Cilt: 6 Sayı: 1 - 2016 | |
Özetleri Gizle | << Geri | |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
1. | Propofol İle Deksmedetomidin Sedasyonunun Aksiller Blok Uygulaması Üzerine Olan Etkilerinin Karşılaştırılması Comparison Of The Effects Of Propofol and Dexmedetomidine Sedation On Axillary Block Filiz Ata, Belgin Yavaşçaoğlu, Nermin Kelebek Girgin, Canan Yılmaz, Fatma Nur Kaya, Remzi İşçimendoi: 10.5505/kjms.2016.27928 Sayfalar 1 - 7 AMAÇ Önkol cerrahisinde propofol ve deksmedetomidinin intraoperatif sedasyon, hemodinamik parametreler ve postoperatif analjezi üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık. YÖNTEM Aksiller yaklaşım ile brakial pleksus bloğu uygulanacak, elektif el ve ön kol cerrahisi geçirecek, ASA I-II, 40 olgu 2 gruba randomize ayrıldı. Grup D’deki (n=20) olgulara aksiller blok uygulamasından önce deksmedetomidin 1 μg kg-1 yükleme dozu 10 dakika uygulandıktan sonra 0.2–0.7 μg kg-1 sa-1 dozunda infüzyon, Grup P’deki (n=20) olgulara ise propofol 1 mg kg-1 yükleme dozu 10 dakika uygulandıktan sonra 50–100 μg kg-1 dk-1 dozunda propofol infüzyonu başlandı. Grupların sedasyonu Ramsay Sedasyon Skoru’na göre 3-4 olarak hedeflendi. Hedef sedasyon düzeyine erişildiğinde aksiller blok uygulandı. Deksmedetomidin veya propofol infüzyonu cerrahi girişim bittiğinde sonlandırıldı. Gruplar; sedasyon skorları, hemodinamik parametreler, periferik oksijen satürasyonu, solunum sayısı, Pin-prick testi ve Bromage skorları ile duyusal ve motor blok seviyeleri, postoperatif dönemde duyusal ve motor blok gerileme zamanı, ilk analjezik gereksinim zamanı ve yan etkiler açısından karşılaştırıldı. BULGULAR İki grup arasında demografik veriler, hemodinamik parametreler, sedasyon skorları, duyusal ve motor blok seviyeleri ve yan etkiler açısından fark bulunmadı. Deksmedetomidin grubunda postoperatif duyusal blok geri dönüş zamanı ve ilk analjezik gereksinim zamanı propofol grubuna göre anlamlı olarak daha uzun bulundu (p<0.05). SONUÇ Deksmedetomidinin propofol kadar etkili ve güvenli sedatif bir ilaçtır. Aksiller blok sonrasında duyusal blok süresi ve ilk analjezik gereksinim zamanını uzatması nedeniyle, operasyon süresinde uzama beklenen olgularda daha iyi bir seçenek olabilir. AIM We aimed to compare the effects of propofol and dexmedetomidine on intra-operative sedation, hemodynamic parameters and post-operative analgesia during fore-arm surgery with axillary block. METHODS Forty patients scheduled for elective hand and forearm surgery with axillary brachial plexus block (ASA I-II) were randomized into two groups. Group D patients received a loading and continuous infusion dose of intravenous dexmedetomidine 1 μg kg-1 in ten minutes before the axillary block and 0.2–0.7 μg kg-1 h-1, respectively. Group P patients received a loading and continuous infusion dose of intravenous propofol 1 mg kg-1 in ten minutes before the axillary block and 50–100 μg kg-1 min-1, respectively. Upon reaching a target sedation score of 3-4 (assessed with Ramsey sedation scale), axillary block was performed. At the end of surgery, intravenous infusions were stopped. Groups were compared in terms of sedation scores, hemodynamic and respiratory parameters, sensory and motor block levels (with Pin-prick test and Bromage scores), time to regression of sensory and motor blocks, time to first analgesic requirement, and adverse events. RESULTS Demographic data, hemodynamic and respiratory parameters, sedation scores, sensory and motor block levels, and adverse events did not dignificantly differ between groups. Dexmedetomidine significantly delayed regression of sensory block and first analgesic requirement compared with propofol (p<0.05). CONCLUSION Dexmedetomidine as a sedative agent is as effective and safe as propofol. If surgery is expected to last longer, dexmedetomidine may be better suited because it prolongs sensory block regression time and time to first analgesic requirement. |
TAM DERGI | |
2. | Tam dergi Full issue Sayfalar 1 - 74 Makale Özeti | Tam Metin PDF |
ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI | |
3. | Erişkin hastalarda ışıklı entübasyon stilesi, Storz DCI videolaringoskop ve Macintosh laringoskopun karşılaştırılması Comparative evaluation of the lighted intubation stylet, Storz DCI videolaryngoscope, and Macintosh laryngoscope in adult patients Hatice Bahadır, Hediye Ayla Tür, Cengiz Kaya, Ersin Köksal, Yasemin Burcu Üstün, Elif Bengi Şener, Ahmet Dilekdoi: 10.5505/kjms.2016.38981 Sayfalar 8 - 13 Amaç: Erişkin hastalarda, lighted intubation stylet, Storz DCI videolaringoskop ve Machintosh laringoskop arasında endotrakeal entübasyon (ETI) süresi, entübasyon için girişim sayısı, entübasyon-ekstübasyon ilişkili komplikasyonlar, hemodinamik bulguların karşılaştırılması. Yöntem: Çalışmaya, yaşları 18–65 arasında değişen, American