Kafkas J Med Sci: 9 (2)
Cilt: 9  Sayı: 2 - Ağustos 2019
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Perilunat Çıkığı ve Kırıklı Çıkığı Bulunan Hastalarda Erken Müdahalenin Erken Sonuçları
Early Results of Early Intervention in Patients with Perilunate Dislocation and Fractured Dislocation
Yavuz Akalın, Gökhan Cansabuncu, Nazan Çevik, Alpaslan Öztürk
doi: 10.5505/kjms.2019.23230  Sayfalar 60 - 66
Amaç: Perilunat yaralanmalar nadirdir ve yüksek enerjili travmalar ile oluşur. Cerrahi tedavi sonrası bile fonksiyonel memnuniyetsizlikler ve postravmatik artrit görülme insidansı yüksektir. Bu çalışmamızdaki amacımız perilunat yaralanmaların cerrahi tedavi sonrası fonksiyonel ve radyolojik sonuçlarını değerlendirmektir.
Materyal ve Metod: 2013-2016 süresince perilunat çıkık veya kırıklı çıkık nedeni ile cerrahi tedavi edilen 12 hasta çalışmaya alındı. Hastalar Herzberg sınıflamasında göre değerlendirildi. Fonksiyonel sonuçlar Mayo elbilek skalası ve DASH skoru ile değerlendirildi. Kavrama güçleri Jamar dinamometresi ile ölçüldü. Radyolojik değerlendirmeler ise mukayeseli çekilen elbilek grafileri yardımıyla yapıldı.
Bulgular: Ortalama takip süresi 26.83±11.26 (range, 6-44) ay idi. 12 hastanın 11’i erkek (%91.7) 1’i kadın (%8.3) hastadan oluşmakta olup yaş ortalaması 37±13.9 (range; 21-64) idi. Mayo elbilek skalasına göre 2 hasta kötü, 3 hasta yeterli, 5 hasta iyi ve 2 hasta mükemmel olarak değerlendirildi. Ortalama Mayo elbilek skoru 73.7 (range, 55-90), DASH skoru ise ortalama 19.93±17.22 (range, 5-68.3) olarak ölçüldü. Radyografilerde 3 hastada posttravmatik artrit, 1 hastada ise karpal kollaps saptandı. El bileği eklem hareket açıklığı ve kavrama gücü karşı ekstremiteye göre istatistiksel olarak farklıydı
Sonuç; Perilunat ve lunat kırıkları ve çıkıkları cerrahi tedavisinin olumsuz sonuçlarında uzun dönem takiplerde bir miktar daha düzelme sağlanabilir. Çalışmamıza ve klinik tecrübemize göre ilk 24 saat içinde yapılan açık cerrahi olumsuz sonuçları en aza indirebilir.
Aim: Perilunate injuries are rare and often caused by high-energy trauma. Despite surgical treatment, there can still be a high incidence of functional dissatisfaction and post-traumatic arthritis. This study aimed to evaluate the functional and radiological results with early surgical intervention in patients with perilunate injuries.
Material and method: This study included 12 patients who had early surgical treatment for perilunate dislocation and fracture. The patients were evaluated per the Herzberg classification. The Mayo wrist score and DASH score aided in the evaluation of functional results. Grip strength was measured using a Jamar Dynamometer. Radiological evaluations were performed by comparing the wrist radiographs.
Results: The mean age of the patients was 37 ± 13.9 years (21–64 years). The mean follow-up period was 26.83 ± 11.26 months (6–44 months). The Mayo wrist score was poor in 2 patients, satisfactory in 3, good in 5 and excellent in 2. The mean Mayo score was 73.7 (55–90), and the mean DASH score was 19.93 ± 17.22 (5–68.3). Radiographic examination revealed post-traumatic arthritis in 3 patients and carpal collapse in 1 patient. The range of motion and grip strength of the wrist joint was statistically different than that of the contralateral extremity.
Conclusıon: In the long-term follow-up, negative results of perilunate and lunate fractures and dislocations surgical treatment may be improved slightly. In our study and clinical experience, open surgery within the first 24 hours may minimize negative results.

3.
Şizofrenik Bireylerde Semptom Şiddeti ile Plantar Duyu, Postüral Denge, Düşme Riski ve Yürüme Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Investigation of the Relationship Between Plantar Sensation, Postural Balance, Falling Risk and Gait in Patients with Schizophrenia
Buket Büyükturan, Caner Karartı, Alperen Kılıç, Öznur Büyükturan
doi: 10.5505/kjms.2019.12144  Sayfalar 67 - 73
Amaç: Şizofrenik bireylerde semptom şiddetinin plantar duyuyla ilişkili olup olmadığı ile ilgili objektif bir veriye rastlanılmamıştır. Ayrıca semptom şiddeti ile postüral denge, düşme riski ve yürüme arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar da yetersizdir. Bu sebeple, incelenen parametreler açısından semptom şiddeti ile plantar duyu, postüral denge, düşme riski ve yürüme arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Bu çalışmaya 45 şizofrenik birey dahil edildi. Psikiyatrist tarafından, [Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders-V] (DSM-V)’ e ve klinik değerlendirmeye göre şizofreni tanısı alan bireyler deneyimli bir fizyoterapist tarafından değerlendirildi. Katılımcıların değerlendirilmesinde Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PANSS), Semmes-Weinstein Monofilamentleri (SWM), Berg Denge Skalası (BDS), Tinetti Düşme Etkinlik Ölçeği (TDEÖ), Walk-a-Line Ataxia Battery (WLAB) ve Süreli Kalk Yürü Testi (TUG) kullanıldı. Olguların semptom şiddeti ile plantar duyu, postüral denge, düşme riski ve yürüme arasındaki ilişkinin değerlendirilmesinde Pearson Korelasyon Analizi kullanıldı.
