Kafkas J Med Sci: 8 (1)
Cilt: 8  Sayı: 1 - 2018
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Pediatrik Hastalarda Uyguladığımız Anestezi ve Analjezi Yöntemleri
Anesthesia and Analgesia Methods that We Used on Pediatric Patients
Semih Başkan, Duygu Kayar, Mehmet Gamlı, Eda Macit, Dilşen Örnek, Oya Kılcı, Canan Ün, Özgür Aldemir
doi: 10.5505/kjms.2018.83435  Sayfalar 1 - 5
Amaç: Çocukların fizyolojik, anatomik ve farmakolojik özellikleri erişkinden ve gelişim durumlarına göre birbirlerinden farklıdır. Bu nedenle pediatrik hastalarda anestezi uygulamaları sırasında bu farklı-lıklar göz önünde bulundurulmalıdır. Bu çalışmada kliniğimizde pediatrik hastalardaki cerrahilerde uygulanan anestezi ve analjezi yöntemlerini tespit etmek amacıyla yapıldı.
Materyal ve Metot: Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Anestezi ve Reanimasyon Kliniğinde Ocak 2011-Şubat 2012 döneminde ameliyat olan pediatrik hastaların kayıtları geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastalarla ilgili demografik veriler, uygulanan ameliyat, premedikasyon, kullanılan anestezik ve analjezik ajanlar, aletler kaydedildi.
Bulgular: Bu dönemde 967 hastanın operasyona alındığı, %2,1 ile en fazla alınan vaka grubunu sünnetlerin oluşturduğu bulundu. Operasyon süreleri ortalama 60,4 dakikaydı. Genel anestezi uygulanan hastaların %96,1’ine anestezi idamesinde inhalasyon ajanı, %55,1’ine de entübasyon öncesi kas gevşetici ajan kullanılmıştır. Hastalara %63,5 oranında sedasyon ve anksiyolitik amaçlı benzodiazepinlerin operasyon odasında uygulandığı, peroperatif analjezik olarak opioid analjeziklerin %78,1 oranında kullanıldığı bulunmuştur.
Sonuç: Kliniğimizde pediatrik hastalara uygulanann anestezi yöntemlerinin literatürle benzer olduğunu, premedikasyon uygulamalarının ve postoperatif analjezi için rejyonel yöntem uygulamalarının artması gerektiği sonucuna varıldı.
Aim: Physiologic, anatomicaland pharmacologic characteristics of children are different than adults and each others according to their growing. For this reason all these differences should be taken into consideration in anesthesia applications on pediatric patients. This study aim to assess anesthesia and analgesia methods that we used on pediatric patients in our clinic.
Material and Method: Between Jan. 2011-Feb. 2012 records of pediatric patients that were operated in anesthesia clinic of Ankara Numune Education and Research Hosital were evaluated retrospectively. Demographical datas, operations, premedication, anesthesic-analgesic agents and devices were recorded.
Results: In this period 967 pediatric patients were operated. 20.1% of them were circumcision. Avarage duration of operation was 60.4%. Inhalation agent were used in 96.1% of general anesthesia, muscle relaxan agent before intubation were used in 55.1%, benzodiazepins for sedation in operation room were used in 63.5%, opioid analgesics for preoperative analgesia were used in 78.1%.
Conclusion: Anesthesia methods that we used on pediatric patients in our clinic is similar to literature. Premedication application and regional applications for postoperative analgesia should be increase.

3.
Prediyabetik Hastalarda Sol Ventrikül Diyastolik Fonksiyonların ve Miyokard Performans İndeksinin Değerlendirilmesi
Assessment of Left Ventricular Diastolic Functions and Myocardial Performance Index in Patients with Prediabetes
İbrahim Rencüzoğulları, Mehmet Necdet Akkuş
doi: 10.5505/kjms.2018.37233  Sayfalar 6 - 12
Amaç: Kalp yetmezliği (KY), fonksiyonel kapasite ve hayat kalitesinin azalması, morbidite ve mortalitenin artışı ile karakterize progresif, kronik bir sendromdur. Korunmuş ejeksiyon fraksiyonlu (EF) kalp yetmezliği, KY olgularının yaklaşık yarısını temsil eder. Diyabetes mellitus (DM), KY ile yakından ilişkilidir ve DM hastalarında KY, iki-sekiz kat daha sıktır. Prediyabet, diyabetten önceki aşama olup, bozulmuş glukoz toleransı (BGT), bozulmuş açlık glukozu (BAG) veya her ikisinin varlığı olarak tanımlanmıştır. DM’nin, korunmuş EF’li kalp yetmezliği ve diyastolik disfonksiyonla ilişkisi ortaya konmuşsa da, prediyabetik evrenin diyastolik disfonksiyonla ilişkisi net değildir. Bu çalışma prediyabet ile diyastolik disfonksiyon arasındaki ilişkiyi ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Bu çalışma tek merkezli, prospektif, kesitsel bir çalışmadır. Çalışmaya, başvuru sırasında 75 gr glukoz ile yapılan oral glukoz tolerans testi (OGTT) ile normal, yeni diyabet veya prediyabet tanısı konulan 110 hasta alındı. Hastaların sistolik, diyastolik ve diğer kardiyak parametleri konvansiyonel ekokardiyografi ve doku Doppler ekokardiyografi ile değerlendirildi. Kontrol, prediyabet ve diyabet grupları, mitral kapak akım hızları ve doku Doppler bulguları ile diyastolik fonksiyonlar açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Prediyabetiklerde, Mitral E/A oranı (kontrol: 1,10±0,26; prediyabet: 0,90±0,16; diyabet: 0,93±0,24; p=0,001), ortalama doku Doppler Em/Am oranı (kontrol: 1,13±0,33; prediyabet: 0,94±0,33; diyabet: 0,92±0,26; p=0,001), diyabetiklerde olduğu gibi azalmış olarak izlendi. Ayrı-ca deselerasyon zamanı, izovolumik relaksasyon zamanı, ve miyokardiyal performans indeksi prediyabetiklerde de diyabetiklerde olduğu gibi yüksek izlendi. Ayrıca bu çalışmada açlık kan şekeri ve OGTT ikinci saat kan şekeri ile mitral akım E/A oranı ve Doppler global Em/Am oranı arasında korelasyon saptandı.
