Kafkas J Med Sci: 11 (1)
Cilt: 11  Sayı: 1 - Nisan 2021
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Kadınların Genital Hijyene İlişkin Davranışlarının Belirlenmesi
Determination of Genital Hygiene Behaviors of Women
Duygu Akca, Rukiye Türk
doi: 10.5505/kjms.2021.30633  Sayfalar 1 - 9
Amaç: Bu çalışma, kadınların genital hijyene ilişkin davranışlarının belirlenmesi amacıyla yapılmıştır.
Materyal ve Metot: Araştırmanın örneklemini, jinekoloji polikliniğine başvuran 15-49 yaş üreme çağında olan 375 kadın oluşturmuştur. Araştırmanın verileri, araştırmacılar tarafından literatür taranarak oluşturulan anket formu aracılığı ile toplanmıştır. Araştırmanın yapılabilmesi için etik kurul onayı ve ilgili kurumdan gerekli izinler alınmıştır. Veriler, SPSS for Windows 20 paket programı ile analiz edilmiştir. Verilerin değerlendirilmesinde, sayılar, yüzdelik hesaplaması ve Pearson ChiSquare kullanılmıştır.
Bulgular: Çalışmada kadınların %36,8’inin 18-25 yaş aralığında olduğu belirlenmiştir. Kadınların %56,3’ünün ayakta banyo yaptığını, %55,7’sinin genital bölge temizliğini önden arkaya doğru silme şeklinde gerçekleştirdiği ve %36,6’sının genital enfeksiyon yaşadığı belirlenmiştir. Vajinal akıntısı olan kadınların %27,5’i genital bölge temizliğinde krem ve parfüm gibi malzemeleri kullandığı ve aralarındaki farkın önemli olduğu saptanmıştır. İdrar yaparken ağrı ve kaşıntı yaşayan kadınların adet döneminde %55,8’inin bez, %25’inin pamuk ve %37,9’unun hazır ped gibi ürünleri kullandığı ve aralarındaki farkın istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulunmuştur. Bunun yanı sıra, idrar yaparken ağrı ve kaşıntı gibi sorunları yaşayan kadınların %48,6’sının vajinal duş aldığı saptanmıştır.
Sonuç: Kadınların, genital bölge temizliğine ilişkin bir takım yanlış uygulamalarının ve sağlık sorunlarının olduğu belirlenmiştir.
Aim: This study was conducted to determine the behaviors of women on genital hygiene.
Material and Method: The sample of the study consisted of 375 women aged between 15-49 years who applied to the gynaecology clinic. The data of the research were collected through a questionnaire form created by the researchers by scanning the literature. In order to conduct the research, necessary permissions were obtained from the ethics committee approval and the relevant institution. Data were analyzed with SPSS for Windows 20 package program. Numbers, percentage calculation and Pearson’s ChiSquare values were used to assess the data.
Results: In the study, it was determined that 36.8% of the women were between 18-25 years of age. It was determined that 56.3% of the women had a standing bath, 55.7% performed genital cleansing from front to back and 36.6% of those experiencing such problem were suffering from genital infection. It was determined that 27.5% of women with vaginal discharge use materials such as cream and perfume in genital cleansing and the difference between them is significant. It was found that women who experience pain and itching while urinating, 55.8% use diapers, 25% cotton and 37.9% ready-made pads during the menstrual period and the difference between them is statistically significant. In addition, 48.6% of women who experienced problems such as pain and itching while urinating were found to have a vaginal douche.
Conclusion: It was determined that women had some wrong practices and health problems related to genital cleansing.

3.
Polikistik Over Sendromlu Hastalarda Total Antioksidan Düzeyi Klomifen Sitrat Direncini Öngörebilir mi?
Can Total Antioxidant Capacity Predict Clomiphene Citrate Resistance in Polycystic Ovary Syndrome Patients?
Hasan Çılgın
doi: 10.5505/kjms.2021.25991  Sayfalar 10 - 15
Amaç: Önceki çalışmalar oksidatif stresin polikistik over sendromu (PKOS) yanı sıra infertilite ile ilişkili olabileceğini ve antioksidan tedavilerin fertilite oranlarını artırabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, infertil polikistik over sendromlu hastalarda total antioksidan seviyelerinin klomifen sitrat (KS) direncini öngörmede faydalı olup olmadığının araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışma kriterlerini karşılayan ve polikistik over sendromu olan yetmiş yedi (77) katılımcının (45 duyarlı ve 32 dirençli), yaşları 20–35 arasındaydı ve partnerlerinin spermiyogramları normaldi. Klomifen sitrat, menstrüel sikluslarının 3–7. günleri arasında, 50 mg/günlük dozla başlanarak, üç siklusa kadar tüm hastalara verildi. Eğer ovulasyon sağlanmadıysa, verilen doz sonraki sikluslarda 100 ve 150 mg’a kadar yükseltildi. Plazma Total antioksidan durumu (TAD) otomatik bir ölçüm yöntemi kullanılarak belirlendi. KS’ye duyarlı grup ile KS’ye dirençli grup, total antioksidan düzeyleri açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Ortalama plazma total antioksidan seviyeleri KS dirençli ve duyarlı gruplarda sırasıyla 1,21±0,42 ve 2,4±0,49 mmolTrolEq/L idi (p=0,001). ROC eğrisi analizinde, total antioksidan durum değeri ≤1,66 mmolTrolEq/L iken direnç gelişimi için %93,75 duyarlılık ve %86,6 özgüllük ile öngörülebilirlik elde edildi.
Sonuç: KS tedavisine dirençli olan infertil polikistik over sendromu hastalarında total antioksidan düzeyi daha düşüktü. Bu nedenle, total antioksidan düzeyleri KS direncinin saptanmasında yararlı bir belirteç olabilir.
Aim: Previous studies have shown that oxidative stress may be associated with polycystic ovary syndrome (PCOS) as well as infertility and that antioxidant treatments can increase fertility rates. Therefore, it was aimed to investigate whether total antioxidant levels were useful in predicting clomiphene citrate (CC) resistance in infertile polycystic ovary syndrome patients.
Material and Method: Seventy-seven (77) participants (45 sensitive and 32 resistant) with polycystic ovary sendrome who met study criteria were between 20 and 35 years of age and their partners had normal spermiograms. Clomiphene citrate was given to all patients up to three cycles between three and seven days of their menstrual cycle, starting with a 50 mg/daily dose. If ovulation did not provided dose was raised to 100 and 150 mg in subsequent cycles. Plasma Total antioxidant status (TAS) was determined using an automated measurement method. The CC sensitive group was compared with the CC resistant group in terms of total antioxidant levels.
Results: Mean plasma total antioxidant levels were 1.21±0.42 and 2.4±0.49 mmolTrolEq/L in the CC resistant and sensitive groups, respectively (p=0.001). In the receiver operating characteristic (ROC) curve analysis while total antioxidant status value was ≤1.66 mmol Trolox equivalent/L had predictability on resistance development with 93.75% sensitivity and 86.67% specificity.
Conclusion: Total antioxidant level was lower in infertile polycystic ovary syndrome patients who were resistant to CC treatment. Therefore, total antioxidant levels could be a useful marker in establishing CC resistance.