Society of Anesthesiologists skoru I-II, Mallampati skoru I-II, elektif cerrahi uygulanacak 60 hasta dahil edildi. Hastalar rastgele üç gruba ayrıldı; Grup I: LIS ile ETI, Grup V: Storz DCI video laringoskop ile ETI, Grup L: Machintosh laringoskop ile ETI yapılan grup. ETI her çalışma grubu için en az 15 başarılı deneme yapan uygulayıcı tarafından yapıldı. Grupların kalp atım hızı (KAH), ortalama arter basıncı (OAB), periferik oksijen satürasyonu (SpO2), indüksiyondan önce, indüksiyondan sonra, ETI’dan hemen sonra, ETI’dan sonraki 1., 2., 3., 4. ve 5. dakikalarda kaydedildi. ETCO2 ise ETI’dan hemen sonra, ETI’dan sonraki 1., 2., 3., 4. ve 5. dakikalarda kaydedildi. Ayrıca ETI’nin kaçıncı denemede gerçekleştiği, ETI esnasında oluşan komplikasyonlar ve ETI süresi de tespit edildi. Ekstübasyon sonrası komplikasyonlar ise ekstübasyondan hemen sonra, 2. saatte ve 6. saatte kaydedildi. Bulgular: Gruplar arasında demografik özellikler, ETI süreleri, KAH, OAB, ETCO2 ve SpO2 açısından farklılık saptanmamıştır. Ekstübasyon sonrası komplikasyonlara bakıldığında ise ekstübasyondan hemen sonraki komplikasyonlar (stridor, öksürük) Grup L’de iki (%10) hastada görülürken diğer gruplarda görülmedi (p=0.362). Boğaz ağrısı ise Grup I’da 2 (%10), Grup V’de 1 (%5), Grup L’de 2 (%10) hastada görüldü (p=0.804). Ekstübasyon sonrası 2. saatte boğaz ağrısı komplikasyonu Grup I ve L’de birer (%5) hastada görüldü (p=0.596). Sonuç: Çalışmamızda, LIS, Storz-DCI Videolaringoskop ve Machintosh laringoskop karşılaştırıldığında hemodinamik parametreler, ETI deneme sayısı, ETI süresi ve komplikasyonlar açısından fark yoktu. Aim: To compare a lighted intubation stylet (LIS), Storz DCI videolaryngoscope, and Macintosh laryngoscope regarding endotracheal intubation (ETI) times, the number of intubation attempts required, hemodynamic findings, and complications related to intubation-extubation. Methods: A total of 60 patients age 18-65 with American Society of Anesthesiologists score I-II and Mallampati score I-II, who were scheduled for elective surgery, were randomized into 3 groups: Group I, on which ETI was performed using the LIS; Group V, on which ETI was performed using the Storz DCI videolaryngoscope; and Group L, on which ETI was performed using the Macintosh laryngoscope. For each study group, ETI was applied by an operator who had previously performed at least 15 successful endotracheal intubations. Heart rates (HRs), mean arterial pressure (MAP), and peripheral oxygen saturation (SpO2) were recorded before and after induction, immediately, and 1, 2, 3, 4, and 5 minutes after ETI. However, ETCO2 was recorded immediately, and 1, 2, 3, 4, and 5 minutes after ETI. In addition, the number of attempts required to achieve ETI, ETI-related complications, and ETI times were noted. Potential complications were recorded immediately, and also 2 and 6 hours after extubation. Results: The demographic characteristics of the patients, ETI times, HR, MAP, ETCO2, and SpO2 did not differ between groups. Immediately after extubation, complications (stridor, coughing) were seen in 2 (10%) patients in Group L; however, they weren’t observed in other groups (p=0.362). Sore throat was seen in Groups I (n=2; 10%), V (n=1; 5) and L (n02; 10 %) (p=0.804). Two hours after extubation, sore throat was observed in one (5%) patient in both Group I and L (p=0.596). Conclusion: There wasn’t difference between the LIS, Storz-DCI videolaryngoscope and Macintosh laryngoscope with respect to hemodynamic parameters, the number of ETI trials, ETI times, and related complications. |
4. | Blefaropitoz Tedavisinde Frontal Askı Materyalleri: Klinik Sonuçlar Frontalis Suspension Materials For The Treatment Of Blepharoptosis: Clinical Results Adem Gül, Mustafa Duran, Ertuğrul Can, Leyla Niyaz, Ümit Bedendoi: 10.5505/kjms.2016.34654 Sayfalar 14 - 17 Amaç: Levator fonksiyonu zayıf olan hastalarda uyguladığımız üç farklı frontal askı materyali ile yapılan cerrahileri değerlendirmek. Gereç- yöntem: 2005- 2014 yılları arasında kliniğimizde blefaropitoz nedeniyle frontal askılama cerrahisi geçiren hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. 31 hastanın 41 gözü çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet, levator fonksiyonu ve cerrahide kullanılan askılama materyali açısından değerlendirildi. Bulgular: Hastaların yaş ortalaması 15,4 yıl (2 ay-80 yıl) idi. 31 hastanın 24’ü erkek, 7’si bayan idi. On hasta her iki gözden, 10’u sağ gözden, 11’i ise sol gözden cerrahi geçirmişti. 