Kafkas J Med Sci: 7 (2)
Cilt: 7  Sayı: 2 - 2017
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
İçme Sularındaki Mikro Element Düzeylerinin Adölesan Vücut Kompozisyonlarına Etkisi
The Effect of Micro Element Levels in Drinking Water on Adolescent Body Composition
İhsan Çetin, Aydan Nazik, Mahmut Tahir Nalbantçılar, Kezban Tosun
doi: 10.5505/kjms.2017.13471  Sayfalar 91 - 96
Amaç: İçme suyu element içeriğinin, toplam enerji alımını azaltarak ya da metabolizmada değişikliğe neden olarak kilo alımına veya kilo kaybına neden olabileceği kanıtlanmıştır. Araştırma içme suyu mikro element düzeyleri ile çocukların vücut element kompozisyonları arasındaki ilişkinin incelenmesi amacıyla yapıldı.
Materyal ve Metot: Araştırmada 13–18 yaş aralığında, vücut kütle indeksi (VKİ) referans değerleri ve persentil eğrilerine göre normal, kilolu ve obez olarak 20’şer kişilik üç gruba ayrılan 60 kızdan oluşmuştur. Çocukların vücut kompozisyonları, biyoelektrik impedans cihazı; içme suyundaki demir (Fe), bakır (Cu), kobalt (Co), selenyumu (Se) içine alan mikro element düzeyleri indüktif eşleşmiş plazma kütle spektrometre cihazı kullanılarak ölçüldü.
Bulgular: İçme suyu Fe ve Co seviyeleri, çocuklara ait VKİ, kas ağırlığı değerleri ile istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0,05). İçme suyu Se düzeyleri, vücut yağ kütlesi ve yağ yüzdesi değerleri ile istatistiksel olarak anlamlı bulunmadı (p>0,05).
Sonuç: İçme suyu Fe ve Co’ın yüksek düzeyleri ile Se elementi düşük düzeylerinin adölesan çocuklarda obezite gelişimi açısından büyük bir risk oluşturabilir. Ancak, Fe, Co ve içme suyu Se düzeyleri ve çocuklarda bu elementlerin serum düzeyleri arasındaki ilişki hala belirsizdir. Bu nedenle, çocuklarda obezite gelişimi açsından mikro elementlerin etkisini aydınlatmak için daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Aim: It has been proven that element content of drinking water may cause weight gain or weight loss through reducing the total energy intake or changes in metabolism. However, there is no research investigating the association between levels of micro element concentrations in drinking water and body composition of children. Therefore, we aimed to examine the relationship between micro elements levels in drinking water and body composition of children.
Material and Method: The study population consisted of 60 participants of three groups: 20 overweight, 20 obese, and 20 healthy control children, aged between 13–18, and grouped according body mass index (BMI) and percentile curves. Body composition measurements were performed with the bioelectric impedance device. Micro elements levels in drinking water including iron (Fe), Cupper (Cu), cobalt (Co) and selenium (Se) were measured by using inductively coupled plasma mass spectrometry.
Results: Fe and Co levels in drinking water showed statistically significant positive correlations with BMI, muscle mass values of the children. On the other hand, Se content of drinking water showed statistically significant negative correlations with body fat mass and fat percentage in children.
Conclusion: High levels of Fe and Co, and low levels of Se in drinking water may pose great risk to children with the age range 13–18 in terms of developing obesity. However, the relationship between Fe, Co, and Se levels of drinking water and serum levels of these elements in children remains unclear. Therefore, further research is needed in order to lighten up the effect of micro elements in obesity development in children.

3.
Androjen Reseptörünün SIRT2 ile Diasetilasyonu ve Bundaki Eksiklik Prostat Kanseri Patojenite ve İlerlemesini Uyarır
Deacetylation of Androgen Receptor by SIRT2 and its Dysregulation Promotes Pathogenesis and Progression of Prostate Cancer
Özkan Özden
doi: 10.5505/kjms.2017.17894  Sayfalar 97 - 101
Amaç: Bu çalışmanın amacı, aktivitesi prostat kanseriyle yakın ilişkili olan androjen reseptörünün (AR), NAD+’ye bağımlı ve yaşlanmayla alakalı bir protein olan sirtuin2 (SIRT2) tarafından posttranslasyonel olarak düzenlenmesini araştırmaktır.
Materyal ve Metot: İmmunolojik çökeltme-Western blot teknikleriyle AR ve SIRT2 arasındaki etkileşim 293T ve LNCaP hücre kültürlerinde incelenmiştir. İlaveten, saflaştırılmış SIRT2 ve AR proteinleriyle in vitro diasetilasyon çalışmaları yapılmıştır.
Bulgular: SIRT2 geni uzaklaştırılmış farenin prostatındaki AR aşırı derecede asetile edildi. İn vitro ve in vivo etkileşim deneyleri SIRT2’nin AR’la fiziksel etkileşim gösterdiğini ortaya çıkarttı. Son olarak, SIRT2, AR’ı in vitro koşullarda diasetile etti.
Sonuç: SIRT2, AR ile etkileşim kurup onu diasetile etti. AR’a bağlanan diğer proteinler ve onun düzenlenmesinin moleküler mekanizmasını tanımlamak, prostat kanserinin patojenitesini anlamak açısından büyük bir öneme sahiptir. SIRT2’yi küçük moleküller aracılıyla aktive etmek prostat kanserinin engelleme, tedavi etme veya gelişimini yavaşlatmak açısından klinik öneme sahip olabilir.
Aim: The purpose of the study was to investigate whether the androgen receptor (AR) whose activity is closely associated with prostate cancer is post-translationally regulated by a NAD+ dependent and aging associated protein, sirtuin2 (SIRT2).
Material and Method: Immunoprecipitation-Western blotting was conducted to examine the association of the AR and SIRT2 in cultured 293T and LNCaP cells. In addition, we performed in vitro deacetylation assays using purified SIRT2 and AR proteins.
Results: SIRT2 gene removal mouse prostate had hyper-acetylated the AR. In vitro and in vivo interaction assays revealed that SIRT2 physically interacted with the AR in prostate cancer cell line LNCaP. Finally, SIRT2 deacetylated the AR in vitro conditions.
Conclusion: SIRT2 interacted with the AR and deacetylated it. Identifying partners of the AR and molecular mechanisms of its regulation is curial for understanding the pathogenesis of prostate cancer. Using small molecules to activate SIRT2 might be an important clinical approach to prevent, treat or delay the prostate cancer progression.