4.
Pasif Sigara İçici Bebeklerde Serum Antioksidan Vitamin Düzeyleri ve Beslenme Tipiyle İlişkisi
The Relationship Between Serum Antioxidant Vitamin Levels and Type of Nutrition in Passive Smoker Infants
Döndü Ülker Üstebay, Handan Alp, Sefer Üstebay
doi: 10.5505/kjms.2021.90692  Sayfalar 16 - 22
Amaç: Sigara ve sigara dumanında birçok toksik madde bulunmaktadır. Bu toksik maddeler sigara içen kişilerin ve çevresindekilerin sağlığını etkilemektedir. Sigara ve pasif sigara içiciliğinin çocuk sağlığı üzerinde birçok olumsuz etkileri bulunmaktadır. Sigaranın, sağlık üzerine olan olumsuz etkilerinden büyüme sürecinde olan çocuklar ve özellikle infantlar etkilenmektedir. Sigara dumanında bulunan serbest radikaller vücudumuzdaki tüm dokulara ve hücresel yapılara zarar verebilir. Serbest radikallerin artmasıyla oluşan oksidatif stres, antioksidan sistemin bir parçası olan vitamin A, C, E düzeylerinde azalmaya neden olmaktadır. Bu çalışmada, pasif sigara içici bebeklerin serum antioksidan vitamin (A, C, E) düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışmaya üç aylık olan 78 bebek çalışmaya dâhil edilmiştir. Aynı bebekler altı ayda yeniden değerlendirilmiştir. Annelere bebeklerin beslenmeleri ve evde sigaraya maruziyetleri soruldu. Bebeklerin 3.–6. aydaki serum vitamin A, C, E düzeyleri ve idrarda kotinin/kreatinin oranları ölçüldü. 3. ve 6. aylarda anne sütünde vitamin A, C, E düzeyleri bakıldı.
Bulgular: Annesi sigara içen bebeklerin 3. ve 6. aydaki serum vitamin A, C, E düzeyleri annesi aktif-pasif sigara içmeyen bebeklere göre daha düşüktü. Annesi sigara içen bebeklerin idrar kotinin/ kreatinin oranları, annesi aktif-pasif sigara içmeyen bebeklerin idrar kotinin/kreatinin oranlarına göre daha yüksekti. Bebeklerin sigaraya maruziyetlerine göre 3. ve 6. aydaki beslenmelerinde farklılık yoktu. Annesi sigara içenlerin anne sütündeki vitamin A, C, E düzeyleri, annesi aktif-pasif sigara içmeyenlere göre belirgin düşüktü.
Sonuç: Bebeklerin sigaraya maruziyetleri; antioksidan vitamin düzeylerini etkilemektedir. Sigaraya maruziyetin bir göstergesi olan idrar kotinin/kreatinin oranları pasif sigara içici bebeklerde daha yüksektir. Ayrıca annelerin sigaraya maruziyetleri; anne sütündeki vitamin A, C, E düzeylerini etkilemektedir.
Aim: There are many toxic substances in cigarette smoke and cigarette. These toxic substances affect the health of smokers and people around. Smoking and passive smoking exposure adverse effects on the health of many children. One of the adverse effects of smoking on health directly influences children in the growing period and especially on infants. The free radicals found in cigarette smoke can damage all the tissues in our body and cellular structures. Oxidative stress due to the increased free radicals cause a decrease in the levels of A, C, E vitamins which are part of antioxidant system. In this study, we aimed to evaluate serum antioxidant vitamin (A, C, E) levels of passive smokers.
Material and Method: The study includes 78 babies at 3 months. The same infants were re-evaluated in the at 6 months. Feeding of babies’ exposure to the cigarette were asked to the mothers. Serum vitamin A, C and E levels and urinary cotinine/creatinine ratios were measured at third and sixth months. Breastmilk vitamin A, C, E levels were measured at third and sixth months.
Results: Infants with smoking mothers at 3 and 6 months, serum vitamin A, C, E levels were lower than other babies with activepassive non-smoking mothers. Infants with smoking mothers have urinary cotinine/creatinine ratios are higher than that of activepassive non-smoking mothers. There was no difference in terms of nutrition with respect to smoke exposure at 3 and 6 months. Infants with smoking mothers have vitamins A, C, E levels lower than that of active-passive non-smoking mothers.
Conclusion: Smoke exposure of infants affects antioxidant vitamin levels of the babies. Urinary cotinine/creatinine ratio, an indicator of exposure to smoke, are higher in infants of passive smokers. In addition, mothers’ exposure to smoke affects the vitamins A, C, E levels of mother’s milk

5.
Yaşlılarda Obezite Cerrahisi
Bariatric Surgery in Elderly Patients
Fatih Çiftçi, Turgut Anuk
doi: 10.5505/kjms.2021.24540  Sayfalar 23 - 26
Amaç: Bariatrik cerrahi ileri yaş obez hastalar için riskli ve uzun dönem sonuçları müphem olsa da, fayda görmektedirler. Bu çalışmamız da ileri yaştaki hastalarımız da sleeve gastrektomi sonuçlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışmada Nisan 2013-Eylül 2017 tarihleri arasında Laparoskopik sleeve gastrektomi geçirmiş 65 yaş ve üstü tüm hastaları çalışmaya dahil ettik. Hastaların demografik verileri, obezite ile ilgili komorbidite, beden kitle indeksi (BKİ), ameliyat öncesi ve sonrasında kilo durumları, komorbiditenin iyileşmesi, takip süresi, ameliyat sonrası komplikasyonlar ve hastanede kalış süresi kaydedildi. İleri yaştaki hastaları 65 yaş altı sleeve gastrektomi hastalarıyla karşılaştırdık.
Bulgular: On dört hastaya (ortlama yaş 66,9±1,9 yıl) laparoskopik sleeve gastrektomi uygulandı. Hastalar 19 aylık takipten sonra ortalama %52,9 BKİ kaybına ulaştı. Yaşlı hastalar obeziteye bağlı tüm komorbiditelerde belirgin iyileşme gösterdi. Komplikasyon oranları iki grup arasında benzerdi.
Sonuç: Yaşlı obezler de laparoskopik sleeve gasterktomi güvenli ve etkilidir ancak kilo kaybı genç obez kişilere göre nisbeten daha azdır. Uygun seçilmiş yaşlı hastalar bariatrik cerrahiden yararlanabilir.
Aim: Although bariatric surgery for elderly obese patients is having high complication risks and with indefinite results, can be still beneficifial. The aim of this study is to evaluate the results of sleeve gastrectomy in elderly patients.
Material and Method: All 65 years or older patients underwent laparascopic sleeve gastrectomy operation between April 2013-September 2017 included in this retrospective study. Demographic data, comorbidities due to obesity, body mass index, pre and post operative weight, recovery from comorbidities, followup time, postoperative complications, and duration of hospital stay were recorded. Elderly patients and patients under 65 years underwent sleeve gastrectomy were comparised according to results.
Results: Fourteen patients (mean age 66.9±1.9 years) operated on for laparascopic sleeve gastrectomy. Mean 52.9% BMI loss obtained in the patients after 19-month follow-up. In the elderly patients, significant improvements were obtained for the comorbidities due to obesity. Complication rates were similiar among the two groups.
Conclusion: Laparascopic sleeve gastrectomy is an effecitive and safe operation in elderly obese patients, but weight loss is more tolerable compared to younger patients. A selective group of elderly patients may benefit from bariatric surgery.

6.
Doğu Anadolu Bölgesi Gelişimsel Kalça Displazisi Rastlantısal İnsidans Çalışması
Incidental Incidence Study of Developmental Dysplasia of Hip in Eastern Anatolia Region
Sultan Tuna Akgöl Gür, Mehmet Cenk Turgut, Ahmet Köse, Serdar Toy
doi: 10.5505/kjms.2021.37132  Sayfalar 27 - 30
Amaç: Gelişimsel kalça displazisi (GKD) sık görülen ve erken tanı konulup tedavi edilirse başarılı sonuçlar alınabilen bir hastalıktır. Çalışmamızda GKD şüphesi dışında ki nedenlerle çocuk acil servisine başvuran 12–24 aylık çocuk hastaların çekilen pelvis grafileri incelenerek GKD rastlantısal insidansının tespit edilmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışmamıza 1 Mayıs 2016 – 9 Mart 2017 tarihleri arasında hastanemiz çocuk acil servisine çeşitli nedenlerle başvuran 12–24 ay arası çocuk hastalar dâhil edildi. Bu hastaların çekilen batın grafilerine dijital kayıt sisteminden ulaşılıp, grafiler incelendi. Ölçüm için kalça kadranları, Shenton-Menard hattı ve asetabular indeks açısı incelenerek tanı konuldu. Elde edilen verilerle GKD rastlantısal insidansı hesaplandı.
Bulgular: Toplamda 2044 değerlendirmeye alınan hastanın 152’sinde GKD varlığı tespit edildi. GKD saptanan 152 hastanın 98’i kız, 54’ü erkek idi. Bu hastaların 73’ünde bilateral kalçada patoloji görüldü. Patoloji saptanan 152 hastadan 23 hastanın patolojiden haberi yoktu. GKD tanısı alan hastaların %15,1 oranının GKD tanısı almadığı tespit edildi. Kalça çıkığı olan hastalar cinsiyete göre göre karşılaştırıldığında Pearson ki-kare testine göre p<0,001 olup kız çocuklarında anlamlı olarak yüksek tespit edildi.
Sonuç: GKD’li hastaların erken tanı alması ileri yaşlarda yaşayacakları geri dönüşümü olmayan kalça problemlerini ve ameliyatlarını önleyecektir. Acil hekimleri her ne şikâyetle gelirse gelsin özellikle iki yaş altı çocukların batın grafilerini incelerken GKD tanısı akıllarında bulundurmalıdırlar.
Aim: Developmental dysplasia of hip (DDH) is a common disease that can be treated successfully if early diagnosis and treatment are possible. In our study, we aimed to determine the incidence of DDH by examining the pelvic radiographs of 12–24 months old children who were admitted to the pediatric emergency department for reasons other than suspicion of DDH.
Material and Method: Between May 1, 2016 and March 9, 2017, 12–24 months old children who were admitted to our pediatric emergency department for various reasons were included in the study. The abdominal radiographs of these patients were obtained from the digital recording system and the radiographs were examined. For measurement; hip quadrants, Shenton- Menard line and acetabular index angle were examined and used for diagnosis. The incidence of DDH was calculated with the data obtained.
Results: A total of 2044 patients were included in this study and 152 of them were diagnosed with DDH. Of the 152 patients with DDH, 98 were female and 54 were male. 73 of these patients had pathology in bilateral hips. Of the 152 patients with pathology, 23 had no information about this pathology. It was found that 15.1% of the patients diagnosed with DDH were not diagnosed with DDH. When hip dislocation was compared according to gender, Pearson chi-square test was found to be p<0.001 and it was found to be significantly higher in girls.
Conclusion: The early diagnosis of patients with DDH will prevent the irreversible hip problems and surgeries in older ages. Emergency physicians should keep in mind the diagnosis of DDH, especially when examining the abdominal radiographs of children under 2 years of age, regardless of their complaints.