Sonuç: Diyastolik disfonksiyon indekslerini ve MPI’yı diyabetik hastalarla ve kontrol grubu ile karşılaştı-ran bu çalışmada, prediyabetik hastalarda, diyastolik disfonksiyon olduğu tespit edildi. Bu çalış-ma, diyabet komplikasyonlarının bu glukoz seviyelerinde dahi başladığını ve diyastolik disfonksi-yonun kan şeker seviyeleri korele olduğunu ortaya koymuştur.
Aim: Heart failure (HF) is a progressive chronic syndrome characterized by a decreased in functional capacity and quality of life, and an increased in morbidity and mortality. Prediabetes is the first phase of DM and defined as presence of impaired glucose tolerance (IGT), impaired fasting glucose (IFG) or both. Although the association between DM and diastolic dysfunction has been established previously, the association between newly diagnosed prediabetes and diastolic functions is unclear. This study aims to reveal the relationship between prediabetes and diastolic dys-function.
Material and Method: The present study is a single-center, prospective, cross-sectional study. 110 patients who were performed oral glucose tolerance test (OGTT) and newly diagnosed of prediabetes, diabetes or normal glucose metabolism (control) were included in the study. Systolic, diastolic and other cardiac parameters of patients were assessed by conventional echocardiography and tissue Doppler imaging. Control, prediabetes and diabetes groups were compared via mitral valve flow velocities and tissue Doppler findings, in terms of diastolic functions.
Results: Mean mitral valve E/A (control: 1.10±0.26; prediabetes: 0.90±0.16; and diabetes: 0.93±0.24; p=0.001) and global tissue Doppler Em/Am ratios (control: 1.13±0.33; prediabet: 0.94±0.33; dia-betes: 0.92±0.26; p=0.001) were found to be decreased in prediabetic group, as similar to diabetic patients. Additionally deceleration times, isovolumic relaxation times and myocardial perfor-mance index were found to be significantly increased in prediabetic and diabetic groups when compared to control group. In addition a correlation between fasting blood glucose and OGTT 2nd hr blood glucose and mitral flow E/A and Doppler global Em/Am ratios was observed.
Conclusion: In this study comparing diastolic dysfunction indices and MPI with diabetic patients and control group, it was determined that diastolic dysfunction was present in prediabetic patients. This study found that diabetic complications even started at these glucose levels and that diastolic dysfunction correlated with blood glucose levels.

4.
Hayvan Isırığı ve Kuduz Riskli Teması Olan Çocuk Hastaların Değerlendirilmesi
Evaluation of Pediatric Patients with Animal Bites and Rabies Suspected Exposures
Soner Sertan Kara, Orhan Delice
doi: 10.5505/kjms.2018.08860  Sayfalar 13 - 19
Amaç: Hayvan ısırıkları, tüm dünyada özellikle çocukları etkileyen önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bu çalışma ile memeli hayvan ısırığı veya kuduz riski yaratan teması olan, Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne başvuran çocuk hastaların klinik ve epidemiyolojik özelliklerinin retrospektif olarak değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmaya, memeli hayvanlar tarafından kuduz riski oluşturan (ısırılan, tırmalanan, yalanma, vb.) teması bulunan, 0–16 yaş arasındaki çocuklar dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, kuduz risk kategorisi, ısırıktan beri geçen süre, ısırılan bölge(ler), ısıran hayvanın türü, sahipli olup olmadığı, kuduz aşılaması durumu, ısırıktan önce provokasyon, ısırıktan sonra gözlem durumları, hastaya antibiyotik tedavisi başlanıp başlanmadığı, sütürasyon yapılıp yapılmadığı, hospitalize edilip edilmediği ve hastanın aşı ve immünglobulin sonrası yan-etki yaşayıp yaşamadığı kaydedildi.
Bulgular: Çalışmadaki 121 olgunun yaş ortalaması 9,3±4,1 yıldı ve %80,2’si erkekti. Isırıklar en çok 11–16 yaş arası çocukları etkilemişti. Hastalar ısırıktan ortanca 1 gün (aralık; 0–30 gün) sonra hastaneye başvurmuştu. En sık ısırılan vücut bölgesi alt ekstremiteydi (n=67, %55,3). Hastaların 89’unun (%73,5) risk kategorisi 3’tü. En sık ısıran hayvan köpeklerdi (n=82, %67,8). Tüm hayvanların 55’i (%45,4) sahipliydi, 102’si (%84,2) provoke edilmemişti ve 20’sinin (%17,2) kuduz aşıları yapılmıştı. Takip edilmesi gereken hayvanların 70’i (%63,6) on gün süreyle gözlemlenebildi. Hiçbirisinde kuduz bulgusu gelişmedi. Kuduz tanısı kesinleşmiş hayvanla teması olan 2 hasta oldu. Ancak hiçbir hastada kuduz hastalığı gelişmedi. Yetmiş altı (%62,8) hastaya antibiyotik profilaksisi verilirken, 8 (%6,6) hastaya sütürasyon yapıldı. Sadece multipl ısırığı olan 1 (%0,8) hasta hospitalize edildi. Hiçbir hastada komplikasyon ve mortalite gözlenmedi.
Sonuç: Bu çalışmada riskli kuduz temasının daha çok ilköğretim çağındaki erkek çocukları etkilediği görülmüş, olguların sağlık merkezine temas sonrası ortanca 1 gün gibi oldukça kısa süre sonra başvurduğu saptanmıştır. Çalışmada saptanan morbidite ve mortalite oranları oldukça düşüktür.
Aim: Animal bites are important public health problem worldwide, affecting especially children. It was aimed to retrospectively assess the children who admitted to Erzurum Regional Training and Re-search Hospital with mammalian animal bites or other rabies suspected exposures regarding their clinical and epidemiological properties in this study.
Material and Method: Children aged between 0–16 years old with rabies suspected exposures by a mammalian animal (bite, scratch, licking, etc.) were included. The recorded data were; patients’ age, gender, and risk category for rabies, time duration since bite, bitten body sites, type of animal, whether the animal had an owner, was provoked before bite, and was observed after bite, whether bite wound was sutured, whether the patient was given antibiotic, hospitalized, and experienced any side-effects after rabies vaccine and immunoglobulin.