Bulgular: Katılımcılarda SWM skorları ile PANSS pozitif sendrom ve toplam skor alt başlıkları arasında düşük orta-orta şiddette (r=0,35-0,52) pozitif yönde ilişki olduğu saptandı (p=0,001-0,025). PANSS tüm alt skorlar ile BDS skorları arasında düşük orta-orta şiddette (r=-0,33/-0.41) negatif yönde ilişki bulundu (p=0,011-0,030). PANSS tüm alt skorlar ile TUG (r=0,33-0,42; p=0,009-0,030) ve TDEÖ (r=0,36-0,41; p= 0,011-0,023) skorları arasında da düşük orta-orta şiddette pozitif yönde ilişki bulundu. PANSS skorları ile WLAB testinin gözler kapalı şekilde yapılan test alt başlıkları arasında düşük orta-orta şiddette pozitif yönde istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulundu (r= 0,33-0,42; p=0,015-0,043).
Sonuç: Şizofrenide semptom şiddetinin artması, plantar duyu, postüral denge ve yürümedeki kötüleşmelerle ve düşme riskindeki artış ile ilişkilidir. Semptom şiddetinin artmasına bağlı olarak meydana gelebilecek sekonder problemlerin, klinisyen tarafından akılda tutulması gerektiği düşünülmektedir.
Aim: There is no objective data about whether symptom severity is associated with plantar sensation in schizophrenics. In addition, the studies examining relationship between symptom severity and postural balance, falling risk, and gait are also inadequate. Therefore, it was aimed to investigate the relationship between symptom severity and plantar sensation, postural balance, falling risk and gait in terms of parameters examined.
Material and Method: A total of 45 healthy schizophrenic individuals were included in the study. Individuals who were diagnosed with schizophrenia by a psychiatrist according to [Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders-V] (DSM-V) and clinical assessment were assessed by an experienced physiotherapist. In the assessment of the participants, the Positive and Negative Syndrome Scale (PANSS), Semmes-Weinstein Monofilament (SWM), Berg Balance Scale (BBS), Tinetti Falls Efficacy Scale (TFES), Walk-a-Line Ataxia Battery (WLAB), and Timed Up and Go Test (TUG) were used. Pearson Correlation Analysis was used to evaluate the relationship between symptom severity of the cases and plantar sensory, postural balance, falling risk and gait.
Results: There was a low-moderate and positive (r=0.35-0.52) correlation between SWM scores and PANSS positive syndrome and total score subscales (p=0.001-0.025). There was a low-to-moderate (r = -0.33 / -0.41) and negative relationship between PANSS all subscales and BBS scores (p = 0.011-0.030). It has been found that there were low-moderate and positive correlations between all subscales of PANSS and TUG (r=0.33-0.42; p=0.009-0.030) and TFES (r=0.36-0.41;p=0.011-0.023) scores. Also, there was a significant low-to-moderate and positive correlation between PANSS scores and WLAB test performed with closed eyes (r= 0.33-0.42; p=0.015-0.043).
Conclusion: The increase in the symptom severity of schizophrenia is associated with deterioration in plantar sensation, postural balance, gait and increase in the risk of falling. Secondary problems that may ocur due to increased symptom severity should be kept in mind by the clinician.

4.
Hepatit C’ye Bağlı Kronik Hepatit ve Karaciğer Sirozu Hastalarında Vasküler Endotelyal Büyüme Faktör Düzeyleri
Vascular Endothelial Growth Factor Levels in Chronic Hepatitis and Liver Cirrhosis Associated with Hepatitis C
Kenan Çadırcı, Havva Keskin, Nihat Okçu
doi: 10.5505/kjms.2019.33340  Sayfalar 74 - 78
Amaç: Hepatit C virüsü, dünya genelinde önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bu çalışmamızın amacı, hepatit C virüs enfeksiyonu ilişkili kronik hepatit (Kronik Hepatit C- KHC) ve karaciğer sirozu (KCS) olan hastalarda serum Vasküler Endotelyal Büyüme Faktörü (VEGF)’ nün, karaciğer hasarının noninvazif bir belirteci olarak kullanılıp kullanılmayacağını araştırmaktı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya yeni tanı konulmuş 44 hasta (34'ü KHC ve 10'u KCS) ve 28 sağlıklı kişi alındı. Hastalardan hiçbiri karaciğer hastalığı için henüz herhangi bir tedavi almamıştı. Tüm çalışma katılımcıları için ayrıntılı tıbbi öyküler ve sistemik muayene kaydedildi. Ayrıca tüm katılımcıların biyokimyasal ve hematolojik parametreleri, viral belirteçleri, VEGF düzeyleri ve üst abdominal ultrasonografik değerlendirilmeleri yapıldı. Hasta grubunda yer alan tüm hastalara karaciğer biyopsisi uygulandı. Serum VEGF düzeyleri ELİSA yöntemi ile çalışıldı.
Bulgular: KHC, KCS ve sağlıklı kontrol grubunun ortalama VEGF değerleri sırasıyla: 255±237 pg/ml, 198±130 pg/ml ve 78±27 pg/ml olarak tespit edildi. Kontrol grubuna göre KHC grubunun VEGF değeri anlamlı derecede yüksek (p1<0.001) iken, KCS grubunun VEGF değer yüksekliği ise anlamlı değildi (p2=0.06). KHC grubunun Ishak skoru göz önüne alınarak yapılan fibrozis evrelemesine göre, fibrozis derecesi arttıkça VEGF düzeylerinin azaldığı gözlendi. Benzer şekilde KCS grubunda da Child-Turcotte-Pugh (CTP) evreleme sistemine göre yapılan alt grup analizlerinde CTP skoru ilerledikçe VEGF düzeylerinin azaldığı tespit edildi. Ayrıca, VEGF’in 115 pg/ml üzerinde tespit edilmesi kronik hepatit gelişmesini %67 spesifite ve %79 sensitivite ile predikte edebileceği, ancak KCS gelişmesini predikte edebilme özelliğinin olmadığı gösterildi.