7.
Evde Bakım Biriminden Hizmet Alan Hastaların Yakınlarında Ruhsal Sağlık Durumunun ve Bakım Yükünün İncelenmesi
Investigation of the General Mental Health Status and Caregiver Burden of Relatives of Patients Using Home Care Services
Rıdvan Doğan, Nevin Onan
doi: 10.5505/kjms.2021.07992  Sayfalar 31 - 39
Amaç: Bu çalışma evde bakım biriminden hizmet alan hastaların yakınlarının ruhsal sağlık durumları ve bakım verme yükünün incelenmesi amacıyla gerçekleştirildi.
Materyal ve Metot: Tanımlayıcı olan bu çalışma, Eylül-Aralık 2018 tarihleri arasında Karabük Eğitim ve Araştırma Hastanesi Evde Bakım Biriminden hizmet alan 102 hastanın yakını ile gerçekleştirildi. Veriler Katılımcı Bilgi Formu, Genel Sağlık Anketi-28 (GSA-28) ve Bakım Verme Yükü Ölçeği (BVYÖ) ile toplandı. Veriler tanımlayıcı istatistikler, Mann-Whitney U testi, Kruskal-Wallis testi, Spearman korelasyon analizi kullanılarak analiz edildi.
Bulgular: Katılımcıların %58,8’i kadın, %69,6’sı evli olup, yaş ortalaması 42,96±13,69’du. GSA-28 toplam puan ortalaması 5,76±4,07 ve bakım verme yükü puan ortalaması 51,11±19,86 olarak belirlendi. GSA-28 puanı ile bakım verme yükü puanı arasında pozitif yönde zayıf ilişki bulundu (r=0,233 p=0,018). Hasta yakınlarının %54,9’unda ruh sağlığı açısından risk saptanmış olup, %65,5’inde ileri/aşırı derecede bakım verme yükü olduğu saptandı. Yaş, cinsiyet, medeni durum ve mesleğe göre GSA-28 puanlarında; finansal sorun yaşama durumu, yakınlık derecesi ve hastanın cinsiyetine göre bakım verme yükü puanlarında anlamlı farklılık bulundu.
Sonuç: Bakım yükünü azaltacak önlemlerin alınmasının ruh sağlığının korunması ve geliştirilmesinde etkili olacağı düşünülmektedir.
Aim: This study was carried out to examine the mental health status and care burden of relatives of patients receiving care from the home care unit.
Material and Method: This descriptive study was performed with the relatives of 102 patients who were served from the Home Care Unit of Karabük Training and Research Hospital between September and December 2018. The data were collected with a Participant Information Form, General Health Questionnaire-28 (GHQ-28) and the Burden Interview (BI). Data analyzed using descriptive statistics, Mann-Whitney U test, Kruskal-Wallis test, Spearman correlation analysis.
Results: 58.8% of the caregivers were female, 69.6% were married and the mean age was 42.96±13.69. The mean total score of GHQ- 28 was 5.76±4.07. The mean total score of BI was 51.11±19.86. A weak positive correlation was found between the GHQ-28 total score and the BI score (r=0.233; p=0.018). It was found that 54.9% of caregivers were at risk for mental health, and 65.5% were over/ overly burden of caring. According to age, gender, marital status and occupation, in GHQ-28 scores; a significant difference was found in the scores of caregiving burden according to financial problems, degree of closeness and gender of the patient.
Conclusion: Taking measures to reduce the burden of care is thought to be effective in protecting and improving mental health.

8.
Retroaortik Sol Renal Ven Basit Renal Kist Oluşumunda Predispozan Bir Faktör mü?
Is Retroaortic Left Renal Vein a Predisposing Factor in Simple Renal Cyst Formation?
Hasan Erdoğan
doi: 10.5505/kjms.2021.28003  Sayfalar 40 - 44
Amaç: Retroaortik sol renal ven (RSRV) abdominal aorta ile vertebra arasından geçerek vena cava inferiora drene olur. Bu durum, sol renal venin abdominal aorta ile vertebra arasında basıya uğramasına ve sol renal vende basınç artışına neden olur. Biz bu çalışmada, abdomen bilgisayarlı tomografi (BT)’de RSRV olan olgularda sol renal vendeki basınç artışının basit renal kistler ile ilişkili olup olmadığını değerlendirmeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Bu çalışma retrospektif olarak, 2015–2019 yılları arasındaki abdomen BT görüntüleri taranarak yapıldı. RSRV saptanan toplam 198 hasta çalışmaya dâhil edildi. Bu hastalarda sağ ve sol böbrek arasında kist sayısı ve boyutu açısından anlamlı fark olup olmadığı istatistiksel olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 52,6±16,5 (19–90) olarak saptandı. Kist sayıları açısından her iki böbrek arasında anlamlı bir fark saptanmadı (P=0,737). Kist boyutu açısından ise her iki böbrek arasında anlamlı bir fark mevcuttu (P=0,012). RSRV’yi olan sol böbrekteki kistlerin boyutları anlamlı düzeyde daha büyüktü.
Sonuç: Çalışmamızda her iki böbrek arasında kist sayıları açısından anlamlı bir fark bulamazken, RSRV’ye sahip olan sol böbrekteki kistlerin boyutunun anlamlı olarak daha büyük olduğunu saptadık. Bu durum RSRV’nin renal kist oluşumunda etkisinin olmayabileceğini, fakat oluşan kistlerin boyutuna etki edebileceğini düşündürmektedir.
Aim: A retroaortic left renal vein (RLRV) passes between the abdominal aorta and the vertebra, and drains into the inferior vena cava. This causes compression of the left renal vein between the abdominal aorta and the vertebra, and increased pressure in the left renal vein. In this study, we aimed to evaluate whether increased pressure in the left renal vein is associated with simple renal cysts in patients with RSRV in abdominal computed tomography (CT).
Material and Method: This study was performed retrospectively by scanning the abdominal CT images between 2015–2019. A total of 198 patients with RLRV were included in the study. It was statistically evaluated whether there was a significant difference between the right and left kidney in terms of number and size of cysts.
Results: The mean age of the patients was 52.6±16.5 (19–90). There was no significant difference between the two kidneys in terms of number of cysts (P=0.737). There was a significant difference between the two kidneys in terms of cyst size (P=0.012). Cysts in the left kidney with RLRV were significantly larger.
Conclusion: In our study, while we could not find a significant difference between the two kidneys in terms of cyst numbers, we found that the size of the cysts in the left kidney with RLRV was significantly larger. This suggests that RLRV may not have an effect on formation of renal cyst, but may affect the size of the formed cysts.