26 hastanın doğuştan beri blefaropitozu mevcuttu. Diğer hastaların 2-10 yıl arasında değişen kapak düşüklüğü şikayetleri mevcuttu. Ölçülebilen levator fonksiyonları 0 mm ile 6 mm (ort. 2.25mm ) arasında değişmekte idi. Materyal olarak 29 gözde silikon çubuk, 9 gözde polyamid sütür, 3 gözde otojen fasya lata kullanılmıştı. Hastaların takip süreleri 4 ay ile 8 yıl (ortalama 19.8 ay) arasında değişmekte idi. Fasya lata grubundaki 3 gözün hiçbirinde nüks görülmezken, polyamid sütür grubunda 1 gözde (%11) cerrahiden 1 ay sonra nüks gelişti ve hastaya tekrar frontal askılama yapıldı. Silikon materyal grubunda 6 gözde (%20.6) nüks gelişti. Sonuç: Blefaropitoz cerrahisinde kullanılan fasya lata, silikon çubuk ve polyamid sütür materyallerinin üçü ile de başarılı sonuçlar elde edilmektedir. Aim: Assessment of frontalis suspension surgery with three different sling materials in patients with poor levator palpebrae function. Materials and Methods: Fourty one eyes of 31 blepharoptosis patients who underwent frontalis suspension surgery between 2005 and 2013 were evaluated retrospectively. Age, gender, levator function, and sling materials were recorded. Results: The mean age of the patients was 15,4 years (range: 2 months - 80 years). The male/female ratio was 3.42 (24/7). Bilateral surgery was performed in 10 patients, right side in 10 and left side in 11 patients. While 26 patients had congenital blepharoptosis, the duration for the others were changing 2 to 10 years. The mean levator function was 2.25 mm (range: 0 – 6 mm). The most used materials were silicone rod in 29, poliamide suture in 9, and autogenous fascia lata in 3 patients. The mean follow up was 19.8 months (range: 4 months – 8 years). The recurrence rates were 20.6% in silicone rod group, 11% in poliamide suture group, and 0% in autogenous fascia lata group. Conclusion: Successfull results could be obtained in frontalis sling surgery with three different materials as silicone rod, poliamide suture, and autologus fascia lata. |
5. | Ozon, Kantaron, Kekik ve Gül Yağlarının Bazı Patojenik Mikroorganizlara Karşı Antimikrobiyal Aktivitelerinin Belirlenmesi The Determination of the Antibacterial Activities of Rose, Thyme, Centaury and Ozone Oils against Some Pathogenic Microorganisms Cigdem Eda Balkan, Murat Karamese, Demet Celebi, Sabiha Aydogdu, Yalcin Dicle, Zeki Calikdoi: 10.5505/kjms.2016.87587 Sayfalar 18 - 22 GİRİŞ ve AMAÇ: AMAÇ: Antibiyotiklere dirençli bakterilerin sayısındaki artış, bu bakterilerin önüne geçilmesi ve alternatif bitkisel ürünlerin kullanılmasına olan ilginin dramatik bir şekilde artışına sebep olmuştur. Bu çalışmadaki amacımız, ticari olarak elde ettiğimiz ozon, gül, kantaron ve kekik yağlarının klinik olarak önemli bakteri ve mantarlara karşı olan antimikrobiyal etkilerinin gösterilmesidir. YÖNTEM ve GEREÇLER: YÖNTEMLER: Ozon, gül, kantaron ve kekik yağlarının aşağıda isimleri verilen mikroorganizmalara karşı antimikrobiyal aktiviteleri test edilmiştir; Escherichia coli, Proteus vulgaris, Proteus mirabilis, Stenotrophomonas maltophilia, Enterococcus spp., Acinetobacter baumannii, Streptococcus spp., Citrobacter freundii, Staphylococcus aureus ve Candida albicans. Disk difüzyon metodu (Kirby-Bauer) kullanılmış ve oluşan zon çapları ölçülerek anti-mikrobiyal etki ortaya konulmuştur. BULGULAR: Sadece birkaç antibiyotiğe karşı duyarlı olan Stenotrophomonas maltophilia başta olmak üzere birçok bakteri, kekik yağına karşı duyarlı olarak tespit edilmiştir. Gram pozitif bakterilerin ve Kandida suşlarının kekik yağına, Gram negatif bakterilerden daha dirençli oldukları görülmüştür. Bunun yanı sıra Escherichia coli ve Staphylococcus aureus suşlarının ise gül yağına karşı duyarlı oldukları tespit edilmiştir. Kekik ve gül yağının muhtemel antimikrobiyal etkileri bu çalışma ile ortaya konulmuştur. TARTIŞMA ve SONUÇ: SONUÇ: Kekik yağının antimikrobiyal etkinliği ozon, gül ve kantaron yağından oldukça yüksek düzeyde tespit edilmiştir. Sonuç olarak bitkisel uçucu yağlar, antimikrobiyal aktivitelerinden dolayı tıbbi ilaç uygulamalarına iyi bir alternatif olabilme potansiyeli taşımaktadır. INTRODUCTION: OBJECTIVE: The increase in antibiotic-resistant bacteria has dramatically revived the interest in plant products as alternative antimicrobial agents to prevent the efficiency of pathogenic microorganisms. Our aim in this study is to show the antimicrobial activities of commercially obtained thyme, rose, centaury and ozone oils against the clinically important bacteria and yeasts. METHODS: The antimicrobial activity of the thyme, rose, ozone and centaury oils were tested against Escherichia coli, Proteus vulgaris, Proteus mirabilis, Stenotrophomonas maltophilia, Enterococcus spp., Acinetobacter baumannii, Streptococcus spp., Citrobacter freundii, Staphylococcus aureus and Candida albicans strains. Disc diffusion method (Kirby-Bauer) was used to show the antimicrobial activity by measuring the zone diameters. RESULTS: Most bacteria include Stenotrophomonas maltophilia (which is only sensitive to a few antibiotics) are found sensitive to the thyme oil. Gram positive bacteria and yeasts found more resistant than the Gram negative bacteria to the thyme oil. Escherichia coli and Staphylococcus aureus found sensitive to the rose oil. The thyme oil and rose oil show an antimicrobial activity against the tested microorganisms. DISCUSSION AND CONCLUSION: CONCLUSION: The thyme oil has a stronger antimicrobial activity than the rose, ozone and centaury oils. Herbal essential oils are candidates to be alternatives in medical applications due to their anti-microbial effects. |
