibility of candida albicans strains were 92.3%, 86.2% and 100% while non albicans group’s susceptibilities to these antifungals were 45.7%, 22.9%, and 85.7% (p= 0.00 for all). After nitroimidazole use, 92.8% of infections were caused by candida albicans, and 7.2% of them non albicans strains (p=0.01). All the infections occurred after macrolide use were non albicans infections (100%), and there is no candida albicans infections detected (p=0.01). Conclusion: Since resistance to voriconazole, fluconazole and amphotericin B was more frequent in non albicans group, physicians should suspect from non albicans strains for treatment resistant VVC cases. Previous antibiotic use did not increase the amphotericin B, fluconazole and voriconazole resistance of both candida albicans and non albicans strains. Recurrent infections that do not respond amphotericin B, fluconazole or voriconazole treatment may be due to a different mechanism other than antifungal resistance of candida species. Decreased amount of lactobacilli in vaginal flora might be the reason of recurrent VVC. |
9. | Majör Depresif Bozukluk Tanılı Hastalarda Yeme Tutumu ve Vücut Kompozisyonunun Depresyon Şiddetiyle İlişkisi The Relationship Between Eating Behavior and Body Composition with the Severity of Depression in Patients with Major Depressive Disorder Halil İbrahim Taş, Hülya Ertekin, Çiler Açar Yıldızoğlu, Yusuf Haydar Ertekindoi: 10.5505/kjms.2019.83798 Sayfalar 39 - 45 Amaç: Majör depresif bozukluk ve obezite, tüm dünyada sık rastlanan, yüksek ekonomik maliyetlere neden olan, sıklıkla birliktelik gösteren hastalıklardır. Obezite tipi ve vücut yağ oranı dağılımı depresyonla ilişkili önemli faktörlerdir. Bu çalışmada, majör depresif bozukluk tanılı bireylerin depresyon şiddeti, yeme tutumu özellikleri ve vücut kompozisyonlarının değerlendirilerek sağlıklı bireylerle karşılaştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Bu çalışmaya Ocak-Mart 2018 tarihleri arasında Majör Depresif Bozukluk tanısı konulan 30 hasta ile 30 sağlıklı birey dahil edildi. Tüm katılımcıların Bioimpedans analizi ile vücut kompozisyonu (vücut yağ ağırlığı ve oranları) ölçümleri yapıldı. Katılımcılar Sosyodemografik veri formu, Beck Depresyon ve Anksiyete Ölçeği ve Yeme Tutum Testi ölçeklerini doldurdu. Bulgular: Yaş, cinsiyet ve eğitim durumu gibi sosyodemografik veriler ile vücut kitle indeksi, yeme tutumları, vücut ve abdominal yağ oranı bakımından hasta ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (sırasıyla p=0.35, p=0.51, p=0.10, p=0.43, p=0.40, p=0.56). Hastaların eğitim düzeyiyle vücut kitle indeksi, vücut ve abdominal yağ oranı arasında negatif korelasyon saptandı (sırasıyla; r=-0.50, p<0.001; r=-0.65, p<0.001; r=-0.48, p=0.001; r=-0.54, p<0.001). Hastaların anksiyete düzeyiyle abdominal yağ yüzdesi arasında negatif korelasyon saptandı (r= -0.415; p= 0.039). Sonuç: Majör depresif bozukluğu olan bireylerdeki anksiyete belirtilerinin ayrıntılı olarak değerlendirilmesi ve eşik altı anksiyete belirtilerinin tedavisi, bu hasta grubunda genel beden sağlığı açısından koruyucu olabilir. Aim: Depression and obesity are common comorbid disorders that cause high economic costs all over the world. Obesity type and body fat ratio distribution are important factors related to depression. The aim of this study was to evaluate the body composition, severity of depression, and eating attitude of patients with depression, and compare with healthy controls. Material and Methods: This study was enrolled between January-March 2018. Thirty patients with major depression and 30 controls without known psychiatric disorders were included in this study. Body composition measurements (body fat weight and rate) of all participants were made with bioimpedance analysis. Participants were completed a sociodemographic data form, beck depression and anxiety scale, eating attitude tests. Results: Sociodemographic data such as age, gender and education level, and body mass index, eating attitudes, body and abdominal fat ratio were not significantly different between patient and control group (p=0.35, p=0.51, p=0.10, p=0.43, p=0.40, p=0.56 respectively). There was a negative correlation between the education level of the patients and body mass index, body and abdominal fat ratio (r=-0.50, p<0.001; r=-0.65, p<0.001; r=-0.48, p=0.001; r=-0.54, p<0.001; respectively). There was a negative correlation between anxiety level and abdominal fat ratios of patients (r= -0.415, p=0.039). Conclusion: A detailed evaluation of anxiety symptoms and treatment of subthreshold anxiety symptoms in patients with major depressive disorder may be protective for general body health in this patient group. |