9.
Prenatal Dönemdeki Gebe Kadınların Gebeliğe ve Anneliğe Uyumu ile İlişkili Faktörler
Factors Associated with Pregnancy and Maternity Adjustment of Pregnant Women in the Prenatal Period
Pınar Döner Güner, Hande Bölükbaşı, Elif Tezcan, İlay Gözükara, Ali Ulvi Hakverdi, Cahit Özer
doi: 10.5505/kjms.2021.76768  Sayfalar 45 - 51
Amaç: Gebelik, pek çok fizyolojik ve psikolojik değişikliğin yaşandığı bir dönem olması nedeniyle hem kadınlar hem de aileleri için önemlidir. Gebenin değişimlere uyumunun düzeyi, ailesi ve sosyal çevresinin tutumları ile ilişkilidir. Ayrıca gebelikte yaşanan bu değişimlere annenin uyum sağlayabilmesi, anne ve bebek bağlanmasını da olumlu yönde etkilemektedir. Bu çalışmanın amacı prenatal dönemdeki kadınların gebeliğe ve annelik rolüne uyumu ile ilişkili faktörleri belirlemektir.
Materyal ve Metot: Tanımlayıcı araştırma tipinde olan bu çalışma, üniversite hastanesinde Aile Hekimliği Polikliniği ile Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniklerine başvuran 18 yaş üzeri 183 gebe ile yürütülmüştür. Veriler Şubat 2018-Mayıs 2018 tarihleri arasında toplanmıştır. Veriler demografik soru formu ve Lederman’ın Prenatal Kendini Değerlendirme Ölçeği (LPKDÖ) ile elde edilmiştir. İki grubun ortalaması karşılaştırılırken t testi ve Mann-Whitney U testi, ikiden fazla grubun ortalamaları karşılaştırılırken ise Kruskal-Wallis testi uygulanmıştır.
Bulgular: Gebelerin öğrenim durumlarına bakıldığında en yüksek yüzde ile ilköğretim mezunu (%53,5) oldukları görülmüştür. LPKDÖ’den alınan toplam puan minimum 107, maksimum 257’dir (ortalama=174). LPKDÖ puan ortalamaları ile gebeliği isteme ve gebelikle ilgili bilgi alma durumları karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (p=0,013), (p=0,029).
Sonuç: Gebeliğe ve anneliğe uyum, gebelikle ilgili bilgi alma ve gebeliği isteme ile ilişkilidir. Eşlerin birlikte aldığı gebelik öncesi eğitimlerin yaygınlaştırılması gebelerin anneliğe uyum düzeyinde iyileştirme sağlayabilir.
Aim: Pregnancy is an important period for both the women and their families due to occurring the many physiological and psychological changes. The adaptation levels of the pregnant to the alterations are related with her family and social environment during this period. Moreover, the adaptability of mother to these changes affects the mother-infant bounding positively. The aim of this study is to determine the factors associated with the adaptation to the pregnancy and motherhood of women during the prenatal period.
Material and Method: This descriptive research was conducted based on the data of 183 pregnant women, over 18 years of age. All of the data has been collected from the participants consulting to the outpatient clinics of Family Medicine and Gynecology and Obstetrics at a university hospital during between February and May 2018 through both the demographic questionnaire and the Lederman Prenatal Self Evaluation Scale (LPSES). The mean of the two groups were compared with t test and Mann-Whitney U test statistically, and also the averages of more than two groups were analyzed with the Kruskal-Wallis test.
Results: The educational statuses of the pregnant women were highest in primary school graduates (53.5%). The minimum total score of the LPSES was 107 and the maximum was 257 (mean=174). The comparison of LPSES mean scores for desiring and having information about pregnancy was statistically significant (p=0.013), (p=0.029).
Conclusion: The adaptation to the pregnancy and motherhood is related with desiring and having information about pregnancy, and the extending pre-pregnancy education to couples can lead to the improvements in the level of adaptation to the motherhood for the pregnant women.

10.
Gebe Okulları Doğum Korkusunu Azaltmada Etkili Bir Uygulama mıdır?
Is Pregnant Schools an Effective Application in Reducing Fear of Birth?
Abdullah Tok, Hilal Sakallıoğlu
doi: 10.5505/kjms.2021.79989  Sayfalar 52 - 56
Amaç: Kadın hayatının erişkin dönemine geçtiği süreçte gebelik dönemi her ne kadar fizyolojik bir değişim olmasına rağmen, psikolojik ve sosyal değişimleri de kapsadığı için önem taşımaktadır. Gebelik, ‘gelişimsel kriz’ ve “durumsal kriz” olarak da adlandırılmakta olup, ailece bu krizlerin yönetimini gerektiren bir değişim sürecidir. Özellikle ilk gebelikler birçok bilinmeyeni bir arada barındırdığı için korkulu bir süreç olarak da algılanabilmektedir Bu çalışmada amacımız kurumumuzda oluşturduğumuz gebe bilgilendirme sınıflarına başvuran anne adaylarının doğumla ilgili endişe ve korku düzeylerini ve eğitim sonrası korkularını belirlemektir.
Materyal ve Metot: 1000 gebeye yüz yüze soru cevap şekline veriler elde edilmesi arkasından eğitim ve doğum sonrasında telefon ile gebelere ulaşarak gebe okulunun doğum korkularının yenmesinde etkinliğinin değerlendirilmesi prospektif olarak planlandı.
Bulgular: Gebe bilgilendirme sınıfına başvuran gebe kadınlarımızın %30,4’ünün lise mezunu, %85,5’inin çalışmadığı, %88,4’ünün sağlık güvencesinin olduğu, %68,2’sinin il merkezinde oturduğu, kırsal kesimden gelenlerin sayısının düşük (%6,5), %48’inin gebelik sayısının 1 olduğu, %98,6’sının daha önceki doğumunu hastanede yaptırdığı tespit edildi. Başvuranların çoğunluğunun (%69,2) gebelik ve doğumla ilgili endişelere sahip, endişelerin daha çok (%35,9) doğum korkusu ve daha az oranda (%29,3) bebeğin sağlığı ile ilgili endişeler olduğu tespit edildi. Doğumda ağrı çekmenin korkuttuğu (%81,4), doğum ağrısı ile baş etmek için planlanan bir yöntemlerinin olmadığı (%85,2), doğumhane ortamının çoğunlukla korkutucu olarak algılandığı tespit edildi.
Sonuç: Gebe bilgilendirme sınıflarına başvuru nedenlerinin doğum ve doğum sonrası dönem ile ilgili bilgi sahibi olmak, rahat doğum yapmanın yöntemlerini öğrenmek, egzersizleri öğrenmek ve endişelerini azaltmak nedeniyle olduğu tespit edildi. Tüm dünyada ve ülkemizde dikkatleri üzerine çekmeye başlayan, kurulması aşamasında çok fazla ekonomik yük ve çaba gerektirmeyen gebe eğitim sınıflarının yaygınlaştırılarak daha geniş kitlelere ulaşması, bu konu ile farkındalığın artırılmasının önemli olduğu kanaatindeyiz.
Aim: In the period when the woman’s life passes into the adult period, although the pregnancy period is a physiological change, it is important because it covers psychological and social changes. Pregnancy is also called “developmental crisis” and “situational crisis” and it is a change process that requires the management of these crises in the family. Especially the first pregnancies can be perceived as a fearful process as it contains many unknowns together. In this study, our aim is to determine the level of anxiety and fear related to birth and post-education fears of expectant mothers who applied to pregnant information classes we created in our institution.
Material and Method: It was planned prospectively to evaluate the effectiveness of pregnant school in overcoming birth fears by reaching pregnant women by phone after training and after birth, after obtaining data for 1000 pregnant women face to face question and answer.
Results: 30.4% of our pregnant women who applied to the pregnant information class are high school graduates, 85.5% are not working, 88.4% are health assured, 68.2% are living in the city center, the number of rural residents is low (6.5%), 48% is 1 It was determined that 98.6 had previous birth in hospital. It was determined that the majority of the applicants (69.2%) had concerns about pregnancy and delivery, the worries were more (35.9%), birth fear and less (29.3%) concerns about the health of the baby. It was found that pain at birth was frightening (81.4%), they did not have a planned method to cope with birth pain (85.2%), and the delivery room environment was mostly perceived as frightening.
Conclusion: It has been determined that the reasons for applying to pregnant information classes are to have knowledge about the birth and postpartum period, to learn the methods of comfortable delivery, to learn the exercises and to reduce their anxiety