6. | Atriyal Fibrilasyon Tedavisinde Biatriyal Hacim Küçültme Cerrahisi Biatrial Volume Reduction Surgery in Management of Atrial Fibrillation Sefer Usta, Hamit Serdar Başbuğ, Gökhan Özerdemdoi: 10.5505/kjms.2016.22599 Sayfalar 23 - 28 Amaç: Bu çalışmada, atriyum çapları ileri derecede artmış atriyal fibrilasyon (AF) hastalarında, biatriyal hacim küçültme ameliyatlarının etkinliğinin gösterilmesi ve atriyum kütlesindeki azalmanın AF tedavisi üzerindeki etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır. Atriyum küçültmesi, AF hastalarında mitral ve triküspid kapak cerrahisine ek olarak ablasyon işlemi ile birlikte uygulanmıştır. Gereç ve Yöntemler: Mart-2012 ile Ocak-2015 tarihleri arasında mitral ve triküspid kapak patolojisi ile birlikte biatriyal dilatasyonu olan ve tedavisinde mitral ve triküspid kapak cerrahisi ile birlikte biatriyal hacim küçültme operasyonu uygulanan yirmiüç AF hastası çalışmaya dahil edildi. Preoperative ve postoperative veriler retrospektif olarak incelendi. Bulgular: Yirmiüç hastanın, onikisinde triküspid ring annuloplasti, onbir hastada ise DeVega annuloplasti uygulandı. Hastaların tümünde mitral kapak replasmanı (MVR) yapıldı. Biatriyal hacim küçültme tüm hastalara uygulandı. Ortalama preoperatif atrium çapları sol ve sağ sırasıyla 70±20 mm ve 65±21 mm iken, postoperatif sol ve sağ atrial çaplar, sırasıyla 50±14 mm ve 45±8 mm olarak ölçüldü. Postoperatif atriyal çaplarda belirgin azalma sağlandı. Tüm hastalar operasyon sonunda sinüs ritmine döndü. Sonuçlar: AF tedavisinin başarısını etkileyen önemli faktörlerden biri de atrium çapıdır. Elektrofizyolojik çalışmalarda, atriyum boyutlarının kalıcı AF gelişmesinde en önemli faktörlerden biri olduğu gösterilmiştir. Sinüs ritminin yakalanmasında atriyum hacim küçültme ameliyatlarının gerekli olduğunu düşünmekteyiz. Objective: In this study, we aimed to demonstrate the efficiency of biatrial volume reduction surgery and investigate the outcomes of the atrial mass decrease in the treatment of atrial fibrillation (AF) among the patients with a significant increase in atrial diameter. It is performed together with mitral and tricuspid valve surgery together with the ablation procedure in patients with AF. Methods: Between March-2012 and January-2015, twenty-three cases with mitral valvular pathology with coexisting AF and biatrial dilatation treated with biatrial volume reduction operation along with the mitral and tricuspid valve surgery were included the study. Preoperative and postoperative data were retrospectively evaluated. Results: Out of twenty-three patients, twelve patients were applied tricuspid ring annuloplasty and eleven patients were treated with DeVega annuloplasty. Mitral valve replacement (MVR) process was performed in all 23 patients. Biatrial volume reduction was done in all patients. While the preoperative left and right atrial diameters were 70±20 mm and 65±21 mm, the average of postoperative left atrial and right atrial diameters were measured 50±14 mm and 45±8 mm respectively. Sinus rhythm was achieved in all patients at the end of the operations. Conclusion: One of the important factors affecting the success of the treatment of AF is the atrium diameter. The sizes of both atria in the electrophysiological studies are seen as the most important factor for the development of permanent AF. Atrial volume reduction operations are thought to be necessary for the achievement of sinus rhythm. |
7. | Streptozotosin ile Deneysel Diyabet Oluşturulan Sıçanlarda Östrus Siklusunun Değişik Evrelerinde Ovaryum ve Uterus Dokularında Mast Hücrelerinin Dağılımının Histokimyasal ve İmmünohistokimyasal Olarak İncelenmesi Streptozotocin-Induced Diabetic that Histochemical and Immunohistochemical Examination of Mast Cells Distribution in Ovary and Uterus During Different Stages of Estrous Cycle in Rats Ali Eyüp Hayıroğlu, Turan Karaca, Selim Demirtaşdoi: 10.5505/kjms.2016.30074 Sayfalar 29 - 37 AMAÇ: Bu çalışmada, diyabetik sıçanların ovaryum ve uteruslarında mast hücrelerinin dağılımının histokimyasal ve immunohistokimyasal olarak incelenmesi amaçlandı. YÖNTEM: Çalışmada, 64 dişi Wistar Albino sıçan kullanıldı. Denekler, rastgele 4’ü kontrol, 4’ü ise deney grubu olmak üzere toplam 8 gruba ayrıldı (n=8). Deney grubunda diyabet oluşturmak için deneklere 60 mg/kg oranında streptozotosin (STZ) uygulandı. Deney sonunda