4.
Polikistik Over Sendromlu ve Normal Menstrüel Sikluslu Kadınlarda İnsülin Duyarlılığı Düzeylerinin Kıyaslanması
Comparison of Insulin Sensitivity Levels in Women with PCOS and Women with Regular Menses
Özgür Yılmaz, Halil Gürsoy Pala, Burcu Artunç Ülkümen
doi: 10.5505/kjms.2017.24582  Sayfalar 102 - 106
Amaç: Polikistik over sendromu (PKOS)’un patofizyolojisi tam olarak anlaşılamamıştır. Bununla beraber insülin direncinin sendromun gelişmesinde merkezi bir rolü olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada insülin duyarlılığı durumunu yansıtan non-invaziv kantitatif insülin duyarlılığı hesaplama indeksi’ nin (quantitative insulin sensitivity check index-QUICKI) değerlerini PKOS’u olan ve adet düzeni normal olan kadınlar arasında karşılaştırıldı. Ayrıca bu indeksin klinik pratikte PKOS daki insülin duyarlığı/direnci durumundaki kullanılabilirliğinin incelenmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Retrospektif olarak 50 PKOS’lu kadın ile adet düzeni normal olan, 50 sağlıklı kadın yaş ve vücut kitle indeksi kıyaslamalı incelendi. Serum açlık glukoz, insulin ve testosteron konsantrasyonları değerlendirildi. QUICKI ve insulin direncinin homeostasis model değerlendirmesi (homeostasis model assessment of insulin resistance-HOMA-IR) indeksleri hesaplandı.
Bulgular: Her iki grup arasında QUICKI (PKOS grubu=0,329±0,022 ve kontrol grubu=0,333±0,019; p=0,39) ve HOMA-IR (PKOS grubu= 3,057±1,468 ve kontrol grubu=2,717±1,037; p=0,184) yönünden anlamlı fark bulunmadı. QUICKI ile serum açlık glukoz konsantrasyonları (p=0,136) ve serum testosteron konsantrasyonları (p=0. 227), arasında anlamlı korelasyon saptanmaz iken; hem serum açlık insülin konsantrasyonları (r=-0,925, p<0,001), hem de HOMA-IR (r=-0,95, p<0,001), arasında anlamlı negatif korelasyon saptandı.
Sonuç: PKOS’lu kadınlarda insülin duyarlılığı değerlendirilmesi gereken bir klinik durumdur. PKOS’da ülkemize ait insülin duyarlılığı/ direnci durumlarını yansıtan güvenilir eşik değerleri halen mevcut değildir. Bundan ötürü ilerideki çalışmaların PKOS’daki insulin duyarlılığını prospektif olarak ortaya koyması önerilmektedir.
Aim: Although pathophysiology of polycystic ovary syndrome (PCOS) has not been fully understood, it has been suggested that decreasing insulin sensitivity may have a pivotal role in this disorder. In this study it was aimed that as a non invasive technique, quantitative insulin sensitivity check index-(QUICKI) levels which has reflected the insulin sensitivity status, were compared in women with PCOS and regular menses. Additionally, we evaluated whether this index may have been used in clinical practice of PCOS. Material and Method: Fifty women with PCOS and fifty age and body mass index matched healthy women with regular menses were retrospectively evaluated. Serum fasting glucose, insulin and testosterone concentrations were assessed. QUICKI and homeostasis model assessment of insulin resistance (HOMA-IR) indice was calculated.
Results: There were no significant differences in between two groups according to both QUICKI (PCOS group=0.329±0.022 vs. Control group=0.333±0.019; p=0.39) and HOMA-IR (PCOS group=3.057±1.468 vs. Control group=2.717±1.037; p=0.184). QUICKI was not significantly correlated with glucose (p=0.136) and testosterone levels (p=0.227), whereas significantly negative correlated with both insulin (r=-0.925, p<0.001), and HOMA-IR (r=-0.95, p<0.001).
Conclusion: Insulin sensitivity which should be appreciated a clinical condition in women with PCOS. In our country reliable reference ranges of insulin sensitivity/resistance status in PCOS still have not avaible. Therefore, it was suggested that advanced studies should prospectively execute the cut of values of insulin sensitivity in PCOS.

5.
Pelvik Organ Prolapsuslu Olgularda Semptomatoloji
Symptomatology in Cases with Pelvic Organ Prolapse
Yakup Baykuş, Rulin Deniz, Ebru Çelik Kavak
doi: 10.5505/kjms.2017.24654  Sayfalar 107 - 110
Amaç: Pelvik organ prolapsusu nedeniyle vajinal histerektomi yapılan olguların başvuru sırasındaki semptom ve şikayetlerinin incelenmesi. Materyal ve Metot: Ocak 2010-Aralık 2015 tarihleri arasında vajinal histerektomi yapılan pelvik organ prolapsuslu hastaların dosya kayıtlarından semptom ve şikayetleri araştırıldı.
Bulgular: Toplam 127 olgunun %22’sinde üriner (n: 28), %8,6’sında seksüel (n: 11), %6,3’ünde defekasyonla ilgili problemler, %15,7’sinde ağrı (n: 20), %36,2’sinde anatomik problemler (n: 46), %10,2’sinde vajende dolgunluk hissi (n: 13) ve bir olguda (%0,8) tekrarlayan tedaviye dirençli vajinal akıntı semptom ve şikayetleri mevcuttu.
Sonuç: Pelvik organ prolapsuslu olgular başta anatomik problemler olmak üzere, üriner, seksüel, defekasyonla ilgili problemler ve ağrı şikayetleriyle başvurabilmektedir. Olguların bu şikayetleri açısından sorgulanmaları ve bir bütün halinde değerlendirilmeleri gerekmektedir.
Aim: To investigate the complaints and symptoms of the cases who undergone vaginal hysterectomy because of pelvic organ prolapsus at the administration to the hospital.
Material and Method: The symptoms and complaints of the patients who undergone vaginal hysterectomy because of pelvic organ prolapsus between January 2010 and December 2015 were evaluated from file records.
Results: 22% of totally 127 case had urinary tract (n: 28), 8.6% sexually (n: 11), % 6.3 defecation problems, % 15.7 had pain (n: 20), 36.2% had anatomical problems (n: 46), 10.2% feeling of fullness in the vagina (n: 13) and in one case (0.8%) recurrent treatment-resistant vaginal discharge was present.
Conclusion: The cases with pelvic organ prolapsus had problems and complaints including pain, urinary, sexual, defecation and anatomical problems at the administration. Cases that should be asked for the complaints and the asses as a whole.