Sonuç: Serum VEGF düzeylerinin karaciğerde meydana gelen progressif bir harabiyetin ve rejenerasyonun noninvazif bir göstergesi olarak kullanılabileceği, ancak mevcut verilerin daha geniş hasta gruplarında çalışmalar ile desteklenmesi gerektiği sonucuna varıldı.
Objective: The hepatitis C virus is a significant public health problem across the world. The purpose of this study is to investigate whether serum Vascular Endothelial Growth Factor (VEGF) can be used as a non-invasive marker of liver damage in patients with hepatitis C virus infection-related chronic hepatitis (Chronic Hepatitis C- CHC) and liver cirrhosis (LC).
Materials and Methods: A total of newly diagnosed 44 patients (34 with CHC and 10 with LC) and 28 healthy subjects were recruited into the study. All the patients had not yet received any treatment for the disease. Detailed medical histories and systemic examination were recorded for all study participants. Also, biochemical and hematological parameters, viral markers, VEGF levels, and upper abdominal ultrasounds were evaluated for all study participants. All subjects in the patient group also underwent biopsy of the liver. Serum VEGF levels were determined by ELISA method.
Results: Mean CHC, LC and healthy control group VEGF levels were 255±237 pg/ml, 198±130 pg/ml, and 78±27 pg/ml, respectively. VEGF values in CHC group were significantly higher as compared to the controls (p1<0.001), but the elevation in the LC group was not statistically significant (p2=0.06). VEGF levels of the CHC group decreased as degrees of fibrosis, based on Ishak Fibrosis Scores increased. Similarly, VEGF levels of the LC group decreased as Child-Turcotte-Pugh (CTP) scores increased at subgroup analysis based on the CTP classification system. Additionally, a VEGF level above 115 pg/ml was determined to predict development of chronic hepatitis with 67% specificity and 79% sensitivity, but any VEGF level was unable to predict the development of LC
Conclusions: Serum VEGF levels may be used as a non-invasive marker of progressive damage and regeneration occurring in the liver, but the current findings need to be supported with randomized controlled trials involving wider patient groups.

5.
Kardiyak Sendrom X Hastalarında CYP2J2 Polimorfizminin Belirlenmesi
Detection of CYP2J2 Polymorphism in Cardiac Syndrome X Patients
Melissa Tatlıdil Akal, Burak Önal, Deniz Özen, Bülent Demir, Ahmet Gökhan Akkan, Sibel Özyazgan
doi: 10.5505/kjms.2019.48264  Sayfalar 79 - 86
Amaç: Tipik anjinaya sahip, invaziv olmayan testlerde iskemi bulgusuna rastlanan ve koroner anjiyografide normal epikardiyal koroner arterlere sahip olan hasta popülasyonu Kardiyak Sendrom X (KSX) olarak tanımlanmaktadır. KSX hastalarında CRP ve diğer inflamatuvar belirteçlerin düzeylerinin artması, hastalığın inflamasyon aracılı bir patogeneze sahip olduğunu gösterir niteliktedir. Sitokrom P450 enzimi olan CYP2J2, koroner arter endoteli, düz kas hücreleri ve kardiyomiyositlerde yüksek düzeylerde eksprese edilen bir hem protein ailesi üyesidir. CYP2J2’nin başlıca görevi, araşidonik asidin; 5,6- 8,9- 11,12- 14,15- olmak üzere 4 farklı çeşit epoksieikozatrienoik asitlere (EET) dönüşümünü sağlamaktır. Bu EET’ler, TNF-α ile uyarılan VCAM-1’in, endotelyal ekspresyonunu azaltarak inflamatuvar yanıt oluşumunu baskılamakta ve NF-κB’yi de inhibe ederek vasküler duvara lökosit adezyonunu azaltmaktadır. CYP2J2 geni -76G>T polimorfizmi, hücre içerisinde CYP2J2 ve metabolitlerinin ekspresyonunda düşüşe neden olmaktadır. Biz bu çalışmamızda, patofizyolojisinde inflamatuvar süreçlerin etkili olduğu düşünülen KSX hastalığı ile inflamatuvar yolakta rol aldığı bilinen CYP2J2 geni -76G>T polimorfizmi arasındaki bağlantıyı incelemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Ardışık 125 KSX hastası ve 125 sağlıklı bireyden oluşan kontrol grubunu, CYP2J2 geni -76G>T polimorfizmi açısından karşılaştırdık. DNA örneklerinden CYP2J2 geni -76G>T polimorfizminin genotiplemesi gerçek zamanlı PCR metodu kullanılarak yapılmıştır.
Bulgular: Hasta ve kontrol gruplarında görülen TT, GT ve GG genotipleri incelendiğinde, istatistiksel olarak anlamlı bir fark gözlenmemiştir (p˃0,05).
Sonuç: Bu durum KSX hastalığının patogenezinde, inflamasyon artışına neden olan CYP2J2 geni -76G>T polimorfizminin önemli bir rolü olmadığını düşündürmektedir.