11.
Olivetol’ün SHSY-5Y Nöroblastoma Hücrelerinin Proliferasyonu ve İnvazyonu Üzerindeki İnhibe Edici Etkileri
The Inhibitory Effects of Olivetol on Cell Proliferation and Invasion of SHSY-5Y Neuroblastoma Cells
Harun Ün, Rüstem Anıl Ugan
doi: 10.5505/kjms.2021.56688  Sayfalar 57 - 62
Amaç: Likenlerde bulunan ve fenolik yapılı doğal bir bileşik olan olivetol, antioksidan ve antikolinerjik etkisi ile bilinmektedir. Ancak olivetol’ün kanser hücreleri üzerindeki etkinliği henüz bilinmemektedir. Biz bu çalışmada olivetol’ün nöroblastoma hücrelerinin proliferasyonu ve invazyonu üzerindeki etkilerini inceledik.
Materyal ve Metot: Bu çalışmada insan nöroblastoma SHSY-5Y hücre hattı kullanıldı. Olivetol deney gruplarına 50 ve 100μM dozlarında uygulandı. Hücre proliferasyon analizi eş zamanlı hücre sayım sistemi xCelligence ile yapıldı. Matriks metaloproteinaz (MMP2 ve MMP9) ekspresyonları RT-PCR ile analiz edildi. Olivetol’ün invazyon üzerindeki etkisi transwell matrijel deneyi ile yapıldı.
Bulgular: Olivetol’ün insan nöroblastoma SHSY-5Y hücre proliferasyonunu inhibe ettiği tespit edildi. Olivetol’ün 100 μM’ı hücreleri 72 saat sonunda neredeyse tamamen öldürdüğü belirlendi. Olivetol’ün MMP2 ve MMP9 ekspresyonlarını doza bağlı olarak azalttığı görüldü. İnvazyon sonuçlarına bakıldığında, olivetol’ün SHSY-5Y invazyonunu inhibe ettiği tespit edildi.
Sonuç: Bu sonuçlar, olivetol’ün nöroblastoma hücrelerinin proliferasyonunu baskıladığını göstermektedir. Olivetol, MMP2 ve MMP9 üzerindeki inhibe edici etkisinden dolayı, SHSY-5Y hücrelerinin invazyonunu önlemek için kullanılabilir. Olivetol‘ün matriks metaloproteinaz seviyelerini baskılaması sebebiyle, nöroblastoma tedavisinde alternatif bir aday olabileceği düşünülebilir.
Aim: Olivetol, is a phenolic compound found in certain species of lichen, is known with it’s anti-oxidant and anti-cholinergic effects. However, the functions of olivetol in cancer cell have not been investigated yet. We evaluated the effects of olivetol on the cell proliferation and invasion of human neuroblastoma cells.
Material and Method: Human neuroblastoma SHSY-5Y cell line was used in this study. Olivetol was administered to groups at the doses of 50 and 100μM. Cell proliferation was analyzed by real time cell analyzer xCelligence. The expressions of matrix metalloproteinase (MMP2 and MMP9) were assessed by RT-PCR. Effects of olivetol on invasion were determined by transwell matrigel assays.
Results: It was investigated that olivetol inhibited human neuroblastoma SHSY-5Y cell proliferation. High dose of olivetol (100μM) almost killed the total cells at the end of the 72 hours. It was also seen that olivetol decreased MMP2 and MMP9 gene expressions of neuroblastoma cells in dose dependent manner. Looking at the invasion results, it was determined that olivetol treatment inhibited the invasion of SHSY-5Y cells.
Conclusion: This results showed that olivetol inhibits of neuroblastoma cell proliferations. Olivetol can be used to prevent invasion of SHSY-5Y cells, due to its inhibitory effect on MMP2 and MMP9. Olivetol can be considered as an alternative candidate in the treatment of neuroblastoma, as it suppresses matrix metalloproteinase levels.

12.
Acil Servise Demir İntoksikasyonu Olan Hastaların Değerlendirilmesi
Evaluation of Patients with Iron Toxicity in Emergency Department
Emine Emektar, Özge Öztekin, Seda Dağar, Hüseyin Uzunosmanoğlu, Yunsur Çevik
doi: 10.5505/kjms.2021.75875  Sayfalar 63 - 67
Amaç: Bu çalışmada, acil kliniğine demir intoksikasyonu nedeniyle başvuran hastaların; demografik, klinik değişkenleri, tedavileri ve komplikasyonlarını değerlendirmeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Bu çalışma retrospektif bir çalışmadır. Üçüncü basamak eğitim hastanesinin acil kliniğinde demir intoksikasyonu tanısı alan ve takip edilen hastalar çalışmaya dâhil edildi. Verileri eksik olanlar, gebeler, demir dışı ilaçlarla zehirlenen hastalar çalışma dışı bırakıldı. Hastalar demir miktarına göre iki gruba ayrıldı. P<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Altmış bir hasta çalışmaya dâhil edildi. Hastaların 45’i (%73,8) kadın olup yaş ortancası 32 (24–37) idi. Hastaların aldıkları elementer demir miktarı ortalama 1000 (710–1950) mg olup ve dördüncü saat demir düzeyleri 246 mg/dl (medyan, IQR 25–75: 119– 327) olarak bulundu. Hastaların aldıkları demir miktarları ile kan demir düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı aynı yönlü korelasyon saptandı (p=0,02). Hastaların laboratuvar takiplerinde hemoglobin, platelet ve creatinin değerlerinde azalma, INR değerlerinde artma bulundu (tüm değerler için p<0,05). Toksik ve nontoksik gruplar arasında takip kan parametreleri açısından fark saptanmadı (tüm değerler için p>0,05).
Sonuç: Demir zehirlenmesi acil serviste klinik pratikte görülebilen zehirlenmelerdir. Çalışma bulgularımıza göre hastalarımızın yaklaşık yarısı toksik doz demir almış olsa da büyük bir kısmında zehirlenme şiddetinin hafif olduğu görülmüştür. Hastaların laboratuvar takiplerinde hemoglobin, platelet ve creatinin değerlerinde azalma saptadık ancak klinikte anlamlı olduğunu düşünmüyoruz. Çalışmamızda INR değerlerinde artma saptadık, bu durumun klinik etkilenme olmadan hücresel düzeyde doku etkilenmesini gösterebileceğini düşünüyoruz.
Aim: In this study we aimed to analyze the demographic properties, clinical variables, treatment, complications of patients presenting to emergency department (ED) with iron toxicity.
Material and Method: This is a retrospective study. It enrolled patients presenting to the ED of a tertiary training hospital for treatment of iron toxicity. Patients with missing medical data, pregnancy, and toxicity secondary to non-iron medications were excluded. The patients were divided into 2 groups by the amount of iron. A p value of less than 0.05 was considered statistically significant.
Results: Sixty-one patients were enrolled in the study. 73.8% patients were women, and the study population had a median age of 32 (24–37) years. The mean amount of elementary iron intake was 1000 (710–1950) mg, with a fourth-hour iron level being 246 mg/dl (median, IQR 25–76: 119–327). There was a significant positive correlation between the amount of iron intake and blood iron level (p=0.02). Laboratory test monitoring showed a decrease in hemoglobin, platelet, and creatinine levels and an increase in INR level (for all parameters, p<0.05). No significant difference was found between the toxic and non-toxic groups with respect to any of the monitored blood parameters (for all parameters, p>0.05).
Conclusion: Iron toxicity may be encountered in clinical practice at ED. Although our results showed that about half of our patients took a toxic iron dose; the severity of toxicity was mild in a majority of them. We found a decrease in hemoglobin, platelet, and creatinine levels at laboratory but we don’t believe that this finding is clinically meaningful. We detected an increase in INR level, which we believe may indicate tissue affection at cellular level without a clinical affection.