vajinal smear bulgularına göre menstural siklus evreleri saptanarak her evre için deney ve kontrol gruplarında 8 sıçan işleme alındı. BULGULAR: Toluidine mavisi ile yapılan boyamada, deney grubu ovaryumlarında mast hücreleri en yoğun östrüs, en az ise diöstrüs evresinde tespit edildi. Bununla birlikte diyabetik endometriyumda mast hücresi en fazla metöstrüs, en az ise proöstrüs evresinde gözlemlendi. Triptaz ve kimaz immun boyamasında, kontrol ve diyabetik sıçanlarda, triptaz ve kimaz pozitif mast hücresi en yoğun metöstrüs evresinde tespit edildi. SONUÇ: Sonuç olarak, östrüs siklüsüne bağlı olarak ovaryum ve uterusda mast hücre dağılımının değiştiği ve bu değişimde diyabetin önemli etkisi olduğu tespit edildi. AIM: The objective of this study was to evaluate in the ovary and uterus distribution of mast cells at histochemical and immunohistochemical in the diabetic rats. METHODS: In the present study 64 adult female wistar albino rats were used. Subjects have been randomly separated into 8 different groups, four of which constituted the control group while the remaining four were the actual experimental group. Diabetes was induced by intraperitoneal injection of 60 mg/kg streptozotocin; the control group received physiological saline (5 mL kg–1). At the end of this period, both groups were processed for every cycle after detecting their menstrual cycles according to the vaginal smear findings. RESULTS: Higher mast cell (MC) numbers were observed by toluidine blue staining in ovary of experimental groups, and the least dioestrous phase of the oestrous cycle compared with other diabetic groups. However, the highest mast cells were observed in metoestrous phase, and the least cells pre-oestrous phase of the oestrous cycle. Tryptase and chymase immune staining control and diabetic rats, tryptase and chymase-positive mast cells were the most intense phase of met-oestrous. CONCLUSION: As a result, depending on the estrous cycle, it has changed and that the change in the distribution of mast cells in the ovary and the uterus was found to be a significant impact of diabetes. |
8. | Sıçanlarda ATP-Bağımlı Potasyum Kanal Agonist ve Antagonistlerinin Penisilin ile oluşturulmuş Epilepsi Üzerine Etkileri Agonist and Antagonist Effects of ATP-Dependent Potassium Channel on Penicillin Induced Epilepsy in Rats Yıldız Acar, Recep Özmerdivenli, Şerif Demir, Ersin Beyazçiçek, Seyit Ankaralı, Özge Beyazçiçek, Handan Ankaralıdoi: 10.5505/kjms.2016.63644 Sayfalar 38 - 45 GİRİŞ ve AMAÇ: Epileptik nöbetler, beyindeki uyarıcı ve duraklatıcı sistemler arasındaki dengenin, uyarıcı sistemlerin aktivitelerinin artışı yönünde bozulması sonucunda meydana gelir. İn vitro ve in vivo çalışmalarında, birçok K+ kanal açıcılarının antiepileptik etkisi gösterilmiştir. Bu çalışmada, çeşitli deneysel epilepsi modellerinde etkisi araştırılan KATP kanal agonist (pinasidil) ve antogonistlerinin (glibenklamid) penisilinle oluşturulan deneysel epilepsi modeli üzerindeki akut etkisi araştırıldı YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmada 200-250 gr ağırlığında 32 adet erkek Wistar-Albino sıçan kullanıldı. Deney hayvanları, kontrol, DMSO (dimetil sülfoksit), pinasidil ve glibenklamid olarak dört gruba ayrıldı. Sıçanlar 1,25 gr/kg üretan dozunun intraperitoneal olarak uygulanmasıyla anestezi altına alındı. Sıçanlar anestezi altına alındıktan sonra sol korteks açıldı ve somatomotor alana elektrotlar yerleştirildi. Epileptiform aktivite intrakortikal (i.c.) penisilin (500 IU, 2,5 μl) uygulanmasıyla oluşturuldu. Penisilin uygulamasının 30. dakikasında tüm maddeler (salin, DMSO, pinasidil ve glibenklamid) intraperitoneal 15 (i.p.) olarak uygulandı. Kayıtlardan elde edilen elektrokortikografik (ECoG) veriler yazılım programı ile analiz edildi. Epileptiform aktivitenin diken dalga sıklığı ve diken dalga genliği istatistiksel olarak analiz edildi. BULGULAR: Penisilin ile oluşturulan deneysel epilepsi modelinde pinasidilin diken dalga sıklığını azalttığı (p<0,05), fakat diken dalga genliği üzerinde anlamlı bir etkisinin olmadığı görüldü (p>0,05). Benzer şekilde KATP kanal kapatıcısı olan glibenklamidin ise hem diken dalga sıklığı hem diken dalga genliği üzerine anlamlı bir etkisinin olmadığını bulundu (p>0,05). TARTIŞMA ve SONUÇ: Yapılan çalışmada pinasidil uygulamasının sıçanlarda penisilinle oluşturulmuş deneysel epilepsi modeli üzerinde antiepileptik etkiye sahip olduğu gösterildi. Pinasidil gelecekte potansiyel bir antiepileptik ilaç olabilir. INTRODUCTION: OBJECTIVE: Epileptic seizures occur when the balance between stimulating and inhibiting systems in the brain tends to deterioration in the direction of stimulating systems dominancy. Antiepileptic effect of potassium (K) channel openers has been shown in in vitro and in vivo studies. The purpose of this study is to investigate