Aim: Cardiac Syndrome X patient population is defined as typical angina with detected ischemia in non-invasive tests and normal epicardial coronary arteries in coronary angiography. The increase in CRP levels and other inflammatory markers in CSX patients indicates that the disease has an inflammatory pathogenesis. CYP2J2, a cytochrome P450 enzyme, is expressed in high amounts in the coronary artery endothelium, smooth muscle cells and cardiomyocytes. The main role of CYP2J2 is derivation of arachidonic acid into 4 different types of epoxyeicosatrieonic acids (EET), which are 5,6-, 8,9-, 11,12- 14,15-. These EETs inhibit formation of the inflammatory response by decreasing endothelial expression of TNF-α induced VCAM-1 and reduce the adhesion of leukocytes to vascular endothelium by inhibiting NF-κB. CYP2J2 gene -76G>T polymorphism causes a decrease in expression of CYP2J2 and its metabolites. In this study, we aimed to investigate the relationship between CSX, in whose pathophysiology inflammation is thought to play a role and CYP2J2 gene -76G>T polymorphism, which is known to be involved in inflammatory response.
Materials and Methods: We compared consecutive 125 CSX patients and 125 healthy individuals in terms of CYP2J2 gene -76G>T polymorphism. The genotyping of the polymorphism was applied by using real time-PCR method.
Results: There was no statistically significant difference between the patients and the control when TT, GT and GG genotypes were analyzed (p>0,05).
Conclusion: It is suggested that CYP2J2 -76G>T polymorphism does not play an important role in the pathogenesis of CSX.

6.
Eritrosit İndeksleri ve Eritrosit Sedimentasyon Hızı Arasındaki İlişkinin Araştırılması
Investigation of Relationship between Erythrocyte Sedimentation Rate and Erythrocyte Indices
Ergin Taşkın, Seda Çelik, Duygu Mine Yavuz, Fatih Kara
doi: 10.5505/kjms.2019.67934  Sayfalar 87 - 89
Amaç: Bu çalışmanın amacı, ESR ile eritrosit indeksleri (kırmızı kan hücresi (RBC) sayısı, hematokrit, hemoglobin, ortalama korpüsküler hacim (MCV), ortalama korpüsküler hemoglobin (MCH), ortalama korpüsküler hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), kırmızı hücre dağılım genişliği (RDW) arasında bir ilişki olup olmadığını değerlendirmektir.
Materyal ve Metot: Çalışmaya ESR düzeyi 30 mm/h'nin altında, 18-50 yaş arasında, ESR ve eritrosit indeksleri aynı örnekte aynı anda ölçülen 658 hasta dahil edildi.
Bulgular: ESR'nin tüm eritrosit endeksleri (RBC sayısı, hematokrit, hemoglobin, MCV, MCH, MCHC ve RDW) ile negatif korelasyon gösterdiği bulundu. Kadın ve yaşlı erişkinlerde ESR değerleri, sırasıyla, erkek ve genç erişkinlerde olduğundan daha yüksekti.
Sonuç: Eritrosit faktörleri, özellikle hematokrit, ESR sonuçları yorumlanırken göz önünde bulundurulmalıdır.
Aim: The aim of this study was to assess the whether there was a relationship between ESR and erythrocyte indices (red blood cell (RBC) count, hematocrit, hemoglobin, mean corpuscular volume (MCV), mean corpuscular hemoglobin (MCH), mean corpuscular hemoglobin concentration (MCHC), and red cell distribution width (RDW)).
Material and Method: 658 patients who had ESR levels of under 30 mm/h, who are aged between 18 and 50 years, and whose ESR and erythrocyte indices had been measured simultaneously in the same sample were included in the study.
Results: It was found that ESR was negatively correlated with all erythrocyte indices (RBC count, hematocrit, hemoglobin, MCV, MCH, MCHC, and RDW). ESR values in females and later adults were higher than that in males and young adults, respectively.
Conclusion: The erythrocyte factors, particularly hematocrit, must be considered when ESR results are interpreted.

7.
Kars Bölgesindeki İdrar Yolu Enfeksiyonlarının Epidemiyolojisi ve Antibiyotik Dirençleri
Epidemology and Antibiotic Resistance of Urinary Tract Infection in the Kars Region
Mehmet Uslu, Murat Bağcıoğlu, Ümit Yener Tekdoğan, Ramazan Kocaaslan, Kürşat Çeçen
doi: 10.5505/kjms.2019.26937  Sayfalar 90 - 96
Amaç: Bu çalışmada Kars bölgesindeki idrar yolu enfeksiyonlarının epidemiyolojisi, etkenleri ve antibiyotik duyarlıklarının belirlenmesi amaçlandı.
Yöntem: Ocak 2015 - Ocak 2016 tarihleri arasında Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi poliklinikleri ve servislerinde alınan idrar kültüründe üreme saptanan 438 hasta değerlendirilmeye alındı. Hastalar, yaş, cinsiyet, altta yatan hastalıklar, gebelik ve sondalı olması gibi komplike edici faktörler açısından sorgulandı.
Bulgular: Çalışmaya alınan 438 hastanın idrarından en sık izole edilen etken %66,4 oranı ile Escherichia coli (E.coli) olarak bulundu. E.coli üreyen poliklinik hastalarında siprofloksasin (%22,1) ve sefalosporinlere (sefepim % 23,5, seftazidim %22,5 seftriakson %26,3) yüksek direnç olduğu, nitrofurantoin (%4,7) ve amoksilin klavunat’a (%16,4) en düşük direnç tespit edildi. Yatan hastalardada seftriakson (%48,7) ve siprofloksasine (48,7) karşı yüksek direnç olduğu, amikasin (%7,7), gentamisin (10,3) veya karbapenem (imipenem %2,6, meropenem %1,3) türevi antibiyotiklere en düşük direnç tespit edildi.
Sonuç: Toplum kökenli idrar yolu enfeksiyonu (İYE) hastalarında ampirik tedavi başlanırken yerel direnç oranlarının bilinmesi yanında poliklinik ve yatan hastalarda antibiyotik dirençlerinde farklılıklar olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Klinik olarak endikasyon olmadığı sürece antibiyotik tedavisi başlanmamalı, özellikle endikasyon yoksa asemptomatik bakteriürinin tedavi edilmemesi gerekmektedir.