6.
Non Q, Non ST Elevasyonlu Myokard Enfarktüslü ve Stabil Olmayan Anjina Pektorisli (USAP) Hastalarda Miyokard Performans İndeksi (MPİ) ile C-reaktive Protein (CRP) ve Ortalama Trombosit Hacmi (MPV) Arasındaki İlişkinin İncelenmesi
Investigation of Relation Between Myocardial Performance Index (MPI), C Reactive Protein (CRP), Mean Platelet Volume (MPV) at Non Q Non ST Elevated Myocard Infection and Unstable Angina Pectoris (USAP) Patients
Eray Atalay, Mehmet Burak Aktuğlu, Mustafa Velet
doi: 10.5505/kjms.2017.35403  Sayfalar 111 - 116
Amaç: Kardiyovasküler açıdan prognozu etkileyici bir risk faktörü olarak düşünülen (myokard performans indeksi) MPİ’nin CRP ve MPV ile arasındaki ilişkisini araştırmak.
Materyal ve Metot: Çalışmaya koroner yoğun bakım ünitesine kabul edilen non Q non ST elevasyonlu MI tanısıyla yatırılan 35 hasta alındı. Bulgular: Kadın hastaların CRP değerleri, erkek hastaların boyları ve bayan hastaların EF değerleri istatiksel anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0.030). Ayrıca tüm bu sonuçların dışında sonuç değişkenin MPI olarak ele alındığı, çalışmada ölçülmüş olan tüm değişkenlerin birlikte veya değişik kombinasyonlarda denendiği çoklu doğrusal regresyon modellerinin hiçbirinde anlamlı bir ilişkiye rastlanmadı.
Sonuç: MPİ ile CRP ve MPV arasında korelasyon bulunmamıştır. Aynı zamanda MPİ ile HT, diyabet, yaş, EF, boy arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı. Bunun nedeni olarak hastaların akut dönemde takip edilmiş olup, kronik dönemde takip edilmemiş olması ya da hasta sayısı ön planda ana neden olarak düşünülmektedir.
Aim: Aim of this study is to investigate the relationship between myocardium performance index (MPI) which is considered as cardiovascular prognosis effecting factor and CRP, MPV.
Material and Method: 35 patients with non Q non ST elevation MI diagnosis who admitted to coronary intensive care unit has been participated at this study.
Results: Women patients’ CRP, men’s height and EF values of women were statistically relevant (p=0.030). Multiple linear regression models with MPI as result variable did not show stastically relevant relations.
Conclusion: In this study there is no correlation between MPI, CRP and MPV. Also there was no stastically relevant correlation between MPI, HT, DM, age and EF. Patients’ follow up was made at acute period but chronic period follow up had not been continued, this condition could cause these correlations, also patient number could have an effect.