K ATP channel agonist (pinacidil) and antagonists (glibenclamide) acute effects on experimental epilepsy models. METHODS: In this study 32 adult male Wistar rats weighing 200-250 g were used, and these rats were divided into 4 groups as control (saline), glibenclamide, pinacidil and DMSO (dimethyl sulfoxide). All rats were anesthetized with the dose of 1.25 g/kg urethane, and it was administered to the rats intraperitoneally. After rats were anesthetized, the left part of the cortex was opened and the electrodes were placed on somatomotor area. Epileptiform activity was induced by intracortical (ic) administration of penicillin (500 IU, 2.5 μl). At the 30th minutes of penicillin application, all substances (saline, DMSO, pinacidil and glibenclamide) was injected intraperitoneally (i.p). Obtained electrocorticographic (ECoG) data from recordings were analyzed by software. Spike-wave frequency and spike-wave amplitude of epileptiform activity were analyzed statistically. RESULTS: Results of the study was showed that pinacidil decreases spike-wave frequency in epilepsy model which induced by penicillin (p<0.05), however it does not have any significant effect on spike-wave amplitude of epileptiform activity (p>0.05). Similarly, glibenclamide which is a blocker of KATP channel does not have any significant effect on both spike-wave frequency and spike-wave amplitude of epileptiform activity (p>0.05). DISCUSSION AND CONCLUSION: CONCLUSION: The results of the present study showed that administration of pinacidil has antiepileptic effect in penicillin induced epilepsy model in rats. Pinacidil may be a potential antiepileptogenic drug in future. |
9. | Gebelerde görülen dermatolojik hastalıklar ve bu hastalarda tedavi tercihlerimiz. Türkiye'den bir deneyim: 5 yıllık bir inceleme. The skin findings of pregnant women and our treatment choices. A Turkish experience: a 5-year survey. Salih Levent Çinar, Demet Kartal, Semih Zeki Uludağ, Mehmet Dolanbay, Ragıp Ertaş, Atıl Avcı, Murat Borludoi: 10.5505/kjms.2016.93063 Sayfalar 46 - 52 Giriş ve Amaç: Son yıllarda dermatoloji polikliniğine başvuran gebe sayısı artmıştır. Bu da beraberinde bu hastalara özel bir yaklaşım zorunluluğunu getirmiştir. Gebe bir hastaya dermatolojik olarak yaklaşabilmek için klinisyenlerin gebelikte görülen dermatolojik hastalıkları iyi bilmesi gerekmektedir. Gebeler ve gebelik düşüncesi olanlar ayrıcalıklı olarak gözden geçirilmelidir. Bu çalışmadaki amacımız gebelerde görülen deri hastalıklarını incelemek ve şehrimizdeki dermatologların bu hasta grubunda tercih ettiği tedavileri belirlemekti. Yöntem: Kliniğimize başvuran 697 hasta retrospektif olarak değerlendirmeye alındı. Bu hastalara verilen tanılar ve reçetelendirilen ilaçlar analiz edildi. Bulgular: Gebe hastalarda en sık görülen hastalıklar kaşıntı, ürtiker, akne ve kontakt dermatit olarak bulundu. Bu hastalara çoğunlukla topikal tedaviler reçete edilmişti. Sistemik tedavilerden en sık tercih edilenler antihistaminikler, steroidler ve antibakteriyellerdi. Bu sistemik tedaviler sırası ile 195, 148 ve 87’şer defa reçete edilmişti ve gebe hastalarda yazılan sistemik tedavilerin yaklaşık % 96’sını oluşturuyorlardı. Sonuç: Gebelik çok sayıda dermatolojik hastalığın görülmesi ile kendine özgü bir dönemdir. Aynı zamanda gerek anne gerek de fetüs açısından çok hassas bir dönemdir. Bu nedenlerden dolayı doktorlar bu hasta grubunda genellikle topikal tedavileri tercih etmektedirler. Bu çalışma bölgemizdeki dermatologlarının gebe hastalarda tedavi tercihlerini göstermesi açısından yol göstericidir. Background: The number of pregnant women applying to dermatology outpatient clinics has increased. This has brought to notice the need for a specialized approach. In order to deal with pregnant women and their diseases, one must have a good knowledge of the skin disorders of pregnancy. Pregnant women and women who are considering pregnancy should be treated exclusively. Objective: Our aim was to evaluate the skin disorders of the pregnant women and to establish the treatment choices of dermatologists in our city when their patients were pregnant women. Methods: Six hundred and ninety seven pregnant women who applied to the outpatient clinics were included in the study. Their diagnoses and the medications which are prescribed to them are retrospectively analyzed. Results: Pruritus, urticaria, acne and contact dermatitis were the most common diagnoses. Mostly topical medications were prescribed by the dermatologists. Among the systemic therapies antihistamines, steroids and antibacterials were prescribed 195, 148 and 87 times respectively which account for almost 95.98% of all systemic medications. Conclusion: Pregnancy is a unique period with a different range of dermatological diseases. It is also a vulnerable stage in terms of both the mother and the fetus. That’s why the physicians generally choose topical therapies. Our study is an instructive one, showing the therapy preferences of dermatologists in our city when their patients are pregnant women. |