Aim: In this study, it was aimed to determine the epidemology, agents and antibiotical sensitivity of urinary tract infections in the Kars Region.
Methods: Between January 2015and January 2016, (438 patients) in the policlinics and services of Kafkas University Medical Faculty Health Research Hospital with positive urine culture from the were evaluated. Patients were questioned in terms of age, gender, underlying diseases and complicating factors (pregnancy, urethral catheter etc.).
Results: The most isolated agent from the urine cultures was Escherichia Coli (E.coli) with the rate of 66,4%. It is identified that policlinic patients, who E.coli has been found in their urine have high resistance to ciprofloxacin (22,1%), and cephalosporins (cefepime 23,5%, ceftazidime 22,5% ceftriaxone 26,3%), however they have lowest resistance to nitrofurantoin (4,7%) or amoxicillin clavunat (16,4 %). In hospitalized patients, it is detected that there is a hight resistance to ceftriaxone (48,7%) and ciprofloxacin (48,7%) on the other hand there is low resistance againts the s antibiotics such as amikacin (7,7%), gentamicin (10,3%) or carbapenem (imipenem 2,6%, meropenem 1,3%)
Conclusion: Local resistance rates should be known when ampirical treatment is given in the community acqurired urinary tract infection patients. Besides, differences in the rates of antibiotic resistance between hospitalized patients and outpatients should be taken into consideration. Antibiotic treatment should not be initiated without indications, especially if there is no indication, asymptomatic bacteriuria should not be treated.

8.
Toraks Travması: 440 Olgunun Değerlendirilmesi
Thoracic Trauma: Analysis of 440 Cases
Miktat Arif Haberal, Özlem Şengören Dikiş, Erkan Akar
doi: 10.5505/kjms.2019.02223  Sayfalar 97 - 102
Amaç: Günümüzde halen 40 yaş altı ölüm nedenleri arasında travma önemli bir yer tutmaktadır. Bu çalışmada sekiz yıllık süre içerisinde merkezimizde izlenen toraks travmalı olgular değerlendirildi.
Gereç-yöntem: Çalışmaya 2011-2017 tarihleri arasında toraks travması nedeniyle merkezimizde tedavi edilen 16 yaş üzerindeki 440 hasta ( 385 erkek,55 kadın;ortalama yaş 43.2 dağılım 17-89) alındı. Hastalar yaş,cinsiyet,travma etyolojisi,klinik bulgular,eşlik eden yaralanmalar,ameliyat endikasyonları,uygulanan cerrahi girişimler,gelişen komplikasyonlar ve mortalite açısından incelendi.
Bulgular: Olgularımızın 385’i (%87.5) erkek, 55’i (%12.5) kadın olup, yaş ortalaması 43.2 (17-89) yıl idi. Künt toraks travmalı olgularımızın 202’si (%58.6) izole travma iken, 143’ü (%41.4) multible travmaydı. Penetran toraks travmalı olgularımızın 88’i (%92.6) izole toraks travması iken, yedi (%7.4) olguda ise multible yaralanma mevcuttu. Künt toraks travmalarının nedenleri motorlu araç kazaları,yüksekten düşme,darp,büyük baş hayvanların sebeb olduğu yaralanmalar idi. Penetran toraks travmalarını ise ateşli silah yaralanması ve delici kesici alet yaralanması oluşturuyordu.Toraksın kemik yapı yaralanmalarında en çok tek veya çoklu kosta kırığı tespit edildi. İntratorasik yaralanmalarda ise pnömotoraks ilk sırayı aliyordu. Tedavide en fazla uygulanan cerrahi yöntem tüp torakostomi iken en az uygulanan yöntem ise sternotomi idi.
Sonuç: Toraks travmalarında mortaliteyi artıran en önemli neden eşlik eden organ yaralanmalarıdır.Travmalı bir hasta hızlı bir şekilde sistematik olarak değerlendirilmeli ve gereksiz tetkiklerden kaçınılmalıdır.
Objective: Trauma still has a significant place among the reasons for death before the age of 40. This study analyzed the cases with thoracic trauma that were monitored at our center in a period of eight years.
Methods: The study was conducted with 440 patients over the age of 16 (385 male, 55 female, mean age of 43.2 with a range of 17-89) who were treated at our center due to thoracic trauma in the period of 2011-2017. The patients were examined in terms of their age, sex, trauma etiology, clinical signs, accompanying injuries, surgery indications, applied surgical interventions, complications that occurred and mortality.
Results: Three hundred and eighty five (87.5%) of our cases were male, 55 (12.5%) were female, and their mean age was 43.7 (17-89). While 202 (58.6%) of our cases with blunt thoracic trauma had isolated trauma, 143 (41.4%) had multiple traumas. 88 (92.6%) of our cases with penetrating thoracic trauma had isolated trauma, whereas there were multiple injuries in seven (7.4%). The reasons for blunt thoracic traumas were motor vehicle accidents, falling from a height, battery and injuries caused by cattle. Penetrating thoracic traumas were caused by firearms and injuries by sharp and pointed objects. Single and multiple rib fractures were the most frequent among bone structure injuries in the thorax. Pneumothorax had the first place among intrathoracic injuries.
The most frequently applied surgical method for treatment was tube thoracostomy, while sternotomy was the least frequently applied method.
Conclusion: The most significant accompanying problem that increases mortality in thoracic traumas are organ injuries. A patient with trauma should be systematically examined very fast, and unnecessary tests should be avoided.

9.