10. | Doktor ve Hemşirelerin Osteoporoz Bilgi ve Farkındalık Düzeyi: Kesitsel Bir Çalışma Knowledge and Awareness of Osteoporosis among Physicians and Nurses: A Cross-Sectional Study Sevtap Badıl Güloğludoi: 10.5505/kjms.2019.85530 Sayfalar 46 - 53 Amaç: Bu çalışma sağlık çalışanlarında osteoporoz bilgi ve farkındalık düzeyini değerlendirmek üzere planlandı. Materyal ve Metot: Çalışmaya Haziran-Eylül 2018 tarihleri arasında toplam 120 sağlık çalışanı (doktor ve hemşire) dahil edildi. Katılımcılar osteoporoz ile ilgili temel bilgi alanlarını kapsayan osteoporoz ile ilgili 26 sorudan oluşan bir anketi tamamladılar. Her öğe ‘doğru’, ‘yanlış’ ve ‘bilmiyorum’ seçeneklerini içeriyordu. Sorulara doğru cevap verme oranları değerlendirildi. Ayrıca her katılımcının yaşı, cinsiyeti, mesleği ve deneyim yılı kaydedildi. Cinsiyet, meslek ve deneyim yılı ile sorulara doğru cevap verilme oranları arasındaki ilişki araştırıldı. Bulgular: Çalışmayı 91 sağlık çalışanı tamamladı (ort yaş 32.3±9.7; %53,8 kadın, %46,8 erkek). Katılımcıların %58,2’i doktor, % 41,8’i hemşire idi. Katılımcıların %49,5’i 5 yıldan az deneyime sahip iken, %50,5’i 5 yıl ve üzeri deneyime sahipti. Katılımcıların en yüksek oranda doğru cevap verdiği konular; osteoporozun kırık riskini arttırdığı, fiziksel aktivite ve güneş ışığının osteoporozda yararlı olduğu ve kemik dansitometrisinin osteoporoz tanısındaki rolü idi. Düşük beden kitlesinin osteoporoza zemin hazırladığı ve 75 yaş üstü frajilite kırığı olan hastanın tedavi endikasyonu en az bilinen konulardı. Osteoporoz tanımı, erken menopoz, tiroid hastalıkları ve kortikosteroid kullanımının osteoporoz riskini arttırdığı, hormon replasman tedavisinin osteoporozun önlenmesindeki rolü, direkt radyografi bulgularının geç dönemde oluştuğu ile ilgili sorulara doğru cevap oranı doktorlarda hemşirelerden anlamlı (p ˂ 0.05) olarak daha yüksekti. Diğer sorulara doğru cevap oranları hemşire ve doktorlar arasında anlamlı farklılık göstermedi (p ˃ 0.05). Sonuç: Bu çalışma hekim ve hemşirelerin osteoporozla ilgili bilgi ve farkındalık düzeylerini yükseltme ihtiyacını göstermektedir. Bu konu ile ilgili sağlık çalışanlarına verilen eğitim programları yaygınlaştırılmalıdır. Aim: This study was planned to evaluate the knowledge and awareness level of osteoporosis in health professionals. Material and Method: 120 health professionals were enrolled in this cross-sectional study in the period from June 2017 to September 2017. Participants completed a questionnaire consisting of 26 questions, covering the basic knowledge areas of osteoporosis. Each item contained the 'right', 'wrong' and 'don't know' options. The rates of correct response to the questions were evaluated. The relationship between the gender, occupation, years of experience and the correct answers were investigated. Results: 91 health professionals completed the study (mean age 32.3± 9.7; 53.8% female, 46.8% male). 58.2% of the participants were doctors and %41.8 were nurses. While 49.5% of the participants had less than 5 years of experience, 50.5% had 5 years and above experience. The subjects with the highest percentage of correct answers were; increased the risk of fracture in osteoporosis, utility of physical activity and sunlight in osteoporosis and the role of bone densitometry in the diagnosis of osteoporosis. The least known issues were; low body mass prepared the ground for osteoporosis and indication of the treatment of the patient, over 75 years of age, with fragility fracture. The correct response rate to the questions about; the definition of osteoporosis, increased risk of osteoporosis in early menopause, thyroid diseases and the use of corticosteroids, the role of hormone replacement therapy in the prevention of osteoporosis and the radiography findings were seen in the late period, were significantly higher in the doctors than the nurses (p<0.05). The correct response rates to other questions did not differ significantly between nurses and doctors (p>0.05). Conclusion: This study shows that physicians and nurses need to increase their knowledge and awareness levels about osteoporosis. Health programs given to health professionals about osteoporosis should be expanded. |