7.
ST Segment Yüksekliği Olmayan Miyokard İnfarktüsü Hastalarında Nötrofil/Lenfosit Oranı ile SYNTAX ve SYNTAX II Skorları Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi
Assessment of Relationship Between SYNTAX and SYNTAX II Scores and Neutrophil/Lymphocyte Ratio in Patients with Non-ST Segment Elevation Myocardial Infarction
İbrahim Rencüzoğulları, Yavuz Karabağ, Metin Çağdaş, Süleyman Karakoyun, Mahmut Yesin, İnanç Artaç, Doğan İliş, Bahattin Balcı
doi: 10.5505/kjms.2017.47587  Sayfalar 117 - 123
Amaç: ST segment yüksekliği olmayan miyokard infarktüsü (NSTEMİ), koroner arter hastalarının (KAH) en sık prezantasyonlarından biridir. Syntax II skoru kompleks KAH olan hastaların mortalitesini predikte etmek için son zamanlarda geliştirilmiş iki anatomik ve altı klinik değişken içeren bir skorlama sistemidir. Nötrofil/lenfosit oranı (NLR) temel olarak bazal inflamatuvar cevabı yansıtan bir parametredir. Bu çalışmada; NSTEMİ hastalarında NLR ile KAH şiddeti arasındaki ilişkiyi Syntax skoru (SS) ve Syntax II skorunu (SSII) kullanarak araştırmak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Şubat 2015 ile Haziran 2016 tarihleri arasında Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başvuran ve koroner anjiyografi (KAG) uygulanan ardışık toplam 271 NSTEMİ hastası çalışmaya dahil edildi. Hastalardan periferik venöz kan alındı ve bu kanlardan NLR dahil bazı kan parametleri, biyokimyasal parametreler ile kardiyak biyobelirteçler çalışıldı. SS ile SSII hesaplandı.
Bulgular: Çalışma grubu 194 NSTEMI hastasından (ort. yaş: 65 ± 12; %37.6 bayan hasta) oluştu. Daha öncesine ait SSII ile ilgili sınıflama olmaması nedeni ile hastalar medyan SSII değerine göre 2 gruba bölündü (SS II≤ 31.5 düşük skorlu grup [n = 97] ve >31.5 yüksek skorlu grup [n = 97]). SSII yüksek skorlu grupta NLR, SSII düşük skorlu gruba göre anlamlı olarak daha yüksekti (3.22 (2,30- 4,86) vs 4.05 (2,83-7,21) p=0,004). NLR ile SS arasında korelasyon bulunmazken (r=0.023, p=0.759), NLR ile SSII korele olarak izlendi (r=0.218, p=0.002). NLR’ nin SS ile korelasyonun bulunmayıp SSII ile korelasyonun bulunması nedeni ile NLR’ nin SSII bileşenleri ile korelasyon analizi yapıldı. Yapılan analizinde; NLR, sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu (r=-0.161, p=0.026) ve kreatin klirensi ile ilişkili olduğu izlendi (r=-0.161, p=0.025). Ancak NLR SSII’nin diğer parametrik değişkenleri ile ilişkili değildi.
Sonuç: Sonuç olarak çalışmamızda NLR, SS ile ilişkili olmayıp, SSII ile ilişkilidir. Yüksek NLR, SSII yüksek skorlu hastaları predikte edebilir ve SSII’yi predikte etmesi anatomik skor sisteminden ziyade komorbiditeler ile alakalıdır.
Aim: Non ST segment elevation myocardial infarction (NSTEMI) is one of the most common presentations of coronary arterial disease (CAD). Syntax II score (SSII) is a recently developed scoring system consisting two anatomical and six clinical variables which is used to predict mortality of patients with complex CAD. Neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) basically shows basal inflammatory response. The aim of our study was to evaluate the relationship between NLR and CAD severity using Syntax score (SS) and SSII in NSTEMI patients.
Material and Method: Consecutive 271 NSTEMI patients who referred to Kafkas University between February 2015 and June 2016 and underwent coronary angiography have been included in this study. Peripheral venous blood samples were taken from all patients. Hemogram parameters including NLR, biochemical parameters and cardiac biomarkers were evaluated. SS and SSII were calculated from recorded coronary angiograms.
Results: The study population consisted of 194 NSTEMI patients. Due to the fact that there was no definitive previous classification of SSII, the patients were divided into 2 groups according to median SSII value. (SSII<31.5 low score group [n=97] and >31.5 high score group [n=97]. NLR was significantly higher at SSII high score group than low score group 3.22 (2.30-4.86) vs 4.05 (2.83-7.21) p=0.004). While there was no correlation between NLR and SS (r=0.023, p=0.759), there was a correlation between NLR and SSII (r=0.218, p=0.002). Therefore correlation analysis was performed between NLR and SSII components. Our analysis demonstrated that there was a correlation between NLR and left ventricular ejection fraction (r=-0.161, p=0.026), as well as between NLR and creatinine clearance (r=-0.161, p=0.025). However, there was no correlation with other parametric components of SSII.
Conclusion: Our study demonstrated that there was a correlation between NLR and SSII, but no correlation between NLR and SS. High NLR can predict that patients have high SSII scores, and this prediction is related to comorbidities rather than anatomical score system.

8.
Yatarak Tedavi Gören Psikiyatri Hastalarında Beden Dismorfik Bozukluğu Yaygınlığı ve Özellikleri: Edirne/TÜRKİYE’de Kesitsel Bir Araştırma
Prevalence and Clinical Features of Body Dismorphic Disorder on Psychiatric Inpatients: A Cross-sectional Study in Edirne/TURKEY
Yasin Taşdelen, Yüksel Kıvrak, Mehmet Aşoğlu, Rugül Köse Çınar, Ercan Abay
doi: 10.5505/kjms.2016.50469  Sayfalar 124 - 129
Amaç: Beden dismorfik bozukluğu (BDB), klinik olarak belirgin sıkıntı yaratan veya işlevselliğin önemli alanlarında bozukluğa yol açan, kişinin görünüşündeki hayali bir kusur ile artmış zihinsel uğraşın varlığı ile karakterizedir. Yatarak tedavi gören psikiyatri hastalarında BDB yaygınlığını ve klinik özelliklerini belirlemeyi amaçladık.
Materyal ve Metot: Kliniğimizde çeşitli nedenlerle yatarak tedavi gören hastalar değerlendirildi. Çalışmaya katılan her hasta tarafımızdan hazırlanan sosyodemografik veriler ve BDB ile ilgili sorulardan oluşturduğumuz anket formu, Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis I Disorders DSM-IV Eksen I Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-I) ve II. Eksen Kişilik Bozuklukları İçin Yapılandırılmış Klinik Görüşme (SCID-II) kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Yatarak tedavi gören psikiyatri hastalarında BDB yaygınlığını %7 olarak tespit edildi. BDB’li hastaların tamamında görünüm endişesi, ayna kontrolü, kusurlu bulduğu bölgeyi gizleme davranışı, görünüm endişesi ile ilgili olarak bir saatten fazla zaman harcama davranışı ve kişilik bozukluğu olduğu, ayrıca hiçbir BDB’lu hastanın sorulmadıkça BDB ile ilgili belirtiyi söylemediği ve hiç birinin BDB teşhisinin tedaviyi yürüten ekipçe koyulamadığı bulundu.
Sonuç: Yatarak tedavi gören pskiyatri kliniği hastalarında BDB nispeten yaygın bir hastalıktır. Bu duruma rağmen teşhis edilememektedir. Bdb ye yönelik görünüm endişesi yanında kolayca sorgulanabilecek sorularla inceleme BDB teşhis oranını artırabilir.
Aim: Body dysmorphic disorder (BDD) is characterized by the presence of an imaginary defect of oneself and an increased mental occupation which causes either an impairment in functionality or clinical distress. The aim of our study was to detect BDD prevalence and its clinical features in hospitalized psychiatric patients.
Material and Method: Hospitalized patients in our clinics were evaluated. All the patients in our study were evaluated by using a questionnaire that was prepared in accordance with the BDD literature by the authors, a sociodemographic data form, Structured Clinical Interview for DSM-IV Axis I Disorders (SCID-I) and Structured Clinical Interview for Axis II Disorders (SCID-II).
Results: BDD prevalence was found to be 7% in hospitalized psychiatric patients. It was also observed that all patients with BDD had self-image anxiety, had mirror checking behaviour, tended to camuflage the perceived defect, spent more than one hour in selfimage anxiety and had personality disorders. Howeve, none of the BDD patients ever mentioned any symptoms related to BDD unless they were asked and none of them had been diagnosed with BDD by the psychiatric team who were treating them.
Conclusion: BDD is relatively common in hospitalized psychiatric patients. Therefore most BDD patients are not diagnosed. BDD diagnosis rate might be improved by questioning BDD as well as inspecting self-image anxiety.