13.
Osteoartrit ve Romatoid Artritli Hastalarda Elin Fiziksel Özelliklerinin El Fonksiyonu Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi
In Patients with Osteoarthritis and Rheumatoid Arthritis, Effects of Hand Physical Features on Hand Function
Gülnihal Deniz, Ahmet Kavaklı, Özen Kan Şıkoğlu, Ahmet Zafer Perilioğlu, Yıldız Ece, Murat Ogetürk, Furkan Bilek
doi: 10.5505/kjms.2021.05935  Sayfalar 68 - 75
Amaç: Osteoartrit (OA) dünyada ve ülkemizde en sık karşılaşılan eklem hastalığıdır. Romatoid artrit (RA) sinovyal enflamasyonla karakterize kronik, sistemik bir hastalıktır. OA ve RA’da el bileği ile el eklemleri ilk ve en sık etkilenen eklemlerdir. El eklemlerinin tutulumu, hastaların yaşam kalitesinde belirgin bir azalmaya yol açar. Bu çalışmada RA ve OA hastalarındaki el kavrama kuvveti ve eklem hareket açıklıklarının (EHA) sağlıklı bireylerle karşılaştırılması ve hastaların günlük yaşam aktivitelerindeki bağımsızlığının değerlendirilmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışmamızda Fırat Üniversitesi Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Polikliniğinde ve Romatoloji Polikliniğinde takip edilen, yaşları 30 ile 60 arasında olan, Amerikan Romatoloji Birliği (ACR) kriterlerine göre RA tanısı konulmuş 62 kadın, 52 OA’lı kadın ve 52 sağlıklı kadın olmak üzere toplam 166 birey değerlendirmeye alındı. El kavrama kuvveti elektronik el dinamometresi, parmak kavrama kuvveti ise parmak dinamometresi ile ölçüldü. El bileği ve parmakların EHA ölçümleri için standart gonyometre ve parmak gonyometresi kullanıldı. El bileği çevresi ve çapı ile el uzunluk ölçümü standart antropometrik ölçüm aletleriyle gerçekleştirildi. Ayrıca çalışmaya alınanların tamamına sağlık değerlendirme anketi (HAQ) uygulanarak özürlülük düzeyi belirlendi.
Bulgular: Tüm olgularda, el ve parmak kavrama kuvvetleri, el bileği ve parmakların EHA ölçümleri ile el bileği çevre ve çap değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu (p<0,001). Hasta ve sağlıklı bireylerin el uzunluk ölçümünde istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p>0,05). Tüm olgularda, HAQ skoru ile el ve parmak kavrama kuvveti arasında negatif yönde çok güçlü korelasyon bulundu.
Sonuç: OA’lı ve RA’lı hastalarda anatomik bütünlüğün bozulması, EHA’nın, el ve parmak kavrama kuvvetlerinin azalması ve ağrı, hastaların günlük yaşam aktivitelerindeki bağımsızlığını etkilemiştir.
Aim: Osteoarthritis and Rheumatoid Arthritis, is one of the most common joint diseases in our country and in the world. Hand joint involvement and functions are of the most important factors that determine the impacts of the disease on daily activities. We aimed to determine the impact of the disease on the daily life activities by comparing hand grip strength and joint range of motion in healthy individuals and patients.
Material and Method: In this study, 166 female were included; 52 of which are healthy female, 62 of which are female patients with Rheumatoid Arthritis and 52 of which are female patients with Osteoarthritis. Grip and pinch strength were measured using the electronic hand and finger dynamometer. Standard and finger goniometer were used for range of motion measurement of wrist and fingers. Circumference and diameter of wrist and length of hand were measured with standard anthropometric measurement tools. Disability was scored by using health assessment questionnaire (HAQ).
Results: Hand and finger grip strength, range of motion measurement of wrist and fingers, and measurement of wrist circumference and diameter values of all patients and healthy groups were found statistically significant difference (p<0.001). Hand length measurements of patients and healthy individuals there was no statistically significant difference (p>0.05). HAQ scores correlated negatively with grip and pinch strength were found in all individuals.
Conclusion: It was observed that the impairment of anatomical integrity, decreasing of grip and pinch strength, and pain affect independent daily life activities in the patients with Osteoarthritis and Rheumatoid Arthritis.

14.
Nefroloji Polikliniğinde Hiperpotasemi Saptanan Hastaların Klinik ve Laboratuvar Özellikleri
Clinical and Laboratory Features of Patients with Hyperpotasemia in Nephrology Outpatient Clinic
Didem Eroğlu Divriklioğlu, Erkan Şengül
doi: 10.5505/kjms.2021.35556  Sayfalar 76 - 81
Amaç: Bu çalışmanın amacı, nefroloji polikliniğine başvuran hastalarda hiperpotasemi prevalansını saptamak, hiperpotasemi ile hastaların demografik özellikleri, kullanmakta oldukları ilaçlar ve ek hastalıklar arasındaki ilişkiyi incelemektir.
Materyal ve Metot: Çalışmaya 1 Ocak 2016–30 Haziran 2016 tarihleri arasında Nefroloji Polikliniğine başvuran, serum örneklerinde potasyum değeri 5,1 mEq/L ve üzerinde olan ve renal replasman tedavisi almayan 388 hasta alındı. Hastaların cinsiyeti, yaşı, kan basıncı, ek hastalıkları, kullandıkları ilaçlar, biyokimyasal tetkikler, 24 saatlik idrarda total protein ve albumin düzeyleri, daha önceki atak sayıları ve uygulanan tedaviler incelendi. İstatistiksel analiz bilgisayarda SPSS ver. 17.0 programı kullanılarak gerçekleştirildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların 212’si (%54,6) kadın, 176’sı (%45,4) erkekti. Hastaların yaş ortalaması 65,76±12,9 yıl olarak bulundu. Hiperpotasemi prevalansı %15,9 ve ortalama potasyum düzeyi 5,49±0,36 mEq/L tespit edildi. Hastaların %57’sinde hafif, %31,5’inde orta, %11,5’inde ciddi hiperpotasemi saptandı. Çalışmaya alınan 293 hastada (%75,5) anjiotensin dönüştürücü enzim inhibitörü (ACEİ) veya anjiotensin reseptör blokeri (ARB) kullanımı; 36 hastada (%9,3) ACEİ veya ARB ile birlikte spironolakton kullanımı; 147 hastada (%37,9) beta bloker kullanımı mevcuttu. Hastaların %85,5’inde kronik böbrek hastalığı (KBH) ve %56,2’sinde diyabetes mellitus olduğu saptandı. Hiperpotasemisi olan 13 (%3,4) hastaya acil tedavi uygulandı. Acil hemodiyaliz ihtiyacı olmadı. Analizlerde; serum potasyum düzeyinin ACEİ veya ARB ile birlikte spironolakton kullanan hastalarda, kullanmayanlara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu tespit edildi (p=0,001).
Sonuç: Özellikle KBH varlığında renin anjiotensin aldosteron sistem inhibitörü ilaçların birlikte kullanımının hiperpotasemi gelişme riskini arttırdığı göz önüne alınıp hastaların bu açıdan takip edilmesi gerekmektedir.
Aim: The objective of this study is to determine the prevalence of hyperkalemia in patients admitted to nephrology outpatient clinic, to investigate the relationship between hyperkalemia and demographic characteristics of patients, comorbidities and drugs.
Material and Method: 388 patients admitted to Nephrology Outpatient Clinic between 1 January 2016 and 30 June 2016 and whose serum potassium value is ≥5.1 mEq/L and without renal replacement therapy were included in the study. Patient’s gender, age, blood pressure, comorbidities, drugs, biochemical examination, total protein and albumin in 24-hour urine collection, the number of previous attacks and treatment approaches were examined. Statistical analysis was performed with using SPSS ver. 17.0 program.
Results: Patients included in this study were consist of 212 (54.6%) female and 176 (45.4%) male. The average age of the patients was 65.76±12.09 years. The prevalence of hyperkalemia was 15.9% and the average potassium level was 5.49±0.36 mEq/L. When hyperkalemic patients were categorized into groups, 57% had mild, 31.5% had moderate and 11.5% had severe hyperkalemia. In our study, there was 293 patients (75.5%) using angiotensin-converting enzyme inhibitor (ACEI) or angiotensin receptor blocker (ARB), 36 patients (9.3%) using spironolactone with ACEI or ARB, and 147 patients (37.9%) using beta blockers. It was shown that 85.5% of the patients had chronic kidney disease (CKD) and 56.2% had diabetes mellitus. Thirteen patients (3.4%) with hyperkalemia underwent emergency treatment. There was no patient needed urgent hemodialysis. Significant differences were found between those who did or did not use spironolactone combination therapy with ACEI or ARB (p=0.001).
Conclusion: Particularly in CKD patients, the use of a combination of renin angiotensin aldosterone system inhibitors increases the risk of developing hyperkalemia, and patients should be monitored in this respect.