Protez Kalp Kapaklı Hastalarda Endotel Disfonksiyonunun Paravalvüler Kaçak Gelişimi Üzerine Olası Etkileri
The Potential Role of Endothelial Dysfunction in Development of Paravalvular Leaks in Patients with Prostehetic Heart Valves
Macit Kalçık, Mahmut Yesin, Ahmet Güner, Mehmet Özkan
doi: 10.5505/kjms.2019.56873  Sayfalar 103 - 109
Amaç: Kapak replasmanı ameliyatlarının hemen sonrasında dikiş halkası etrafında kalan mikro defektlerden ve sütur diplerinden küçük boyutlarda paravalvüler kaçakların (PVK) olduğu ve postoperatif erken dönemde bu bölgede doku iyileşmesi sonucu bu kaçakların kaybolduğu gösterilmiştir. Endotel dokusunun yara iyileşmesindeki mitogenez, fibrozis, ve inflamasyonu içeren fizyolojik süreçlerde rol aldığı bilinmektedir. Bu çalışmada, protez kapak replasmanı sonrası postoperatif erken dönemde paravalvüler kaçak gelişen hastalarda endotel fonksiyonlarının araştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışmaya son 3 ay içerisinde protez kalp kapak replasmanı ameliyatı olup transözofajeyal ekokardiyografik inceleme sonucu PVK tesbit edilen 33 hasta (ortalama yaş: 47,9±10,4 yıl; 14 kadın) ile kontrol grubu olarak protez kalp kapağı replasmanı yapılmış olup PVK izlenmeyen 40 hasta (ortalama yaş: 49,9±13,0 yıl; 19 kadın) olmak üzere toplam 73 hasta dahil edildi. Hastaların endotel fonksiyonlarını reaktif hipereminin neden olduğu endotel bağımlı akım aracılı genişleme (Flow Mediated Dilation, FMD) ölçülmesi ile değerlendirildi.
Bulgular: PVK grubu ile kontrol grubu arasında demografik, ekokardiyografik parametreler ve hemoglobin ile laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyleri hariç laboratuvar verileri açısından anlamlı bir fark izlenmedi. PVK grubunda hemoglobin düzeyleri anlamlı olrak düşük iken LDH düzeyleri anlamlı olarak yüksekti. Hesaplanan FMD değerleri PVK grubunda kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak daha düşük bulundu (12,9±1,8 ve 13,8±1,6; p=0,022). Çok değişkenli analizde, düşük FMD değeri ve yüksek LDH düzeyleri PVK için bağımsız öngördürücüler olarak belirlendi. Ayrıca, FMD değerleri ile paravalvüler defekt sayıları arasında zayıf da olsa anlamlı negatif korelasyon izlendi (r= -0,246; p=0,036).
Sonuç: Protez kapak hastalarında gözlenebilen endotel disfonksiyonu postoperatif erken dönemde paravalvüler kaçak gelişiminde önemli rol alıyor olabilir.
Aim: Minimal paravalvular leaks (PVL) through microdefects around the annulus have been demonstrated immediately after valvular replacement surgery and usually disappear after regional tissue healing. It has been recognized that endothelium takes place in physiological processes during wound healing including mitogenesis, fibrosis, and inflammation. In this study, we aimed to investigate the role of endothelial functions in patients with persistent PVLs detected in the early postoperative period.
Material and Method: This study enrolled a total of 33 patients (14 female, mean age: 47.9±10.4 years) who had PVL detected by means of transesophageal echocardiograpy within 3 months after prosthetic valve replacements, and 40 control subjects (19 female, mean age: 49.9±13.0 years) without PVL in the early postoperative period. Endothelial functions were evaluated by measurement of endothelium dependent flow mediated dilation (FMD) secondary to reactive hyperemia.
Results: The demographic, echocardiographic and laboratory parameters did not differ between the groups except for hemoglobin and lactate dehydrogenase (LDH) levels. Hemoglobin was significantly lower and LDH was significantly higher in PVL group. Calculated FMD values were found to be significantly lower in PVL group than the control group (12.9±1.8 vs 13.8±1.6 %; p=0.022). In multivariate analysis, low FMD and high LDH levels were independent predictors of PVL. Furthermore, there was a weak and negative correlation between FMD values and the number of paravalvular defects (r= -0.246; p=0.036).
Conclusion: Endothelial dysfunction in patients with prosthetic heart valves may play an important role in the development of PVL during the early postoperative period.

10.
Gestasyonel Diyabet, Metabolik Sendrom ile İlişkili midir?
Is Gestational Diabetes Mellitus Associated with the Metabolic Syndrome?
Emel Arslan Yıldırım, Mehmet Bülbül, Kemal Özerkan, Osman Haldun Develioğlu
doi: 10.5505/kjms.2019.87528  Sayfalar 110 - 116
Amaç: Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebeliklerin %1-14’ünü görülür. Polikistik over sendromu (PCOS) ve metabolik sendromda (MS) olduğu gibi patofizyolojisinde insülin direnci (IR) rol alır. Bundan dolayı bu üç klinik durumun birbiriyle ilişkili olduğu düşünülmektedir.
Materyal ve Metot: Bu çalışmada GDM tanısı almış 27 kadın ve sağlıklı 30 kadın PCOS, MS ve IR açısından karşılaştırılmıştır.