9.
Lomber Disk Hernili Hastalarda Perkütan Lazer Disk Dekompresyonunun Etkinliği
Efficacy of the Percutaneous Laser Disc Decompression in Patients with Lumbar Disc Herniation
Mustafa Kemal İlik
doi: 10.5505/kjms.2017.57855  Sayfalar 130 - 133
Amaç: Bu çalışmanın amacı lomber disk hernisine bağlı bel ağrısı ve radikülopatisi olan hastalara uygulanan Perkütan Lazer Disk Dekompresyonu’nun etkinliğini ve güvenliğini araştırmaktır.
Materyal ve Metot: Çalışma Perkütan Lazer Disk Dekompresyonu uygulanan hastaların dosyalarının retrospektif olarak taranması ile hazırlandı. 2014–2015 yıllarında Perkütan Lazer Disk Dekompresyonu uygulanan ardışık 71 hasta (ortalama yaş 38,6±7,3) çalışmaya dahil edildi. Visual Analog Skala hastaların ağrılarının değerlendirmesi için kullanıldı. Preoperatif Visual Analog Skala skorları, son muayenedeki skorlarıyla karşılaştırıldı. Tüm parametreler Student paired-sample t test ile analiz edildi ve p<0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi.
Bulgular: L3–4 mesafesinden opere olan 15, L4–5 mesafesinden opere olan 30, L5-S1 mesafesinden opere olan 26 hastaydı. Hastaların operasyondan önceki ortalama Visual Analog Skala skoru 6,5±1,2’ten son nörolojik muayenelerinde ise 3,4±0,7’e düşmüştü. Tüm değişiklikler istatistiksel olarak anlamlıydı.
Sonuç: Seçilmiş olgularda Perkütan Lazer Disk Dekompresyonu’nun kısa ve orta dönemde etkin ve güvenli bir yöntem olduğu görülmüştür.
Aim: The aim of this study is to examine the safety and efficacy of the Percutaneous Laser Disc Decompression which is applied to patients with lower back pain and radiculopathy due to lumbar disc hernia.
Material and Method: In this study, we retrospectively examined the data of patients who underwent Percutaneous Laser Disc Decompression. Consecutive 71 patients who underwent Percutaneous Laser Disc Decompression between 2014 and 2015 were included in the study (average age 38.6±7.3). Visual Analog Scale was used in order to evaluate the pain levels of patients. Preoperative Visual Analog Scale scores were compared to scores obtained from the last examination. Student paired-sample t test was used in order to analyze all parameters by considering the statistical significance as p<0.05.
Results: There were 15 patients who were operated at L3–4 segment, there were 30 patients who were operated at L4–5 segment and there were 26 patients who were operated at L5-S1 segment. Mean Visual Analog Scale scores of patients before the operation decreased from 6.5±1.2 to 3.4±0.7 in the last neurological examination. All changes were statistically significant.
Conclusion: In selected cases, Percutaneous Laser Disc Decompression is an effective and safe technique in the short and medium term.

10.
Adıyaman Üniversitesi Nöroloji Kliniğinde Botulinum Toksin Uygulamaları: Retrospektif Bir Çalışma
Botulinum Toxin Application Experiences in Adıyaman University, Department of Neurology: A Retrospective Study
Yaşar Altun
doi: 10.5505/kjms.2017.58966  Sayfalar 134 - 138
Amaç: Bilinen en potent biyolojik toksin olarak kabul edilen clostridium botulinum toksinidir. Botulinum toksin tip A (BoNT-A) nöromüsküler bileşkede presinaptik sinir ucundan asetilkolin salınımı ve kolinerjik iletimi inhibe ederek kasta gevşek paraliziye yol açmaktadır. Bu etkisinden dolayı toksinin bazı nörolojik hastalıklardaki uygulama alanları; hemifasiyal spazm, esansiyel blefarospazm, servikal distoni, task spesifik distoni ve erişkinde inme sonrası gelişen spastisite şeklinde olmuştur.
Materyal ve Metot: Araştırma Ocak 2015 – Mayıs 2016 tarihleri arasında nöroloji kliniğinde izlenen ve BoNT-A enjeksiyonları uygulanan 21 hastanın tanıları, tedavi şemaları, botulinum toksin tedavisine yanıtları, tedavide karşılaşılan yan etkiler ile hastaların tedavileri boyunca yapılan izlemleri ve tedaviye yanıtın hastalar tarafından subjektif değerlendirmeleri rapor edilmiş ve tartışılmıştır.
Bulgular: Hastaların tedaviye yanıtlarındaki düzelme kendileri tarafından subjektif olarak %50 ve üzerindeki düzelmeyi iyi olarak ve %50’nin altındaki düzelmeyi ise kötü olarak ifade etmişlerdir.
Sonuç: Araştırmada BoNT-A uygulamasının endikasyonlarında olumlu sonuçlar alınmıştır.
Aim: The most known potent accepted as biological toxin is Clostridium botulinum. Botulinum toxin type A (BoNT-A) in the neuromuscular junction leads to loose paralysis by inhibiting acetylcholine release from presynaptic nerve ending and muscle cholinergic transmission. For this effect, application areas in some neurological diseases of the toxin have been shaped as hemifacial spasm, essential blepharospasm, cervical dystonia, task-specific dystonia and spasticity in adult post-stroke.
Material and Method: In this retrospective study, between January 2015 – May 2016, of the 21 patients monitored in our clinic and whose BoNT-A injections are applied to, the diagnosis and treatment schemes, the responses to botulinum toxin treatment, common side effects encountered in therapy, the patients’ follow-up done during the treatment and the response to the treatment subjectively evaluated by patients have been reported and discussed.
Results: The improvement in patients’ response to treatment was subjective by themselves as a good recovery of 50% or better and poor recovery of less than 50% by themselves.
Conclusion: Positive results were obtained in the indications of BoNT-A application in the study.