Results: Mean age of 121 cases was 9.3±4.1 years and 80.2% was male. Children aged between 11–16 years were mostly affected. Patients admitted after median 1 day (range, 0–30 days) after bite. Lower extremity was the mostly affected body part (n=67, % 55.3). Eighty nine (% 73.5) of patients had risk category 3. The most frequent animals were dogs (n=82, % 67.8). Among all ani-mals, fifty five (45.4%) had owners, 102 (84.2%) were unprovoked, and 20 (17.2%) had rabies vaccines, and 70 (63.6%) were observed for ten days. None of them developed rabies. Two patients had contact with rabid animal. No patient suffered from rabies. Seventy six (62.8%) patients were given antibiotic prophylaxis and 8 (6.6%) had sutures. Only one (0.8%) patient with multiple bites was hospitalized. No patients had complication and mortality.
Conclusion: It was revealed in this study that rabies suspected exposures effect mostly boys during primary education and the cases apply medical attention in such a short duration as median one day. Morbidity and mortality rates in the study were quite low.

5.
Kronik Böbrek Hastalığı ve Son Dönem Böbrek Hastalığı’nda Malnütrisyon Pankreatik Ekzokrin Disfonksiyon ile İlişkili Olabilir mi?
Is There Any Contribution of Pancreatic Exocrine Dysfunction to the Malnutrition in Chronic Kidney Disease and End Stage Renal Disease?
Bülent Huddam, Alper Azak, Özgür Demirhan, Nilüfer Bayraktar, Volkan Karakuş, Yelda Dere, Siren Sezer
doi: 10.5505/kjms.2018.74317  Sayfalar 20 - 25
Amaç: Kronik böbrek hastalığı (KBH) ilişkili malnutrisyon ile pankreatik ekzokrin disfonksiyon arasındaki ilişki henüz net olarak açıklanamamıştır. Böbrek hastalıklarında pankreatik ekzokrin disfonksiyona ilişkin literatür yeterli değildir. Bu çalışmanın amacı böyle bir ilişkinin olup olmadığının araştırılmasıdır.
Materyal ve Metot: 40 SDBH, 40 KBH ve 42 sağlıklı gönüllünün dahil edildiği çalışmada katılımcıların beslenme durumlarının belirlenmesi amacıyla “Kısa Nütrisyonel Değerlendirme (KND)” formu doldurulmuş ve pankreasın ekzokrin işlevlerinin belirlenmesi için fekal elastaz 1 (FE1) düzeyleri ölçülmüştür.
Bulgular: Kontrol grubunda FE1 düzeyleri KBH ve SDBH ggruplarına göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur. FE1’in pankreas ekzokrin fonksiyonunu göstermedeki duyarlılığı göz önüne alındığında, sonuçlar böbrek hastalarında kötü pankreatik ekzokrin fonksiyonunu işaret etmektedir.
Sonuç: Böbrek hastalığında malnutrisyonun çok farklı nedenleri olabilmesinin yanı sıra, pankreatik ekzokrin disfonksiyon bu nedenlerden biri olarak düşünülebilir. FE1 düzeyleri pankreasın ekzokrin fonksiyonunun belirlenmesinde kullanılabilir.
Aim: Pancreatic exocrine dysfunction has many causes and often results in malnutrition. The relationship between chronic renal disease related malnutrition and pancreatic exocrine function has not been understood clearly yet. There is lack of data in the literature regarding pancreas exocrine dysfunction in kidney diseases. This study aimed to show whether existence of this relationship.
Material and Method: 40 End stage renal disease (ESRD) patients, 40 chronic renal disease (CKD) patients and 42 healthy volunteers without any diagnosed systemic diseases were included. ‘Mini Nutritional Assessment’ (MNA) form has been filled up to determine the nutritional status of the participants. Fecal elastase 1 (FE1) levels measured in order to evaluate the exocrine function of pancreas.
Results: FE1 values of control group were significantly higher from CKD and ESRD patients both. When considering the sensitivity of FE1 to show pancreas exocrine function, these results worsen pancreas exocrine function in patients with kidney disease.
Conclusion: Malnutrition in kidney diseases has various reasons, and pancreatic exocrine dysfunction thought to be one of them. FE1 levels may be used in order to evaluate the exocrine functions of the pancreas.

6.
Seldinger Yöntemi ile Gerçekleștirilen Perkütan Nefrostomi Deneyimlerimiz
Our Experiences with Percutan Nephrostomy by Seldinger Technique
Mustafa Bilal Hamarat, Alper Kafkaslı, Özgür Yazıcı, Serkan Özcan, Murat Bağcıoğlu, Murat Tuncer, Mehmet Kutlu Demirkol, Oktay Akça
doi: 10.5505/kjms.2017.24993  Sayfalar 26 - 29
Amaç: Çalışmamız da, birçok hasta için hayat kurtarıcı olan Seldinger yöntemiyle perkütan nefrostomi uygulamasının başarı, komplikasyon, uygulama kolaylığı ve avantajları açısından klinik verilerimizle birlikte değerlendirmeyi hedefledik.
Materyal ve Metot: 2010–2015 yılları içinde kliniğimizde seldinger tekniği ile peruktan nefrostomi takılan 692 hasta çalışmamıza dahil edildi. Demografik bulguları, obstrüksiyonun etyolojik sebepleri, işlemin başarı oranı, yapılan işlemin uygulama süresi ve komplikasyonları retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Hastaların 394 tanesi erkek 298 tanesi kadın idi (E/K: 1,3). Hastaların yaş ortalaması 56,6±5,4 (16–87) yıl idi. Hastaların 448 (%59,49) tanesine onkolojik nedenli obstruksiyona bağlı hidronefroz (HN) nedeniyle PKN takıldı. 6 (%0,79) hastada retrorenal kolon nedeniyle işlem yapılmadı. 10 (%1,32) hastada PKN takılamadı. Teknik başarı %97,87 idi. İşlem süresi ortalama 8,4 dakika idi. Yapılan işlem esnasında mortalite ile karşılaşılmadı. 14 (%2,42) hasta işlem sonrası hematüri nedeniyle ve 4 (%0,71) hasta ateş nedeniyle kliniğimizde takip edildi.