11. | Kronik Ampiyem Nedeni İle Yapılan Dekortikasyonun Fizyolojik ve Radyolojik Uzun Dönem Sonuçları: Retrospektif Çalışma The Physiologic and Radiologic Outcomes of Decortication for Chronic Empyema in the Long Term Follow Up: A Retrospective Analysis Ali Cevat Kutluk, Hasan Akın, Halil Ibrahim Erdoğdudoi: 10.5505/kjms.2019.95530 Sayfalar 54 - 60 Amaç: Tüberküloz veya non-spesifik enfeksiyonlarnedenli kronik ampiyem hem akciğer fonksiyonlarında azalmaya hem de radiolojik bozulmalara yol açar. Açık vaya video yardımlı torasik cerrahi (VATS) yoluyla yapılan dekortikasyon en son başvurulan tedavi yöntemidir. Bu çalışmanın amacı kronik ampiyem nedeni ile dekortikasyon yapılan hastaların akciğer fonksiyonlarındaki ve radyolojik görünümlerindeki değişimlerin incelenmesidir. Materyal ve Metot: Bu çalışmaya 2010 ile 2016 yılları arasında kronik ampiyem nedeni ile dekortikasyon uygulanan hastalar dahil edilmiştir. Bütün hastalarda rutin klinik tetkiklerin yanısıra spirometry analizleri ve bilgisayarlı toraks tomografileri (BT) değerlendirilmiştir. Kalınlaşmış parietal plevrayı rezeke etmek ve akciğeri saran korteksi soymak için ya açık torakotomi ya da VATS yöntemi kullanıldı. Spirometri değerlerindeki değişimler hesaplandı. Radiolojik görünümdeki iyileşmeler tatminkar, orta tatminkar ve tatminkar değil olarak derecelendirildi. Bulgular: Çalışmaya 104 hasta alındı. Hastaların 68’i (%65) erkek olup yaş ortalaması 38,61±17,38 olarak hesaplandı. Operasyon tarafı eşit dağılımlıydı. Non-spesifik mikroorganizmalar tüberküloza göre daha baskın etiolojik ajanlardı. Hem birinci saniyedeki zorlu hacim (FEV1) hem de zorlu vital kapasite (FVC) operasyondan sonra anlamlı olarak iyileşme gösterdi. Bütün hastalar en az 2 yıl takip edildi. Radyolojik değerlendirmede hastaların çoğu (92 hasta, %88) tatminkar, 9 hasta (%8.6) orta derecede tatminkar ve 3 (%3) olgu da tatminkar olmayan olarak sonuçlandı. Sonuç: Açık veya VATS yoluyla yapılan dekortikasyon kronik ampiyemli hastaların tedavisinde spirometry değerlerinde iyileşme sağlayan ve radyolojik bozulmaları iyileştiren etkili bir tedavi yöntemidir. Aim: Chronic empyema due to non-specific or tuberculosis lead to both decrease in pulmonary functions and distortions of the radiologic views. Decortication either through video assisted thoracic surgery (VATS) or open thoracotomy is the last resort of treatment. The study aims to evaluate the spirometry and radiologic outcomes of decortication of patients with chronic empyema. Material and Method: The study included all patients who had decortication due to thoracic empyema between 2010 and 2016. Besides routine clinical evaluation spirometry analyses and radiologic evaluation with thoracic computerized tomography (CT) were performed in all patients. Either open thoracotomy with muscle sparing technique or VATS were performed to remove thickened parietal pleura and to decorticate the thickened pleura trapping the lung parenchyma. Change in the spirometry parameters were calculated. The improvement in the radiologic appearance were classified as satisfactory, moderately satisfactory, an unsatisfactory. Results: A total of 104 patients comprised the study population. Sixty-eight of the cases (65%) were male and the mean age of patients was 38,61±17,38 years. Operation site was equally distributed. Non-specific microorganisms were the dominant etiologic agents rather tuberculosis. All spirometry parameters improved significantly. Both forced expiratory volume in one second (FEV1) and forced vital capacity (FVC) values increased after the decortication significantly. All patients were followed at least for 2 years. Most of the cases showed satisfactory results (92 cases, 88%), 9 patients improved moderately (8,6%), and only 3 patients (3%) had unsatisfactory radiologic evaluation. Conclusion: Decortication either through open thoracotomy or VATS approach is very effective treatment method to improve the spirometry parameters and restore the distorted radiologic appearances in patients with chronic empyema. |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com