DERLEME | |
10. | Akciğer Kanserindeki Ağrıyı, Tedavi Edici Önlem ve Yaklaşımlara Güncel bir Bakış Açısı A Contemporary Perspective on Therapeutic Measures and Approaches to Pain Management in Lung Cancer Hande Türker, Çetin Kürşad Akpınar, Meftun Ünsaldoi: 10.5505/kjms.2016.83788 Sayfalar 53 - 57 Akciğer kanseri dünyadaki en yaygın kanser türüdür ve hastaların %80-90’ı tanıda bir yıl sonra ölmektedir. Akciğer kanserinin kesin tanısı genellikle zordur ve bazende imkansızdır. Kanser hastalarının yaşam kalitesinin iyileştirilmesi için palyatif tedbirler olarak seçilen önlemler ve tedavi yöntemleri kesin tedavi kadar önemlidir. Ayrıca akciğer kanseri orta ve şiddetli ağrıya neden olur, ama bu karmaşık sorun ufak ölçüde bilinmektedir. Bu derlemenin amacı, akciğer kanseri ile ilişkili ağrı için mevcut tedavi yöntemlerini vurgulamak ve tedavinin çalışma ve yönetimi daha geniş bir bakış açısı ile önermektir. Lung cancer is the commonest malignancy worldwide, and 80–90% of patients die within one year of diagnosis. Since it is usually very difficult and sometimes impossible to cure lung cancer radically, the precautions and therapy modalities chosen as palliative measures for the improvement of quality of life of the cancer patient become more important than the curative treatments. Lung cancer also commonly induces moderate to severe pain, but little is known of the extent of this complex problem. The aim of this review is to highlight current treatment modalities for the pain associated with lung cancer and to suggest a broader perspective in its study and management. |
11. | Uzun Süre Hastanede Yatan Hastalarda Malnütrisyon Malnutrition in Long-term Hospitalized Patients Gülsün Özdemir Aydın, Nuray Turan, Hatice Kayadoi: 10.5505/kjms.2016.73792 Sayfalar 58 - 61 Uzun süre hastanede yatan bireylerde malnütrisyon önemli bir sorundur. Enfeksiyon, kas kaybı, yara iyileşmesinde gecikme, hastane kalış süresinde uzama, morbidite ve mortalite oranlarında artışa neden olmaktadır. Malnütrisyon bu kadar ciddi bir sorun olmakla birlikte uygulamaya bakıldığında tanılanması, önlenmesi ve tedavisine yeterince önem verilmediği görülmektedir. Bu bağlamda sağlık ekibi içerisinde malnütrisyona ilişkin farkındalığın arttırılması klinik önem göstermektedir. Malnutrition is a very serious problem in long term hospitalized patients. Malnutrition is associated with negative outcomes for patients, including higher infection and complication rates, increased muscle loss,impaired wound healing, longer hospital stays, and increased morbidity and mortality. Despite the seriousness of malnutrition, there is not enough emphasis on its diagnosis, prevention and treatment. In this context, increasing the awareness of malnutrition would have positive clinical results. |
OLGU SUNUMU VEYA SERISI | |
12. | Nitrojen bazlı gübreye mesleki maruziyet: Ağır bir irritant kontakt dermatit olgusu Occupational exposure to the nitrogen based fertilizer: A severe case of irritant contact dermatitis Ömer Faruk Elmas, Okan Kızılyel, Mahmut Sami Metin, Handan Bilen, Mustafa Atasoydoi: 10.5505/kjms.2016.59354 Sayfalar 62 - 63 Nitrojen kriyobiyoloji, kriyoterapi ve tarımda kullanılan kimyasal bir maddedir. Burada, çilek yapraklarına kullanılan nitrojen bazlı gübreye maruz kalınması sonrası her iki bacağında ciddi büllöz lezyonları gelişen, 19 yaşında erkek çiftçi olgusunu sunduk. Literatürde gübrenin tetiklediği kontakt dermatitler çok nadirdir. Bu olguda mesleki gübreye temasın önlenmesinin önemini vurgulamak istedik. Nitrogen is a chemical substance used in cryobiology, cryotherapy and agriculture. Here, we have reported a case of 19-years-old male farmer that developed severe bullous lesions on both of his legs after occupational exposure of nitrogen based liquid fertilizer through the strawberry leaves. Fertilizer induced contact dermatitis has extremely rare been reported in the literature. We have highlighted the importance of protection from occupational exposure to the fertilizers in this case. |