Bulgular: GDM grubunda kilo ve vücut kitle indeksi (BMI), bel ve kalça çevreleri kontrol grubundan daha yüksekti (sırasıyla 69.0±11,5 kg vs 62.0±10,3 kg, p: 0,01; 27.0±4,7 kg/m2 vs 23.0±3,5 kg/m2, p: 0,001; 82.0±8,5 cm vs 74.0±7,5 cm, p<0,001; 103.0±8,1 cm vs 98.0±8,7 cm, p: 0,02). MS sıklığı GDM grubunda kontrol grubuna göre istatistiksel anlamlı olarak daha yüksekti. Bel çevresi, kan basıncı, açlık kan şekeri ve trigliserid düzeyleri yüksek olan hasta sayısı kontrol grubuna göre daha fazlaydı (sırasıyla %55,6 vs %20, p: 0,006; %18,5 vs %0, p: 0,01; %29,6 vs %6,7, p: 0,02; %48,1 vs %10, p: 0,002). HDL kolesterol düzeyi açısından ise gruplar arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı (p>0,05). HOMA için eşik değer 2.24 olarak alındığında GDM grubunda kontrol grubundan daha fazla insülin direnci saptandı sırasıyla (sırasıyla %48,1 vs %20,0, p: 0,02).
Sonuç: GDM’de olduğu gibi MS ve PCOS’ta ortak problem IR’dır. Birçok çalışmada gösterildiği gibi bizim çalışmamızda da MS, GDM grubunda daha yüksek saptandı. Bundan dolayı GDM öyküsü olan hastalarda metabolik sendrom taranmalıdır.
Aim: Gestational Diabetes Mellitus (GDM) accounts for 1-14% of pregnancies. Insulin resistance (IR) plays a role in pathophysiology as it is in Polycystic Ovary Syndrome (PCOS) and Metabolic Syndrome (MS). Therefore, these three clinical situations are thought to be related to each other.
Material and Method: In this study, 27 women who were diagnosed with GDM and 30 healthy women were compared in terms of PCOS, MS and IR.
Results: Weight and body mass index (BMI), waist and hip circumference were higher in the GDM group than in the control group (respectively 69.0±11,5 kg vs 62.0±10,3 kg, p: 0,01; 27.0±4,7 kg/m2 vs 23.0±3,5 kg/m2, p: 0,001; 82.0±8,5 cm vs 74.0±7,5 cm, p<0,001; 103.0±8,1 cm vs 98.0±8,7 cm, p: 0,02). MS frequency was statistically higher in the GDM group than in the control group. The waist circumference, blood pressure, fasting blood sugar and triglyceride levels were higher than the control group. (respectively 55,6% vs 20%, p: 0,006; 18,5% vs 0%, p: 0,01; 29,6% vs 6,7%, p: 0,02; 48,1% vs 10%, p: 0,002). HDL cholesterol levels were not statistically different between the groups (p> 0.05). When the threshold for HOMA was taken as 2.24, more insulin resistance was detected in the GDM group than in the control group (respectively 48,1% vs 20,0%, p: 0,02).
Conclusion: As in GDM, the common problem in MS and PCOS is IR. As shown in many studies, in our study, MS was found higher in the GDM group. Therefore, metabolic syndrome should be screened in patients with GDM.

11.
Hipertansiyon Hastalarının İlaç Tedavisine Uyumlarında Eğitimin Etkisi
The Effect of Training on Medication Adherence of Patients with Hypertension
Duygu Akça, Sevda Eliş Yıldız
doi: 10.5505/kjms.2019.48343  Sayfalar 117 - 124
Amaç: Bu çalışmada hipertansiyon hastalarına ilaç tedavisine uyum konusunda verilecek eğitimin etkinliğinin incelenmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışma, Nisan 2014 - Mart 2015 tarihleri arasında Yenişehir Aile Sağlığı Merkezi'ne başvuran ve kayıt altına alınan ve hipertansiyonu olan 70 hasta ile gerçekleştirildi. Verilerin toplanmasında hastaların sosyo-demografik özelliklerini ve hastalıkları hakkında genel bilgileri ve Morisky İlaç Uyumu Ölçeğini (MMAS -8-Öğeleri) içeren tanımlayıcı bir anket kullanılmıştır. Ön testen sonra hastalara ilaç uyumu ve hipertansiyon hastalığı hakkında bilgi verilmiş ve ilaç kullanımı ile eğitimin sürekliliğini sağlamak amacıyla araştırmacı tarafından oluşturulan genel bilgilendirme broşürleri dağıtılmıştır. Daha sonra eğitimin etkinliğini değerlendirmek için son test uygulanmıştır.
Bulgular: Hipertansiyon hastalarının Morisky ilaç tedavisine uyum ölçeğine göre eğitim öncesi ve eğitim sonrası ilaç tedavisine uyumları değerlendirildiğinde eğitim öncesi %35.7’sinin ilaç tedavisine düşük derecede, %64.3’ünün orta derecede uyum gösterdiği saptandı. Eğitim sonrası düşük derecede uyumun %10.0’a orta derecede uyumun %32.9’a düştüğü yüksek derecede uyumun yarıdan fazla (%57.1) arttığı tespit edilmiştir, Ayrıca yapılan istatistiksel analizde ise Morisky ilaç tedavisine uyum ölçeği eğitim öncesi puan ortalaması (5.22±1.30) ile eğitim sonrası puan ortalaması (7.17±1.21) arasında önemli derecece de artış olduğu ve aradaki farkın istatistiksel olarak ileri derecede anlamlı olduğu saptandı (p<0.001).
Sonuç: Yapılan bu çalışmada hipertansiyon hastalarına verilen ilaç tedavisine uyum konusundaki eğitimin hastalar üzerinde etkili olduğu tespit edilmiştir.
Aim: In this study, it was aimed to examine the effectiveness of the training on medication adherence to be provided for the patients with hypertension.
Materials and Method: . The study was conducted with 70 patients with hypertension, who applied to Yenişehir Family Health Center between April 2014 and March 2015 and were registered. A descriptive questionnaire involving the socio-demographic characteristics of patients and general information about their diseases, and Morisky Medication Adherence scale (MMAS -8-Items) were used to collect the data. The pretest was firstly performed to the patients about their medication adherence and hypertension disease. Then, they were trained with the training form prepared by the researcher about the drug use and general information and training brochures prepared by the researcher were handed out in order to ensure the permanence of the training. Afterwards, the posttest was carried out to assess the effectiveness of the training.