11.
Total Diz Artroplastisi Sonrası Hasta Memnuniyetini Etkileyen Preoperatif ve Postoperatif Faktörler
Preoperative and Postoperative Factors Affecting Patient Satisfaction After Total Knee Arthroplasty
Pınar Küçük Eroğlu, Yeşim Garip, Şahap Cenk Altun
doi: 10.5505/kjms.2017.68726  Sayfalar 139 - 143
Amaç: Bu çalışmada total diz artroplastisinden (TDA) 12 hafta sonra hasta memnuniyetinin değerlendirilmesi ve TDA sonrası kısa dönem hasta memnuniyetini etkileyen preoperatif ve postoperatif faktörlerin saptanması amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Primer TDA yapılan 40 hasta çalışmaya alındı. Hastalar Western Ontario ve Mc Masters Üniversiteleri Osteoartrit İndeksi, Kısa Form-36 (SF36), Görsel Analog Skala (Visual Analog Scale, VAS)-ağrı, 50 metre yürüme testi ile ameliyat öncesi ve TDA’dan 12 hafta sonra değerlendirildi. Pre ve postoperatif diz fleksiyon ve ekstansiyon eklem hareket açıklıkları (EHA) kaydedildi. Postoperatif hasta memnuniyeti değerlendirildi.
Bulgular: Preoperatif dönemde gruplar arasında memnun ve memnun olmayan hastalar arasında yaş, VAS-ağrı, SF36 alt skorları, aktif ve pasif EHA’lar açısından fark yoktu (p>0,05). Postoperatif dönemde memnun hasta grubunda VAS-ağrı ve SF36 genel sağlık ve fiziksel-emosyonel rol alt skorları düşük, pasif diz fleksiyonu ise yüksekti (p<0,05). Klinik parametreler arasında sadece postoperatif VAS-ağrının hasta memnuniyeti üzerine belirgin negatif etkisi vardı (p<0,05). Yaş, cinsiyet, pre ve postoperatif aktif fleksiyon ve ekstansiyon EHA’ları, preoperatif VAS-ağrı, WOMAC ve 50 metre yürüme süresinin hasta memnuniyeti üzerine etkisi yoktu (p>0,05). Sonuç: Preoperatif ağrı, disabilite ve yaşam kalitesinin postoperatif kısa dönem hasta memnuniyeti üzerine etkisi yoktu. Postoperatif dönemdeki ağrı şiddeti, diz fleksiyon EHA derecesi ve yaşam kalitesinde bozulmanın hasta memnuniyeti üzerine belirgin negatif etkisi mevcuttu. TDA sonrası memnuniyetsizlikle ilişkili faktörlerin geniş ölçüde netleştirilmesi için daha çok hasta içeren çalışmalara gereksinim vardır.
Aim: Our study aimed to evaluate patient satisfaction 12 weeks after total knee arthroplasty (TKA) and determine preoperative and postoperative factors which influence short term patient satisfaction following TKA.
Material and Method: Patients who underwent 40 primary TKAs were included. Patients were assessed by using Western Ontario and McMaster Universities Osteoarthritis Index (WOMAC), Short Form-36 (SF36), Visual Analog Scale (VAS)-pain, 50-meter walking test preoperatively and 12 weeks after TKA. The duration of walking was measured while the patients walked 50 m. Both pre and postoperative flexion and extension range of motion (ROM) of the knee were recorded. Postoperatively patient satisfaction was evaluated.
Results: Preoperatively, there was no difference between satisfied and dissatisfied patients in terms of age, VAS-pain, SF36 sub scores, WOMAC sub scores, active and passive flexion and extension ROMs (p>0.05). Postoperatively, VAS-pain and SF36 general health and physical-emotional sub scores were lower and passive knee flexion was higher in satisfied patient group (p<0.05). Among clinical parameters, only postoperative VASpain had a significant negative impact on patient satisfaction (p<0.05). Other parameters including age, gender, pre and postoperative active flexion and extension ROMs, preoperative VASpain, WOMAC and 50-metre walking duration had no impact on patient satisfaction (p>0.05).
Conclusion: Preoperative pain, disability and quality of life had no effect on postoperative short term patient satisfaction. Postoperative pain severity, knee flexion ROM degree and deterioration in quality of life had significant negative impact on postoperative patient satisfaction. Larger studies are necessary to further clarify the factors associated with dissatisfaction following TKA.

12.
Osteolitik Benign Kalvarial Kitlelere Radyolojik Yaklaşım
Radiological Approach to Osteolytic Benign Calvarial Lesions
Rasim Yanmaz, Hanifi Bayaroğulları
doi: 10.5505/kjms.2016.68736  Sayfalar 144 - 152
Kalvarial lezyonlar histopatolojik olarak, kongenital, enflamatuar, neoplastik ve travmatik kökenli olup, nadir olarak izlenmektedir. Kalvarial lezyonlar en sık klinik muayenede ele gelen kitle şeklinde ya da radyolojik bir tetkikde insidental olarak tanı konur. Kemik yapıdaki defekt, lizis ve skleroz radyografi ve bilgisayarlı tomografi (BT) ile, lezyonların yumuşak doku komponentleri ve çevre yumuşak doku ile ilişkisi, BT ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) ile ve özelikle MRG ile değerlendirilir. Radyolojik değerlendirme sonucu, radyolojik bulgulara göre kalvarial lezyonların benignmalign ayrımı ve histopatolojik tanısını tahmin etmek mümkün olmaktadır.
Histopathologically, calvarial lesions are congenital, inflammatory, neoplastic and traumatic origin and these are rarely seen. The calvarial lesions most commonly manifest as palpable mass on physical examination or they are diagnosed incidentally during a radiological test. Defect, lysis and sclerosis in the bony structure are evaluated with radiography and computed tomography (CT) and relationships of the lesions with the soft tissue components and surrounding soft tissue are evaluated with CT and magnetic resonance imaging (MRI) and especially with MRI. Based on the radiological findings, benign-malignant discrimination of the calvarial lesions can be made and it may be possible to estimate their histopathological diagnoses.