Sonuç: USG eşliğinde uygulanan PKN işlemi tecrübeli ellerde minimal komplikasyon ve morbiditeye neden olan hızlı, etkili ve hastanın kliniğini dramatik bir şekilde düzelten güvenli bir yöntemdir. Özellikle BT eşliğinde uygulanan yöntemden farklı olarak poliklinik şartlarında uygulanabilmesi, hastanın radyasyona maruz kalmaması ve BT görüntüsü alınmadığından maliyet açısından da daha avantajlı bir yöntemdir. Özellikle obstruktif üropatide hastayı diyaliz gibi ciddi bir morbiditeden kurtaran ve olası üremik sendrom riskini ortadan kaldıran bu uygulamanın üroloji pratiğinin ve eğitiminin vazgeçilmez bir parçası olduğu kanaatindeyiz.
Aim: We aimed to asses the success, complications, ease of application and advantages of percutaneous nephostomy procedure with seldinger tehcnique which can be life saving for most patients with our clinical experience.
Material and Method: 692 patients which we applied percutaneous nephrostomy with Seldinger technique between 2010–2015 are included in this study. Demographic information, etiology of obstruction, success rate and duration of procedure are retrospectively studied.
Results: A total of 692 patients, 394 male and 298 female in the study (M/F: 1.3). Mean age of the patients was 56.6±5.4 years (16–87). 448 (59.49%) of the patients had been applied percutaneous nephrostomy becasue of oncologic obstruction-related hydronephrosis. 6 (0.79%) patients were not treated due to retrorenal colon. 10 (1.32%) patients could not be applied percutaneous nephrostomy. Technical success was 97.87%. The mean procedure time was 8.4 minutes. Mortality were not seen during the procedure. 14 (2.42%) patients were followed up for hematuria and 4 (0.71%) for fever after the procedure.
Conclusion: Ultrasound guided percutaneous nephrostomy procedure is a safe, rapid, effective, and dramatic way to improve the patient’s clinical condition, which causes minimal complications and morbidity in experienced hands. Especially, it is a more advantageous method than Computed Tomography guided percutaneous nephrostomy in terms of cost, not exposed to radiation and practicable in polyclinic. We believe that this practice rescued a serious morbidite such as dialysis in especially patient with obstructive uropathide and eliminated the risk of a possible uremic syndrome is an indispensable part of urology practice and education.

7.
Anadolu Toplumunda Üst ile Alt Ektremite Uzun Kemiklerindeki Foramen Nutricium’ların Kantitatif ve Morfometrik Olarak Değerlendirilmesi
Quantitative and Morphometric Evaluation of the Foramina Nutricia in the Long Bones of the Upper and Lower Extremities in Anatolian Population
Muhammet Bora Uzuner, Mert Ocak, Ferhat Geneci, Necdet Kocabıyık, Mustafa F. Sargon, Asaad Al- Shouk
doi: 10.5505/kjms.2018.19327  Sayfalar 30 - 34
Amaç: Bu çalışmada üst ve alt ekstremitelerde bulunan foramen nutricium’ların sayı ve lokalizasyonu açısından incelenmesi amaçlandı. Materyal ve Metot: Toplam 576 üst ve alt ekstremitede bulunan uzun kemik incelendi. Bu kemiklerden her biri, proksimal, distal ve orta olmak üzere 3 eşit parçaya ayrıldı. Foramen nutricium’ların ölçümleri için 80 x 0,38 mm ölçülerinde iğne kullanılarak yapıldı.
Bulgular: Humerus ve femur karşılaştırıldığında; humerus’ların orta kısmında %78,7’lik bir oranda, femur’ların ise proksimal kısmında %55,2’lik bir oranda tek bir foramen nutricium tespit edildi. Çift nutrient foramenler incelendiğinde; humerus’un orta kısmında %70,8, femur proksimalinde %44,2, femur orta kısmında %48,3 oranında bulundu. Sadece radius ve fibula’da tek bir nutrient foramen’e rastlandı. Radius’un proksimal kısmında %52,7 oranında, orta kısımda %47,3 oranında foramen nutricium’a rastlandı. Fibula’nın %79,7’sinde orta kısmında tek bir foramen nutricium, ulna’nın proksimalinde %73,6, orta bölümününde %26,4’ünde tek bir foramen nutricium bulundu. Tibia’nın proksimalinde %98,3 oranında tek bir nutrient foramene sahipti.
Sonuç: Makro anatomik olarak incelendiğinde; karşılaştırılan kemiklerde foramen nutricium lokalizasyonlarında istatiksel olarak fark tespit edildi. Bu sonuçlar anatomik ve antropolojik açıdan literatüre yeni bilgiler katmaktadır. Bununla beraber mikrovasküler kemik transferi ve kırık tedavileri ile ilgilenen cerrahlar açısından önem taşımaktadır.
Aim: This study is aimed to examine the nutrient foramina of the upper and lower extremities regarding to their numbers and localizations. Material and Method: Totally; 576 long bones of upper and lower extremities were examined. Each of these bones were divided into 3 regions equally as proximal, distal and middle parts. The measurements were done by using a 80*0.38 mm needle.
Results: In the comparison of humerus and femur; a single nutrient foramen was found in the middle part of humerus in 78.7% and in the proximal part of femur in 55.2% of the bones. Double nutrient foramina were detected in 70.8% on middle part of humerus and 44.2% on proximal part of femur and 48.3% on middle part of femur. We only observed a single foramen in radius and fibula. It was in proximal part of radius with a ratio of 52.7% and in middle part with a ratio of 47.3%. However in fibula, a single foramen was found in the middle part of the bones with a ratio of 79.7%. A single nutrient foramen was found in proximal part of ulna in 73.6% and in middle part in 26.4%. The tibia had a single nutrient foramen in its proximal part in 98.3%.
Conclusion: Statistical difference of localization of foramen nutricium in comparative bones was determined when this study was examined macroanatomically. These results give new data to the literature by the view of not only the side of anatomy but also the side of anthropology. However this is very important for the surgeons who are interested microvascular bone transfer and fracture treatment.

8.