15.
Yıllar İçerisinde Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinin Mediastinal Evrelemesinde, Servikal Mediastinoskopi Endikasyonu ve Sonuçlarında Neler Değişti?
What Has Changed in the Indications and Outcomes of Cervical Mediastinoscopy for Mediastinal Staging in Non-small Cell Lung Cancer Over the Years?
Volkan Erdogu, Yunus Aksoy, Atilla Pekçolaklar, Muzaffer Metin
doi: 10.5505/kjms.2021.87513  Sayfalar 82 - 88
Amaç: Bu çalışmanın amacı, yıllar içinde teknoloji ve tanı yöntemlerinde yaşanan gelişmeler sonucunda servikal mediastinoskopi (MK) endikasyon ve sonuçlarında nelerin değiştiğini gözlemlemektir.
Materyal ve Metot: Primer küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısı alan toplam 1071 hasta retrospektif olarak değerlendirildi. MK endikasyonu, 2003–2005 yılları arasında 610 KHDAK hastasının 454’üne (Grup 1), 2017–2019 yılları arasında 461 KHDAK hastasından 261’ine (Grup 2) kondu. Çalışmadan çıkarılan hastalar sonrasında, Grup 1’de 195 hasta ve Grup 2’de 194 hasta ameliyat edildi. MK endikasyonları, MK ile klinik multipl N2, N3, tek istasyon klinik N2 tespiti, beklenmedik patolojik (p)N2 oranları ve MK’nin yanlış negatifliği açısından iki grup karşılaştırıldı.
Bulgular: Grup 1’de 610 hastanın 454’üne (%74,4), Grup 2’deki 461 hastanın 261’ine (%56,6) MK endikasyonu kondu (p<0,001). Grup 1’de 78 hastada (%17,2) MK ile multipl klinik N2 ve N3 tanısı konulurken, Grup 2’de 4 hastaya (%1,5) bu tanı kondu (p<0,001). Grup 1’de 18 hastada (%4), Grup 2’de 27 hastada (%10,3) klinik tek istasyon N2 tespit edildi (p=0,001). Grup 1’de 45 hastada (%23,1) beklenmeyen pN2 bulunurken, Grup 2’de 18 hastada (%9,3) bulundu (p<0,001). Grup 1’de 17 hastada (%8,7) yalancı negatiflik bulunurken, Grup 2’de ise 8 hastada (%4,1) yanlış negatiflik bulundu (0,065). MK endikasyonları, multipl N2, N3, tek istasyon klinik N2 tanısı ve beklenmedik pN2 saptanması açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu.
Sonuç: Yıllar içinde, teknolojideki ve minimal invaziv tekniklerdeki gelişmeler sonucunda, servikal mediastinoskopi endikasyonları, MK ile klinik multipl N2, N3 hastalık tespiti, cerrahide beklenmedik pN2 tespiti ve MK’nin yanlış negatiflik oranları azalmıştır.
Aim: The aim of this study is to observe what has changed in the indications and outcomes of cervical mediastinoscopy (CM) as a result of advancements in the technology and diagnostic methods over the years.
Material and Method: A total of 1071 patients, diagnosed with primary non small cell lung cancer (NSCLC) were evaluated retrospectively. CM was indicated in 454 patients (Group 1) out of 610 NSCLC patients between years 2003–2005, whereas 261 patients (Group 2) out of 461 NSCLC patients between years 2017–2019. After exclusions, 195 patients in Group 1 and 194 patients in Group 2 underwent surgery. We compared two groups in terms of CM indications, detection of clinic multiple N2, N3 and single-station cN2 disease with CM, unexpected pathologic (p)N2 ratios and false negativity of CM.
Results: There were 454 of 610 patients (74.4%) in Group 1 and 261 of 461 patients (56.6%) in Group 2 were indicated with CM (p<0.001). While 78 patients (17.2%) in Group 1 were diagnosed with multiple clinics N2, N3 with CM, 4 patients (1.5%) in Group 2 (p<0.001). Single-station cN2 was detected in 18 patients (4%) in Group 1 and 27 patients (10.3%) in Group 2 (p=0.001). While 45 patients (23.1%) had unexpected pN2 in Group 1, it was found in 18 patients (9.3%) in Group 2 (p<0.001). False negativity found in 17 patients (8.7%) in Group 1, whereas 8 patients (4.1%) in Group 2 (0.065). A statistically significant difference was found between the groups in terms of CM indications, diagnosis of clinic multiple N2, cN3, single-station cN2 and detection of unexpected pN2.
Conclusion: Over the years, as a result of advancements in technology and minimally invasive techniques, cervical mediastinoscopy indications, clinical multiple N2, cN3 disease detection with CM, unexpected pN2 detection in surgery and false negativity ratios of CM have decreased.

16.
Opere Edilen Lomber Disk Hernili Hastalarda Sagittal Denge Parametreleri ile Herniasyon Seviyesi Arasındaki İlişki
Correlation Between Sagittal Balance Parameters and Herniation Levels in Patients Operated for Lumbar Disc Herniation
Safiye Kafadar, İnan Gezgin, Seyho Cem Yücetaş
doi: 10.5505/kjms.2021.88786  Sayfalar 89 - 93
Amaç: Lomber disk hernisi nedeni ile opere olan hastalarda disk hernisinin görüldüğü seviye ile pelvik ve lomber vertebra insidansları arasındaki ilişkinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Retrospektif olarak planlanan çalışmaya dosya kayıtları incelenen hastalar dâhil edildi. Tek seviye lomber disk hernisi tespit edilen ve tek taraflı mikrodiskektomi yöntemi ile opere olan 59 hastanın demografik verileri ve klinik bulguları kayıt edildi. Değişkenlerin analizinde SPSS 25.0 (IBM Corparation, Armonk, New York, United States) programı kullanıldı.
Bulgular: Yirmi sekizi erkek 31’i kadın olan hastaların yaş ortalaması 43,31±4,27 (38–54) yıl olarak bulundu. Yerleşim yerlerine bakıldığında 28 (%47,5) hastanın sağ, 31 (%52,5) hastanın ise sol yerleşimli disk hernilerinin olduğu saptandı. Seviyeye göre bakıldığında L5-S1 seviyesinde disk hernisi olan hastaların pelvik indeks ve L4 indeks ortalamaları L4-5 ve L3-4 seviyelerinde disk hernisi olan hastaların ortalamalarına göre anlamlı derecede düşük bulunurken (p=0,002, p=0,001), L4-5 seviyesinde disk hernisi olan hastaların L5 insidans ortalamaları anlamlı derecede yüksek bulundu (p=0,001).
Sonuç: Bu çalışmada, L5-S1 seviyesinde disk hernisi olan hastalarda pelvik indeks, L4 ve L5 indeksler anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Gelecekte, uzun süreli takipli ve prospektif, çok merkezli çalışmaların yapılmasının gerekli olduğunu düşünmekteyiz.
Aim: The aim of this study is to assess the correlation between the level of disc herniation and pelvic and lumbar vertebral incidences in patients operated for lumbar disc herniation.
Material and Method: This retrospective study included those patients whose file records were analyzed. The demographic data and clinical findings of 59 patients diagnosed with single level lumbar disc herniation and underwent unilateral microdiscectomy were recorded. In the analysis of the variables, SPSS 25.0 (IBM Corparation, Armonk, New York, United States) was used.
Results: The patients involved 28 men and 31 women whose median age was found as 43.31±4.27 (38–54) years. With regard to location, it was determined that in 28 (47.5%) patients, the herniated discs were located on the right and in 31 patients (52.5%), they were located on the left. In terms of levels, in patients with herniated discs at level L5-S1, the median pelvic index and L4 index were found to be significantly lower than those of patients with herniated discs at levels L4-5 and L3-4 (p=0.002, p=0.001), whereas in patients with herniated discs at level L4-5, the median L5 incidence was found to be significantly high (p=0.001).
Conclusion: In this study, the pelvic index and L4 and L5 indexes were found to be significantly low in patients with herniated discs at level L5-S1. It is considered that future prospective and multicentered studies with long-term follow-up are necessary.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
17.
Aynı Kitle İçerisinde Dermatofibrosarkom Protuberans ve Miksofibrosarkom, Çok Nadir Olgu Sunumu
Dermatofibrosarcoma Protuberans and Myxofibrosarcoma in the Same Mass, Very Rare Case Report
Elif Gökçe Devecioğlu, Nazlı Sena Şeker
doi: 10.5505/kjms.2021.03708  Sayfalar 94 - 99
Biz aynı kitle içerisinde dermatofibrosarkom protuberans ve orta dereceli miksofibrosarkom birlikteliğinin izlendiği çok nadir bir kompozit tümör vakası sunmaktayız. Vakamız, 58 yaşında kadın hastaya ait, sağ göğüs altında yıllardır mevcut olan, son zamanlarda büyüme gösteren deri üzerinde protrüde kitledir. Makroskopik olarak yan yana olan her iki tümör bileşeninin de birbiri ile devamlılığı mevcut olup, subkutan dokuya kadar uzanmaktadır. İki tümör arasında mikroskobik olarak da belirgin bağlantı alanları görülmüştür. Dermatofibrosarkom protuberans vakalarında fibrosarkom transformasyonu yanı sıra nadiren pleomorfik sarkom transformasyonu gösteren olgularda bildirilmektedir. Bizim olgumuzda aynı tümör içerisinde iki ayrı tümörün izlenmesi dermatofibrosarkom protuberanslar vakalarının daha önce literatürde bildirilmemiş miksofibrosarkoma da dönüşebileceğini düşündürmektedir.
We present a very rare case of composite tumor consisting of dermatofibrosarcoma protuberans and intermediate grade myxofibrosarcoma with in the same mass. Our case is a protruded mass on the skin, which has been present for years under the right chest of a 58-year-old female patient, and has been growing recently. Both tumor components, which are adjacent to each other macroscopically, have continuity with each other and extend to the subcutaneous tissue. Microscopically, distinct connection areas were also observed between them. Besides known fibrosarcoma transformation of dermatofibrosarcoma protuberans, cases that are rarely transformed into pleomorphic sarcoma are known. However, in our case, the existing of two different tumors with in the same mass suggests that dermatofibrosarcoma protuberans may also transform into a myxofibrosarcoma, which has not been previously reported in the literature.