13.
Platelet Lenfosit Oranı ve Akut Apandisit
Platelet to Lymphocyte Ratio and Acute Appendicitis
Şahin Kahramanca, Gülay Özgehan, Oskay Kaya, İsmail Emre Gökce, Tevfik Hadi Küçükpınar, Hülagü Kargıcı, Mehmet Fatih Avşar
doi: 10.5505/kjms.2017.97759  Sayfalar 153 - 157
Amaç: Akut apandisit (AA) genel cerrahi pratiğinde sık karşılaşılan bir durumdur. Ancak doğru tanıya ulaşmada bazen zorluklar olabilmektedir. Bu çalışmanın amacı AA tanısında platelet lenfosit oranının (PLO) belirleyiciliğini araştırmaktır.
Materyal ve Metot: Akut apandisit tanısı ile ameliyat edilmiş 569 hastaya ait hastane kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Postoperatif histopatolojik inceleme sonuçlarına göre hastalar iki gruba ayrıldı: Akut apandisit grubu (G1) ve normal appendiks grubu (G2). Gruplar arasında demografik analizler ve PLO hesaplamaları karşılaştırıldı.
Bulgular: G1 de 475, G2 de 94 hasta vardı. AA tanısında PLO için sınır değer 136,5 (p=0,036) olarak hesaplandı. Duyarlılık ve seçicilik sırası ile %56,3 ve %55,3 idi. Pozitif prediktif ve negatif prediktif değerler sırası ile %86,2 ve %19,6 olarak bulundu.
Sonuç: AA tanısında ve tedavinin yönlendirilmesinde PLO değerli bir ölçüt olabilir.
Aim: Acute appendicitis (AA) is a frequent condition for general surgery practice. However, sometimes there may be difficulties in accurate diagnosis. The aim of this study is to research the predictive value of platelet to lymphocyte ratio (PLR) in diagnosis of AA.
Material and Method: Hospital records were investigated retrospectively for 569 patients who underwent operation for AA diagnosis. According to postoperative histopathological examination of specimens, patients were divided into two groups: acute appendicitis group (G1) and normal appendix group (G2). Demographic analyses and PLR calculations on hospital admission were compared intergroup. Results: There were 475 patients in G1 whereas 94 in G2. The cut-off value of PLR for diagnosis of AA was 136.5 (p=0.036). The sensitivity and specificity were 56.3% and 55.3% respectively. Positive predictive value and negative predictive value were found as 86.2% and 19.6% respectively.
Conclusion: PLR may be a valuable parameter supporting clinical evaluation for diagnosis and management of AA.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
14.
Metanol İntoksikasyonunda Görüntüleme Bulguları
Imaging Findings for Methanol Intoxication
Mustafa Gök, Özüm Tunçyürek, Ersen Ertekin, Yelda Özsunar Dayanır
doi: 10.5505/kjms.2017.91259  Sayfalar 158 - 161
Metanol yüksek toksisiteye sahip bir maddedir. Akut metanol zehirlenmesi yüksek morbidite ve mortaliteye sahip, kazayla ya da intihar amaçlı görülen nadir bir zehirlenmedir. Yüksek toksisitesinden dolayı bu hastalarda erken tanı ve yönetim bu hastaların prognozu için çok önemlidir. Radyolojik görüntüleme (bilgisayarlı tomografi “BT” ve manyetik rezonans görüntüleme “MR”) bu hastaların tanı ve yönetiminde çok büyük öneme sahiptir. Bu nedenle, bu nadir intihar amaçlı metanol zehirlenmesi vakası ile önemli radyolojik görüntüleme bulgularına değinilmek istendi.
Methanol is a highly toxic substance. Acute methanol intoxication is a rare accidental or suicidal intoxication with high morbidity and mortality rates. Because of its high toxicity, early diagnosis and management is very important in such patients. Imaging (computed tomography “CT” and magnetic resonance imaging “MR”) plays an important role in diagnosis and management of these patients. With this rare suicidal case we want to emphasize the important imaging findings of methanol intoxication.

15.
Tunika Vajinalis Metastazı ile Prezante Olan Okkult Hepatoid Tip Mide Kanseri: Olgu Sunumu
Metastasis to The Tunica Vaginalis as an İnitial Manifestation of Occult Hepatoid Type Gastric Cancer: A Case Report
Yavuz Metin, Nurgül Orhan Metin, Oğuzhan Özdemir, Hakkı Uzun, Recep Bedir
doi: 10.5505/kjms.2017.93753  Sayfalar 162 - 165
Paratestiküler metastazlar oldukça nadirdir. Bu alana olan metastazlar çoğunlukla bilinen kanserin ileri evreleri şeklinde izlenmekle birlikte nadiren de olsa primer testiküler tümörü taklit edebilir. Bu makalede, alfa feto-protein üreten hepatoid tip mide kanserinin, skrotal ağrı ve şişliğin eşlik ettiği tunika vaginalis metastazı şeklinde prezante olması sunulmaktadır.
Paratesticular metastases are extremely rare. Metastases in this area usually appear in the advanced stages of a known malignancy, but are sometimes the first manifestation, mimicking a primary testicular tumor. In this article, we present a patient with metastasis to the right tunica vaginalis testis who had scrotal swelling and pain as the first manifestation of an alpha-fetoprotein (AFP)- producing hepatoid type gastric cancer.