Hipertiroidilerde Reaksiyon Zamanının Oddball Paradigması ile Araştırılması
Research of the Effect of Hyperthyroidism on Reaction Time Using the Oddball Paradigm
Nazan Dolu, Seval Keloğlan Müsüroğlu, Leyla Şahin, Kürşad Ünlühizarcı, Mustafa Tayfun Turan
doi: 10.5505/kjms.2018.44274  Sayfalar 35 - 38
Amaç: Tiroid hormonları beyinde fizyolojik ve bilişsel işlevler için oldukça önemlidir. Tiroid bezinden aşırı tiroid hormonu üretimi ile karakterize olan hipertiroidizmin bilişsel işlevlerde değişikliklere neden olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada, işitsel uyaranlara reaksiyon zamanı ölçülerek hipertiroidi’nin bilişsel süreçten kaynaklanan motor yanıt üzerine etkisi araştırıldı.
Materyal ve Metot: Çalışma, yeni tanı konmuş hipertiroidi hastaları (n=20) ve sağlıklı kontrol grubu (n=20) üzerinde yürütüldü. Tepki süresi işitsel oddball paradigması ile değerledirildi. Bu amaçla katılımcılara 160 ses uyaranı verildi (120 standart, 40 hedef). Katılımcılara ses uyaranını duyduklarında sağ ellerinin altındaki butona basmaları istendi. Uyaranın verilmesi ve butona basma süresi arasında geçen süre reaksiyon zamanı olarak hesaplandı. Bulgular: Reaksiyon zamanı anlamlı şekilde hipertiroidi grubunda kontrol grubuna göre uzadı (p≤0,001). Sonuç: Hipertiroidili hastalarının algılama süreleri uzamakta, dikkat ve konsantrasyonda anlamlı azalma olmuştur. Bu duruma bozulmuş motor fonksiyondan kaynaklanan uzamış reaksiyon zamanı neden olmuş olabilir.
Aim: Thyroid hormones are so important for the normal physiological functions and the cognitive functions of brain. It is known that hyperthyroidism, the presence of excessive thyroid hormone produced by the thyroid gland, causes changes in cognitive functions. In this study, we have examined the effect of hyperthyroidism on motor response that result from this cognitive process by measuring reaction time to auditory stimuli. Material and Method: The study was conducted on newly diagnosed hyperthyroid patients (n=20) and healthy controls (n=20). The reaction time was evaluated in an auditory oddball paradigm. For that purpose, participants have been listened to 160 sound stimuli (120 standards, 40 targets). We asked them to press the button under their right hand when they hear the target sounds. The elapsed time between the presentation of the stimulus and the subsequent pressing button has been defined as reaction time. Results: Reaction time was significantly prolonged in the hyperthyroid group compared with the control group (p≤0.001). Conclusion: Hyperthyroid patients had prolonged perception time and significant decrease on attention and concentration. They can be result in prolonged reaction time because of impaired motor functions.

9.
Kars Şehrindeki Yaşlı Nüfusta Görme Bozukluğu ve Körlüğün Yaygın Nedenleri
The Common Cause of Visual Impairment and Blindness Among an Elderly Population in the Province of Kars
Yaran Koban, Mustafa Koç, Halil Hüseyin Çağatay
doi: 10.5505/kjms.2017.39259  Sayfalar 39 - 44
Amaç: Kars şehrindeki yaşlı nüfusta görme bozukluğu ve körlüğün yaygın nedenlerini tanımlamak.
Materyal ve Metot: Bu kesitsel ve gözlemsel çalışmaya toplam 1820 kadın ve erkek dahil edildi. Seçilen tüm gönüllüler ile görüşüldü ve detaylı oftalmik muayeneleri yapıldı. Görme bozukluğu, en iyi düzeltilmiş görme keskinliği (EİDGK) 20/40’tan daha kötü ve 20/200’den daha iyi olarak tanımlandı. Körlük, EİDGK 20/200 veya daha kötü olarak tanımlandı.
Bulgular: En sık görülen oftalmolojik özürlülük katarakt (%40,44) ve yaşa bağlı makula dejenerasyonu (YBMD) (%17,75) idi. Yaş ortalaması 77,22±6,17 olan, en az bir gözünde görme bozukluğu bulunan 291 olgu (173 kadın, 118 erkek) ile yaş ortalaması 78,45±5,98 olan, en az bir gözünde körlük bulunan 381 olgu (174 kadın, 207 erkek) tespit edildi. Azalan sıra ile geriatrik hastalarda bilateral ve tek taraflı körlük nedenleri YBMD ve katarakt idi.
Sonuç: Bu çalışma, Kuzeydoğu Anadolu Bölgesi’nde, özellikle Kars’da, yaşlı nüfusta görme bozukluğu ve körlüğün yaygın nedenlerini belirleyerek olası önlemlerin belirlenmesine yardımcı olabilir.
Aim: To describe the common causes of visual impairment and blindness in an elderly population in the province of Kars.
Material and Method: The study design was cross-sectional and observational. A total of 1820 women and men were successfully enumerated and recruited for the study. All selected subjects were interviewed and underwent detailed ophthalmic examinations. Visual impairment was defined as best corrected visual acuity (BCVA) worse than 20/40 and better than 20/200. Blindness was defined as a BCVA of 20/200 or worse in the better eye.
Results: The most frequent ophthalmologic disabilities were cataract (40.44%) and age-related macular degeneration (AMD) (17.75%). We identified 291 subjects (173 women, 118 men) who were visually impaired in at least one eye with mean age of 77.22±6.17 and 381 subjects (174 women, 207 men) who were blind in at least one eye. In descending order, the causes of bilateral and unilateral blindness in geriatric patients were AMD and cataract.
Conclusion: This study may help to determine possible precautions by identifying the common causes of visual impairment and blindness in the elderly population in the northeast Anatolia region, specifically Kars.

10.