DERLEME
18.
Beslenme Durumunun ve Beslenme ile İlişkili Bazı Hastalıkların Saptanmasında Boyun Çevresi Ölçümü
Neck Circumference Measurement in Determination of Nutritional Status and Some Nutrition Related Diseases
Hatice Merve Bayram, Zehra Margot Celik, Fatma Esra Güneş
doi: 10.5505/kjms.2021.60476  Sayfalar 100 - 110
Besin ögeleri alımı ile besin ögeleri gereksinmesi arasındaki dengenin sağlanması optimal sağlık için önem taşımaktadır. Beslenme durumunun saptanması bu açıdan önemlidir. Boyun çevresi ölçümü (Neck circumference-NC) beslenme durumunun saptanmasında kullanılan antropometrik ölçümlerden biri olup, karmaşık yöntemlere gerek kalmadan sonuca ulaşmaya yardımcı olan basit bir tekniktir. Ayrıca NC erişilebilir ve ölçümü kolaydır, bunun yanı sıra gün içerisinde değişiklik göstermediği için kullanılabilirliği araştırılmaktadır. Bu derlemenin amacı, NC ölçümü ile diğer antropometrik ölçümlerin, beslenme ile ilintili bazı hastalıkların, ilgili biyokimyasal bulguların ve metabolitlerin arasındaki ortaya konulmuş ilişkilerin incelenmesidir. Bu amaçla yapılan literatür taraması sonucunda, NC obezite ve metabolik sendrom riski ile yüksek korelasyon göstermesinin yanı sıra diğer antropometrik ölçümlerle de (vücut ağırlığı, beden kütle indeksi, bel çevresi, kalça çevresi ve bel/kalça oranı) ilişkili olabileceği görülmüştür. Ayrıca NC, insülin direnci, tip 2 diyabet, hipertansiyon, hiperlipidemi, kardiyovasküler hastalıklar ve obstrüktif uyku apnesi sendromunun tanımlanmasında kullanılabilecek bir ölçüm aracı olarak görülmektedir.
The balance between nutrient intake and nutritional requirement is important for optimal health; in this context, determining nutritional status is fundamental. Neck circumference (NC) is one of the anthropometric measurements used to determine the nutritional status; this is a simple technique that helps to reach the result without the need for more complex methods. In addition, NC is accessible and easy to measure; as this measurement does not change throughout the day, the usability of this method is currently being investigated. The purpose of this review is to evaluate the relationship between NC measurement and other anthropometric measurements, nutritional related diseases and related biochemical findings and metabolites. As a result of the literature review conducted for this purpose, NC is evaluated in comparison to other anthropometric measurements (body weight, body mass index, waist circumference, hip circumference and waist/hip ratio), as well as examined for high correlation for the risk of obesity and metabolic syndrome. In addition, NC also appears to be a measurement tool that can be used to identify insulin resistance, type 2 diabetes mellitus, hypertension, hyperlipidemia, cardiovascular diseases and obstructive sleep apnea syndrome.

19.
Karaciğer Fibrozisinde Sitokinlerin Rolü
Role of Cytokines in Liver Fibrosis
Merve Anapalı, Eda Balkan
doi: 10.5505/kjms.2021.75537  Sayfalar 111 - 122
Karaciğer fibrozisi, hepatik parankimanın farklı bölgelerinde ekstraselüler matriks (ECM) birikimine neden olan α-smooth muscle actin (α-SMA) proteini gibi bir seri proteinin ekspresyonunu başlatan ve esas olarak kolajen üretimi ile ilişkili olan hepatik stellat hücrelerinin (HSCs) aktivasyonu ile karakterize bir hastalıktır. Tüm dünyada yaygın olarak görülen karaciğer fibrozisi; viral enfeksiyonlar, alkol alımı veya metabolik sendrom sebebiyle steatohepatit, otoimmün hastalıklar ve safra tıkanıklığına bağlı olarak kolestaz da dahil olmak üzere çeşitli kronik karaciğer bozukluklarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Karaciğer fibrozisi, ciddi morbidite oranı ile sonuçlanan önemli bir sağlık sorunudur. Hastalığın patogenezinde hasarlı bölgeye toplanan inflamatuar hücrelerin ve profibrojenik sitokinlerin salınımı kritik rol oynamaktadır. Karaciğer patogenezinde inflamatuar yanıt 3 yolla oluşmaktadır. IL-1β, IL-6, TNF-α ve IFN-γ üretimi ile karakterize olan tip 1 inflamasyon proinflamatuar ve antifibrojenik özellikte olup karaciğer inflamasyonu ile ilişkilidir. IL-4, IL-5, IL-10, IL-13, IL-25 ve IL-33 üretimi ile karakterize olan tip 2 inflamasyon karaciğer progresyonu ile ilişkili olup azalan hepatik inflamasyonla ilişkilidir. Mevcut teori tip 1 ve tip 2 inflamasyon arasındaki dengesizliğin karaciğerdeki fibrozisi tetiklediği yönündedir. Tip 3 inflamasyon ise IL-17A, IL-17F, IL-22 ve IL-26, grup 3 başlatıcı lenfoid hücre (ILC3), T yardımcı hücre 17 (Th17) ve T yardımcı hücre 22 (Th22) ile karakterizedir. Tip 3 sitokinler doku homeostazında patolojik olarak önemli bir role sahiptir. Tip 3 immünitede meydana gelen bozukluk anormal doku tamiri, kronik inflamatuar hastalıklar, bağırsak ve akciğer kanserleri ile ilişkilidir. Bu çalışma ile sitokinlerin karaciğer fibrozisi üzerindeki rolünü derlemeyi amaçladık.
Liver fibrosis is a characterized by activation of hepatic stellate cells (HSCs) that mainly associated with collagen production which initiate the expression of a series of proteins such as the α-smooth muscle actin (α-SMA) protein that causes accumulation of extracellular matrix (ECM) in different regions of the hepatic parenchyma. In worldwide, Liver fibrosis occurs as a result of various chronic liver disorders including steatohepatitis due to viral infections, alcohol intake or metabolic syndrome, autoimmune diseases and cholestasis due to biliary obstruction. Liver fibrosis is an important health problem that results in severe morbidity. The release of inflammatory cells and profibrogenic cytokines collected in the damaged area plays a critical role in the pathogenesis of the disease. Inflammatory response occurs in 3 ways in liver pathogenesis. Type 1 inflammation which is characterized by the production of IL-1β, IL-6, TNF-α and IFN-γ is proinflammatory, anti-fibrogenic and associated with liver inflammation. Type 2 inflammation characterized by the production of IL-4, IL-5, IL-10, IL-13, IL-25 and IL-33 is associated with liver progression and associated with reduced hepatic inflammation. The current theory is that the imbalance between type 1 and type 2 inflammation triggers liver fibrosis. Type 3 inflammation is characterized by IL-17A, IL-17F, IL-22 and IL-26, group 3 initiating lymphoid cell (ILC3), T helper cell 17 (Th17) and T helper cell 22 (Th22). Type 3 cytokines have a pathologically important role in tissue homeostasis. The disorder that occurs in type 3 immunity is associated with abnormal tissue repair, chronic inflammatory diseases, bowel and lung cancers. In our study, we aim to review the role of cytokines in liver fibrosis.

EDITÖRE MEKTUP
20.
COVID-19 Pandemisi Okul Çağı Çocuklarını Nasıl Etkiliyor?
How Does the COVID-19 Pandemic Affect School-Age Children?
Gül Yücel, Elçin Balcı
doi: 10.5505/kjms.2021.39297  Sayfalar 123 - 124
Makale Özeti | Tam Metin PDF

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git