13. | Inheritance of Factor VII and Protein S Deficiency Together with Factor V Leiden Mutation Zafer Bıçakcı, Lale Olcaydoi: 10.5505/kjms.2016.18894 Sayfalar 64 - 68 Homozygous or heterozygous mutations of factor V Leiden (FV Leiden) and the thrombophilic factors like protein S deficiency are associated with venous or arterial thrombosis. In these patients, thrombosis may be seen even in the presence of coexistent congenital disorders of bleeding. Factor VII (FVII) deficiency is a rare autosomal recessive disorder of blood coagulation. When FVII deficiency occurs in combination with thrombophilic mutations, the symptoms of hemorrhagic diathesis are alleviated, like in other inherited hemorrhagic disorders. Herein, a 5-year-old and a 7-year-old, an asymptomatic sister and brother who respectively had 2 (FV Leiden mutation and protein S deficiency) and 1 (FV Leiden mutation) thrombophilic factors coexistent with FVII deficiency, are presented. The levels of FVII were 36% (N: 55%-116%) in the sister and 38% (N: 52%-120%) in the brother. FV Leiden mutation was homozygous and heterozygous in the sister and the brother, respectively. The protein S activity was 47% (N: 54%-118%) in the sister and normal in the brother. Familial work-up revealed FV Leiden mutation (heterozygous) in both parents and protein S deficiency in the mother [51% (N: 55%-160%)]. The paternal grandmother, who had died due to myocardial infarction, was learned to have had FVII deficiency. Neither of the siblings nor the grandmother had hemorrhagic diathesis. Even children with moderately decreased FVII levels may present with bleeding symptoms. Therefore, we think that the absence of hemorrhagic diathesis in our patients can be attributed to coinheritance of thrombophilic factors (protein S deficiency and/or FV Leiden mutation). |
14. | Ağır Akciğer hastalığının Eşlik Ettiği Abdominal Aorta Anevrizması Olgusunda Epidural Anesteziyle Endovasküler Tedavi Epidural Anesthesia and Endovascular Repair of Abdominal Aortic Aneurysm Case Presenting With Severe Pulmonary Disease Ahmet Şen, Başar Erdivanlıdoi: 10.5505/kjms.2016.46503 Sayfalar 69 - 71 Endovasküler cerrahi, abdominal aort anevrizmalarının tedavisini kolaylaştırmaktadır. Bunun sonucunda, ek hastalıkları olan pek çok hasta ameliyat edilmektedir. Bu tür hastaların anestezileri, kendilerine özgü sorunlara yönelik planlanmalıdır. Endovasküler abdominal aortik anevrizma onarımı planlanan, ağır obstrüktif akciğer hastalığı olan bir olguda anestezi yönetimimizi sunmayı amaçladık. Endovascular surgery simplifies repair of abdominal aortic aneurysms. As a result, many patients with comorbidities are being operated. Anaesthetic plan of such patients should be planned according to their specific conditions. We aimed to describe the anesthetic management of a patient with severe obstructive pulmonary disease scheduled for endovascular abdominal aortic aneurysm repair. |
15. | Böbrek Nakli Sonrası Gelişen Vezikoüreteral Reflü Olgusunda Tedavi Seçimi Treatment Selection for a Vesicoureteral Reflux Case following Renal Transplantation Mehmet Erikoğlu, Halil İbrahim Taşcı, Mehmet Balasar, Mesut Pişkindoi: 10.5505/kjms.2016.56933 Sayfalar 72 - 74 Böbrek nakli yapılmış hastaların önemli bir kısmında ürolojik komplikasyonlar gelişmektedir. Gelişen bu ürolojik komplikasyonlar nakil sonrası greft fonksiyonunda gecikme, greft kaybı gibi morbiditelerin ve mortalitenin en önemli sebeplerindendir.57 yaşında erkek hastada kadaverik böbrek nakli sonrasında vezikoüreteral reflü gelişti. Tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonu ve greft fonksiyonlarında bozulmaya yol açması nedeni ile öncelikle subüreterik enjeksiyon denedi; fakat başarılı olmaması üzerine açık prosedürle üreteroneosistostomi işlemi tekrarlandı. Hasta ameliyat sonrası 10. Ayında ve takipleri problemsiz olarak devam ediyor. Sonuçta idrar yolu enfeksiyonu ve greft fonksiyonlarında bozulmaya yol açan VUR sonrasında öncelikle daha az invazif bir yöntem olan endoskopik yöntemler tercih edilebilirken, başarısız enjeksiyon; ya da ileri evre vakalarda açık cerrahi prosedürün tercih edilmesi uygun bir yaklaşım olarak görülmektedir. The vast majority of renal transplant patients suffer from urological complications. These urological complications account for the most important causes of morbidity and mortality cases such as delay in graft functions and graft loss following transplantation.57-year-old male patient contracted vesicoureteral reflux (VUR) following cadaveric renal transplantation. Initially subureteric injection was tried because of recurrent urinary tract infection and impairment of graft functions but open procedure ureteroneocystostomy was repeated since the injection failed to produce results. The patient is currently in his post-op month 10 and his follow-ups revealed no problems thus far.While less invasive methods such as endoscopic procedures can primarily be selected for the treatment of VUR, which leads to urinary tract infections and impairment in graft functions subsequently, open surgical procedures are considered to be an appropriate approach for failed injection or advanced stage cases. |
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.
Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı
Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye
Telefon: +90 474 225 11 92 - 93 Faks: +90 474 225 11 96
e-mail: edit.tipdergi@gmail.com