İlk Akut Önduvar ST Elevasyonlu Miyokart Enfarktüsü Geçiren Hastalarda Koroner Kollateral Dolaşım ile Hastane İçi Ölüm Arasındaki İlişki
The Relationship Between Coronary Collateral Circulation and In-hospital Mortality in Patients with First Acute Anterior STEMI
Bernas Altıntaş, Barış Yaylak
doi: 10.5505/kjms.2017.02170  Sayfalar 45 - 51
Amaç: Çalışmada ilk akut önduvar ST Elevasyonlu Miyokart Enfarktüsü (STEMI) geçirip Primer Perkütan Koroner Girişim (p-PKG) uygulanmış hastalarda Koroner Kollateral Dolaşımın (KKD) prognostik değerinin araştırılmasını amaçlanmaktadır. Materyal ve Metot: İlk akut önduvar STEMI geçiren, ilk 6 saat içinde p-PKG uygulanan toplam 220 hasta KKD varlığı ve yokluğuna göre 2 gruba ayrıldı. Başlangıç anjiogramlarda, enfarkttan sorumlu artere doğru oluşan koroner kollateral kan akımı Rentrop kalitatif sınıflama yöntemi kullanılarak derecelendirildi. Bulgular: İlk akut önduvar STEMI geçiren p-PKG uygulanan ortalama yaşları 61,4±12,3 olan toplam 220 hasta çalışmamıza dahil edildi. Hastaların %34’ünde KKD mevcuttu. Çalışmamıza alınan hastaların 64’ü (%29) kadın 156’sı (%71) erkekler oluşturmaktaydı. Gruplar arasında demografik özellikler, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu, KILLIP sınıfları, koroner arter hastalığı risk faktörleri, semptomların başlangıcından p-PCI yapılıncaya kadar geçen süre, balon-kapı süresi, periprosedürel ve postprosedürel anjiografik özellikler ile başvuru anında Kardiyojenik Şok, Hastane içi Kardiyojenik Şok, Ölümcül Ventriküler Aritmiler, Komplet AV blok, Mekanik Komplikasyonlar ve Hastane içi Ölümü içeren klinik sonlanımlar arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık mevcut değildi. Çoklu değişkenli logistik regresyon analizinde yaş ([OR] 1,08, 95 %CI 1,07 to 1,26, p=0,03), Semptomların başlangıcından p-PKG yapılıncaya kadar geçen süre ([OR] 1,6, 95 %CI 1,06 to 2,59, p=0,04), başarısız p-PKG ([OR] 3,3, 95 %CI 1,04 to 10,9, p=0,04) hastane-içi ölüm için bağımsız tahmin ettiriciler olarak olarak bulundu. Sonuç: Çalışmada ilk akut önduvar STEMI geçiren, ilk 6 saat içinde p-PKG uygulanan hastalarda KKD ile hastane-içi ölüm arasında ilişki tespit edilememiştir.
Aim: The aim of the present study is to investigate the prognostic value of Coronary Collateral Circulation (CCC) in patients with the first acute anterior wall ST Elevation Myocardial Infarction (STEMI) undergoing primary percutaneous coronary intervention w (p-PCI). Material and Method: A total of 220 Patients with first acute Anterior STEMI within first 6th hours undergoing p-PCI were divided into 2 groups with respect to absence of CCC and presence of CCC. Coronary collateral flow to the infarct related artery (IRA) was graded on baseline angiograms with the use of qualitative classification by Rentrop. Results: A total of 220 patients mean age was of 61.4±12.3 years with first acute Anterior STEMI undergoing p-PCI were included the study. 34% of patients had CCC. The present study consisted of 64 female (29%) and 156 male (71%) patients. There were no statistically significant differences in respect to demographic characteristics, risk factors of coronary artery disease, LVEF, KILLIP classes, time from symptomps onset to PCI, door to baloon time, preprocedural and postprocedural angiographic characteristics and clinical outcomes which included cardiogenic shock on admission, cardiogenic shock in-hospital, fatal ventricular arrhtymias, complet AV block, mechanical complications and in-hospital mortality between the groups. In a stepwise backward multivariable logistic regression model, the independent prognostic indicators for in-hospital mortality were age (odds ratio [OR] 1.08, 95% CI 1.07 to 1.26, p=0.03), Time from symptoms onset to PCI (odds ratio [OR] 1.6, 95% CI 1.06 to 2.59, p=0.04) and unsuccessful p-PCI (odds ratio [OR] 3.3, 95% CI 1.04 to 10.9, p=0.04). Conclusion: Presence of CCC was not associated with in-hospital mortality in patients presenting with first acute Anterior STEMI undergoing p-PCI within first 6th hours.

11.
Alt Ekstremite Venöz Yetmezliğinin Plantar Fasiit Etyolojisindeki Rolü
The Role of Lower Extremity Venous Insufficiency in Plantar Fasciitis Etiology
Gökhan Ragıp Ulusoy, Ali Bilge, Hamit Serdar Başbuğ, Ömür Öztürk
doi: 10.5505/kjms.2016.81084  Sayfalar 52 - 54
Amaç: Plantar (PF) topuk ağrısının en önemli sebeplerinden birisidir. Patofizyolojisi tam anlaşılmamakla birlikte güncel görüş plantar fasya ile kalkaneusun yapışma yerinde dejeneratif bozukluğun olmasıdır. Çeşitli konservatif ve cerrahi tedavi yöntemleri mevcuttur. Etyolojisi multifaktoriyeldir. Bu çalışmada, PF etyopatogenezinde alt ekstremite venöz yetmezliğin yeri olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: PF tanısı olan atmış yedi hasta (n=67) (Grup-1, erkek/kadın: 20/47) ve alt ekstremite venöz yetmezlik tanısı olan elli iki hasta (n=52) (Group-2, male/female: 26/26) iki ayrı grupta incelendi. İki grup arasındaki ilişkinin istatistiksel analizi, Minitap-17 normalite testi ve sonrasında paired t-test ile yapıldı.
Bulgular: Grup-1 hastalarının Doppler ultrasonografi incelemelerinde, atmışyedi hastanın hiçbirinde venöz yetmezlik saptanmadı. Grup-2’deki elli iki hastada yapılan incelemelerde ise sadece iki kişide PF tespit edildi.
Sonuç: Alt ekstremite venöz yetmezliğinin, PF etiyolojisi üzerine bir etkisi olmadığı bulundu.
Aim: Plantar fasciitis (PF) is one of the most important causes of heel pain. Although the pathophysiology is not well understood, the current consideration is a degenerative process at the calcaneal insertion site of the plantar fascia. There are different conservative and surgical treatment methods. Etiology is multifactorial. In this study, it was aimed to investigate if there is a role of lower extremity venous insufficiency on the etiopathogenesis of PF.