Results: Evaluating the adherence to medication in patients with hypertension before and after the training according to Morisky Medication Adherence scale; It was found out that the lower adherence decreased to 10.0% and the moderate adherence decreased to 32.9% after the training; whereas, the higher adherence increased in more than half (57.1%). Additionally, the statistical analysis revealed that there was a considerable increase between mean score (5.22±1.30) of Morisky Medication Adherence scale before the training and its mean score (7.17±1.21) after the training and the difference between them was statistically significant at advanced level (p<0.001).
Conclusion: In this study, it was determined that the training on medication adherence provided for the patients with hypertension was effective on the patients.

DERLEME
12.
Kalsiyum Kanal Blokörlerinin Pleiotropik Etkileri
Pleiotropic Effects of Calcium Channel Blockers
Şerife Canbolat, Kısmet Esra Nurullahoğlu Atalık
doi: 10.5505/kjms.2019.93763  Sayfalar 125 - 131
Kalsiyum kanal blokerleri, hipertansiyon, anjina, periferik vasküler bozukluklar ve bazı aritmiler gibi kardiyovasküler hastalıkların tedavisinde yaygın olarak kullanılan bir ilaç grubudur. Kalsiyum kanal blokörlerinden özellikle daha yeni, daha uzun etkili olanlar, daha düşük yan etki profilleri ile hipertansiyon tedavisinde oldukça etkilidir. Bu ilaçlar, damar düz kası ve kalp hücrelerinde, sitoplazma membranındaki voltaj-bağımlı kalsiyum kanallarına veya reseptörlere yüksek afiniteli bir şekilde bağlanarak kalsiyum girişini azaltırlar, damarların, özellikle arteriyollerin düz kaslarını gevşeterek güçlü vazodilatasyon yaparlar. Voltaj-bağımlı kalsiyum kanallarının çoğunlukla L-tipine bağlanırlar. Yakın zamanda yapılan çalışmalar, bazı kalsiyum kanal blokörlerinin N- ve T-tipi kanallara da bağlandığını göstermiştir. Bunlardan N-tipi kanallar sempatik sinir uçlarında, T-tipi kanallar ise kardiyak sinus nodu ile afferent ve efferent arteriyollerde bulunur. Bu iki tip kanalın blokajı, glomerüler kapiler basıncın azalmasına, renin-anjiotensin-aldosteron sisteminin ve sempatik sinir sisteminin stabilizasyonuna neden olur. Sonuçta, özellikle yeni jenerasyon kalsiyum kanal blokörleri, renoprotektif, vasküler endotel koruyucu etki ve kardiyoprotektif etkiler gibi pleiotropik etkiler olarak tanımlananan etkilere sahiptirler.
Calcium channel blockers are a group of drugs commonly prescribed to treat cardiovascular disorders such as hypertension, angina, peripheral vascular disorders and some arrhythmias. Calcium channel blockers, particularly the newer, longer-acting agents, are clearly effective in reducing elevated blood pressure with minimal to modest adverse effect profiles, and are therefore used extensively. These drugs reduce the amount of calcium, entering cells of the heart and blood vessel walls and vessels, especially arterioles relax strongly. These drugs commonly block L-type of voltage-gated calcium channels. Recent studies have shown that some calcium channel blockers also bind to N- and T-type channels. N-type channels are located in high amounts at the presynaptic terminals of neurons. T-type calcium channels known to be present in cardiac and smooth muscle, and also in many neuronal cells in the central nervous system. Blockage of these two types of channels leads to decreased glomerular capillary pressures, stabilization of the renin-angiotensin-aldosterone system, and sympathetic nervous system. As a result, especially new generation of calcium channel blockers have effects that are defined as pleiotropic effects, such as renoprotective, vascular endothelial protective and cardio-protective effects.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
13.
Yanak Pleomorfik Adenomu: Nadir Yerleşimli Bir Olgu Sunumu
Pleomorphic Adenoma of the Cheek: Case Report of a Relatively Rare Localization
İdris Çıldır
doi: 10.5505/kjms.2019.66934  Sayfalar 132 - 135
Pleomorfik adenom epitelyal kökenli bir tümördür. Selim mikst tümör olarak da adlandırılan bu tümör, minör veya majör tükürük bezlerinden kaynağını almaktadır. Tükürük bezlerinin neoplazmları tüm tümörlerin %1'inden azını, aynı zamanda tüm baş ve boyun tümörlerinin %3-5'inden sorumludur. Pleomorfik adenom tükürük bezinin en yaygın tümörüdür. Çoğunluk parotis bezinden kaynaklanırken, sadece küçük bir yüzdesi diğer bölgelerde ortaya çıkar. Pleomorfîk adenom'un tedavisi cerrahi olarak tümörün çıkartılmasıdır. Biz 80 yaşındaki erkek bir pleomorfik adenom olgusunu takdim ettik ve bu bağlamda iyi huylu minör tükürük bezi tümörlerini literatür çerçevesinde gözden geçirdik.
The pleomorphic adenoma is a tumor of epithelial origin. This tumor, which is also termed as ‘benign mixed tumor’, usually originates from the minor or major salivary glands. Neoplasms of the salivary glands are responsible for less than 1% of all tumors and 3-5% of all head and neck tumors. Pleomorphic adenoma is the most common tumor of the salivary gland. While the majority of PAs originate from the parotid gland, a small percentage are found in other regions. Treatment of pleomorphic adenoma is total surgical removal of the tumor. In this case report, we present the diagnosis and treatment of an 80-year-old male with a pleomorphic adenoma, and discuss the literature on this topic.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git