Material and Method: Sixty-seven patients (n=67) with diagnosis of PF (Group-1, male/female: 20/47) and fifty-two patients patients (n=52) with venous insufficiency (Group-2, male/female: 26/26) were examined in two different groups. Statistical analysis of the relationship between two groups was performed with Minitap-17 normality test and then paired samples t-test.
Results: Among the doppler ultrasound examinations of sixtyseven patients in Group-1, no venous insufficiency was determined. Among the fifty-two patients in Group-2, only two patients were diagnosed as PF.
Conclusion: It was found that there is no influence of lower extremity venous insufficiency on the etiopathology of PF.

12.
Dokuz Maddelik Avrupa Kalp Yetmezliği Özbakım Ölçeği’nin Türkçe Geçerlilik ve Güvenilirliği
The Turkish Version of Reliability and Validity of Nine Item-European Heart Failure Self-Care Behaviour Scale
Esra Yıldız, Behice Erci
doi: 10.5505/kjms.2018.44135  Sayfalar 55 - 60
Amaç: Bu çalışma 9 maddelik Avrupa Kalp Yetmezliği Özbakım Davranışları ölçeğinin Türkçe geçerlilik ve güvenilirliğinin test edilmesi amacı ile yapıldı (AKYÖB-9).
Materyal ve Metot: Metodolojik olan bu çalışma yaş ortalaması 61,82±11,39 olan kalp yetmezliği tanısı almış 123 kalp hastası ile yapıldı. Dil adaptasyonu geçerlilik değerlendirmesi Cronbach’s alfa iç tutarlılık katsayısı ve madde toplam korelasyonu hesaplandı.
Bulgular: Yapılan factor analizinde KMO indeks değeri 0,757, Bartlett’sphericityX² değeri 384,870, df: 36, p: 0,000. Cronbach’s alfa değeri 0,820 olduğu saptandı. Ölçeğin iki faktörü toplam varyansın %56,5’ini açıklamaktadır. Ölçeğin tamamı için iç tutarlılık güvenilirliği 0,820’dir. Ölçeğin tüm factor yükleri 0,40’ın üstünde ve maddelerin factor yükleri 0,511–0,817 arasında değişiyordu. Madde-toplam korelasyonları iki boyut için 0,381 ve 0,639’dı.
Sonuç: AKYÖB-9 ölçeğinin Türkçe versiyonu kalp yetmezlikli hastaların özbakım davranışlarını ölçmede kullanılabilecek güvenilir bir araçtır.
Aim: The aim of this study was to develop and assess the validity and the Turkish version of reliability of Nine Item European Heart Failure Self-Care Behaviour Scale (EHFScB Scale-9).
Material and Method: This methodological study was conducted with 123 heart failure (HF) patients whose mean age was 61.82±11.39 years. The language adaptation, validity assessment and Cronbach’s alpha coefficients and the item-total correlation were examined.
Results: Factor analysis of the scale found a KMO index of 0.757, a Bartlett’ssphericity of X²=384.870, df=36, and p=0.000. Two factors explain 56.5% of the total variance. Internal consistency reliability of the whole questionnaire was 0.820. All items of factor loadings were above 0.40 and factor loadings of the items ranged from 0.511–0.817 in the scales. Item-total correlations were 0.381 and 0.639 for the two dimensions. Conclusion: The Turkish version of the EHFScB-9 scale is a valid, reliable tool, which can be used to measure HF self-care behavior.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
13.
Yoğun Bakımda Hafif Şiddetli Bir Propofol İnfüzyon Sendromu
A Mild Type Propofol Infusion Syndrome Presentation in Critical Care
Aysu Hayriye Tezcan, Mesut Oterkus, Ilksen Donmez, Omur Ozturk, Zeynep Yavuzekinci
doi: 10.5505/kjms.2018.32154  Sayfalar 61 - 63
Propofol infüzyon sendromu (PRİS) nadir ama ölümcül bir hastalıktır. Bu sendrom çoğunlukla ilacın yüksek dozda uzun süreli infüzyonundan sonra oluşur. Metabolik asidoz, hipotansiyon, miyoglobinüri, artmış karaciğer ve kas enzimleri, kardiyak aritmiler ve kalp durması sendromun genel özellikleridir. Bu olgu sunumunda uzun süreli düşük doz (25–50 mcg/kg/dk) ilaç infüzyonundan sonra ortaya çıkan hafif tipte bir PRİS tartışılmıştır. Bu olguda ilaç infüzyonu esnasında ciddi metabolik asidoz, hipotansiyon yada aritmi gözlenmemiştir. Sadece AST, ALT, CK, CKMB, LDH düzeylerinde artış saptanmıştır. Propofol infüzyonu boyunca hastanın hiç klinik durumunda bozulma olmadan sadece bahsedilen parametrelerdeki bozukluğun devam etmesi olguyu hafif tipte bir PRİS olarak tanımlamamıza neden oldu. Ek olarak ilacın kesilmesi sonrası bozulan kimyasal parametrelerdeki düzelmeler teşhisimizin doğruluğunu da kanıtlamış oldu.
Propofol infusion syndrome (PRIS) is a rare but fatal disease. It was occured mostly after high dose of propofol infusions for long times. Metabolic acidosis, hypotension, myoglobinuria, elevated muscle and liver enzymes, cardiac arrhythmias, cardiac arrest are common manifestations of the syndrome. This case report concluded a mild type of PRIS which was presented after low dose (25–50 mcg/kg/min) infusion for long time. In this case significant metabolic acidosis, hypotension and arrhythmias were not detected during drug infusion. Syndrome was manifested with only significantly elevated AST, ALT, CK, CKMB, LDH levels. Persistence of these findings during propofol infusion without patient’s further clinical impairments defined as mild type of PRIS. In addition, the improvements in the biochemical parameters deteriorated after the drug was discontinued proved the validity of our diagnosis.

14.
Venlafaksin Tedavisine Sülpirid Eklenmesi Sonrası Görülen Hiperprolaktinemi: Olgu Sunumu
Hyperprolactinemia Due to the Sulpiride Addition to Venlafaxine Treatment: A Case Report
İbrahim Yağcı, Yasin Taşdelen, Yüksel Kıvrak
doi: 10.5505/kjms.2018.76588  Sayfalar 64 - 66
Hiperprolaktinemi, hipotalamo-hipofizyal eksenin en çok karşılaşılan endokrin bozukluğudur. En sık nedenleri hipofiz adenomları, kronik böbrek yetersizliği ve antipsikotik ilaç kullanımıdır. Prolaktinin normal düzeyi 20–25 ng/ml altındadır. Antipsikotik ilaçlar hiperprolaktinemiye ön hipofizdeki D2 dopamin reseptörlerini bloke ederek neden olurlar. Antipsikotiklerin neden olduğu hiperprolaktineminin en sık belirtileri; galaktore, menstrüel döngü düzensizlikleri, amenore, libidoda azalma, göğüste duyarlılık, kemik mineral dansitesinde azalmadır. Bu nedenle de galaktoreyi erken fark etmek önemlidir. Bilebildiğimiz kadarı ile literatürde sülpiridin çok düşük dozda (50 mg/gün) kullanımı sonrası görülen hiperprolaktinemiye bağlı galaktore olgusu bulunmamaktadır. Bu yazıda depresyon tanısı ile venlafaksin 150 mg/gün kullanan hastanın tedavisine sülpirid 50 mg/gün eklenilmesi sonucu hiperprolaktinemiye bağlı galaktore görülen bir olgu sunulmuştur.
Hyperprolactinemia, is the most common hypothalamo-hypopysial endocrine disorder. The most common etiologies are; hypophysis adenoma, chronic kidney failure and antiphyschotic drug use. Normal range of prolactin blood level is below 20–25 ng/ml. Antipsychotic drugs cause hyperprolactinemia by blocking the D2 dopamine receptors in the frontal lobe of the hypophysis. The most common symptoms of hyperprolactinemia due to antipsychotic drug use are: galactorrhea, menstrual cycle dysregulation, amenorrhea, decrease in libido, breast sensitivity, decrease in the bone mineral density. Therefore, it is important to diagnose galactorrhea as early as possible. As far as we know there is no reported cases of hyperprolactinemia induced galactorrhea due to very low dose (50 mg/day) sulpiride use. In this study, we report a case of galactorrhea due to hyperprolactinemia as a result of sulpiride 50 mg/daily drug addition to the venflaxine 150 mg/daily treatment in a depressive patient.

15.
Senkron Meme ve Mide Kanserlerini Taklit Eden Metastatik İnvazif Lobüler Meme Karsinomu
Metastatic Invasive Lobular Breast Carcinoma Mimicking Synchronous Breast and Gastric Cancers
Gokhan Tazegul, Melek Karakurt Eryılmaz, Fatma Yalçın Müsri, Betül Ünal, Gülsüm Özlem Elpek, Hasan Şenol Coşkun
doi: 10.5505/kjms.2018.47704  Sayfalar 67 - 70
Memenin lobüler karsinomunun mide metastazı küçük yuvarlak hücreler olarak gözlenir, lineer kordonlar yapar ve midenin taşlı yüzük hücreli kanserinden ayrımı zordur. Bu ayırıcı tanı hastanın tedavisini uygun şekilde planlamada hayati öneme sahiptir. Bu vakada başlangıçta senkron gastrik ve meme karsinomu tanısı konulan, sonrasında metastatik invazif lobüler karsinom tanısı alan olgunun seyri ve bu konuda tanı ve tedavi yaklaşımlarının literatür tartışması sunulmuştur.
Metastatic lobular carcinoma to stomach is seen as small round cells in linear cords within the normal tissue and it is not easily differentiated from signet cell adenocarcinoma of the stomach. Differentiating synchronous primary gastric carcinoma from metastatic involvement is vital in accurately planning treatment. Herein, we report a case of gastric metastatic invasive lobular breast carcinoma initially misdiagnosed as synchronous gastric and breast carcinoma and discuss the diagnostic and therapeutic challenges.

DERLEME
16.
Aşı Reddine Genel Bir Bakış ve Literatürün Gözden Geçirilmesi
An Overview of Vaccine Rejection and Review of Literature
Hayrunnisa Bekis Bozkurt
doi: 10.5505/kjms.2018.12754  Sayfalar 71 - 76
Aşı ile bağışıklanma şüphesiz son yüzyılın önlenebilir hastalıklar ile verdiği maliyet etkin en iyi mücadeledir. Aşılanma programları ile tüm dünyada çiçek hastalığı, dünyanın büyük kısmında ve ülkemizde polio ve neonatal tetanoz eradike edilmiş, programdaki diğer hastalıkların görülme insidansı belirgin azalmıştır. Dünya sağlık örgütü (WHO) aşılanma programlarının yaygınlaştırılması, etkin hale getirilmesi için çalışırken, Avrupa ve Amerika’da başlayan ve son 7 yıldır ülkemizde de etkisini hissettirmeye başlayan ‘aşı reddi’ kavramı önümüzdeki yıllarda giderek büyüyen bir tehlike olarak görülmektedir. Aşı reddi sadece bireysel değil toplum sağlığını da tehlikeye atmaktadır. Yurtdışında aşı tereddütü ve redleri üzerine, aşıların suçlandığı nedenler sorgulanarak çalışmalar yapılmıştır. Ancak ülkemizde sorun henüz son 5–7 yılı etkilediği için çalışma yoktur. Konu ile ilgili ayrıntılı çalışmalara ihtiyaç vardır.
Immünization with vaccine preventable diseases no doubt is the best cost effective challenge in the last century. By the vaccination programs all over the world with smallpox, the large part of the world and in our country polio and neonatal tetanus has been eradicated, and the incidence of other diseases in the program has declined markedly. While The World Health Organization (WHO) trying the vaccination programs to be generalized, starting in Europe and America, and feel the impact in our country the last seven years began the concept of the ‘vaccine rejection’ is seen as a growing threat in the coming years. It’s not only for individual, it has been also a danger for public health. On the vaccine hesitancy and rejection studies have been made abroad, quer-ying why the vaccines be accused. But there is no study in our country because the problem in our country exist the last 5–7 year yet. Additional information related to the topic are needed.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git