16.
Behçet Hastalığı Olan Gebede Anestezi Yönetimi
Management of Anesthesia in a Pregnant with Behçet’s Disease
Erdinç Koca, Hasan Şayan
doi: 10.5505/kjms.2017.23500  Sayfalar 166 - 168
Behçet hastalığı Dr. Hulusi Behçet tarafından 1937’de tanımlanmıştır. Behçet hastalığı tekrarlayan oral ve genital ülserlerin görüldüğü, göz, deri, eklem, damar, sinir sistemi tutulumu gösteren multisistemik iltihabi bir hastalıktır. Özellikle tekrarlayan oral ülserlere bağlı oluşan skar dokusu entübasyon ve ventilasyonu zorlaştırmaktadır. Birçok organ tutulumu nedeni ile anestezi seçimi önem arz eder. Ayrıca tedavide kullanılan ilaçlar birçok organ üzerinde yan etki oluşturabilir. Olgu, 38 yaşında, 38 haftalık gebeliği olan ve sezaryen planlanan Behçet hastasıydı. Hem Behçet hastalığı hem de gebelik, anestezi yönetimi açısından önemlidir. Hastada öncelikli olarak zor havayolu düşünülmediği için genel anestezi planlandı. Bu olgu sunumunda Behçet hastası olan bir hastada genel anestezi yönetimi tartışılmıştır.
Behçet’s disease was described by Dr. Hulusi Behçet in 1937. Behçet’s disease is an inflammatory multisystem disease including recurrent oral and genital ulcers, eye and skin symptoms, joint, vein and nervous system involvement. Especially the scar tissue formed due to recurrent oral ulcers causes difficult intubation and ventilation. Also the drugs used for treatment may cause adverse effects on many organs. It has great importance for anesthesia choice due to multiple organ involvement. Our case was a 38-year old woman, who has been diagnosed as Behçet’s, caesarean section was planned at 38 weeks of gestation. Behçet’s disease and pregnancy are both important for the anesthesia management. It was planned as a general anesthesia for the patient because it was not thought to be a difficult airway management. In this case report the general anesthesia management of the patient with Behçet’s Disease was discussed.

DERLEME
17.
Küçük Hücreli Dışı Akciğer Kanserinde Anaplastik Lenfoma Kinaz Gen Yeniden Düzenlemelerinin Önemi
Importance of Anaplastic Lymphoma Kinase Gene Re-arrangements on Non-Small Cell Lung Cancer
Ayşe Feyda Nursal
doi: 10.5505/kjms.2017.15013  Sayfalar 169 - 173
Tedavi alanındaki tüm gelişmelere rağmen, akciğer kanseri hala tüm dünyada kanserle ilişkili ölüm nedenlerinin başında gelmektedir. Etyolojisinde sigaranın yanı sıra çevresel, mesleksel ve genetik faktörler rol oynamaktadır. Akciğer kanserleri genellikle küçük hücreli akciğer kanseri (KHAK) ve küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK) olmak üzere iki ana histolojik tipe ayrılır. Tüm akciğer kanserlerinin yaklaşık %85’ini oluşturan KHDAK’inde birçok gen anomalisi saptanır. Anaplastik lenfoma kinaz (ALK) geni insülin reseptör tirozin kinaz süper ailesinin bir üyesidir. ALK geni akciğer kanseri, lenfoma gibi çeşitli malignitelerde füsyon protein oluşumuna yol açan translokasyonlara dahil olur. Bu derlemede KHDAK’inde görülen ALK yeniden düzenlenmelerine ait son literatür gözden geçirilecektir.
Despite all improvements in treatment modalities, lung cancer is the leading cause of death related to cancers worldwide. Environmental, occupational and genetic factors, as well as smoking play role in the etiology. Lung cancers are generally divided into two main histologic categories: small cell lung cancer (SCLC) and non-small cell lung cancer (NSCLC). Several gene aberrations are detected in NSCLC, which constitute approximately 85% of all lung cancers. The Anaplastic lymphoma kinase (ALK) gene is a member of insulin receptor tyrosine kinase super family. ALK gene involves with translocation those results in formation of fusion protein in various malignancies such as lung cancer and lymphoma. In this article, latest literature regarding re-arrangement of ALK seen in NSCLC will be reviewed.

18.
Diabetes Mellitus Tip 2’de İnkretin Temelli Tedaviler
Incretin Based Therapies in Type 2 Diabetes Mellitus
Uğur Alp Göksu, Aysun Ünal
doi: 10.5505/kjms.2017.94830  Sayfalar 174 - 180
Diyabet tedavisinde, geleneksel yöntemlerle kür sağlanamamaktadır. Diyabetin salgın derecesinde artışı patofizyolojsinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak araştırmalarla birlikte yeni tedavilerin geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Metformin tedavisine cevap vermeyen durumlarda tercih edilen ilaçlar; hipoglisemi, kilo alımı ve istenmeyen kardiak olaylara neden olabilmektedirler. Günümüzde etkin glukoz ve kilo kontrolü sağlayan inkretin bazlı tedaviler geliştirilmiştir. İnkretinler pankreasta glukoza bağımlı insülin sekresyonunu artırırken, glukagon sekresyonunu baskılar.
Glukagon benzeri peptid-1 reseptör agonistleri ve dipeptidil peptidaz- 4 inhibitörleri inkretin bazlı tedavilerdir. Glukagon benzeri peptid-1 reseptör agonistleri önemli tedavilerden olup, monoterapi veya kombine tedavilerle birlikte kullanılabilmektedir. İyi glisemik kontrol sağlamalarının yanında hipoglisemi oranların düşük olması ve kilo kaybına neden olmaları önemli avantajlarıdır. Dipeptidil peptidaz-4 inhibitörleri; glukagon benzeri peptid-1 ve glukoz bağımlı insülinotropik polipeptid gibi inkretin hormonların hızlıca inaktivasyonuna neden olur. DPP-4 inhibitörleri; dolaşımdaki inkretin hormonların yıkımını önleyerek glukagon benzeri peptid-1’in etki süresini uzatır.
For the treatment of T2DM; cure can not be achieved with conventional methods. The degree of increase in the epidemic of diabetes; together with the research of new treatments will provide a better understanding of patophysiology necessitates the development. Preferred drugs in cases that do not respond to metformin; hypoglycemia, can cause weight gain and are undesirable cardiac event. Today; incretin-based therapies have been developed that provide effective glucose level and weight control. Incretins while increasing glucose dependent insulin secretion in the pancreas, suppress glucagon secretion.
Glucagon-like peptide-1 receptor agonists, and dipeptidyl peptidase- 4 inhibitors, are incretin based treatment. Glucagon-like peptide-1 receptor agonists is the most important treatment can be used with monotherapy or combination therapy. Glucagon-like peptide-1 agonists, besides providing good glycemic control, the low rate of hypoglycemia and weight loss are causing significant advantage. Dipeptidyl peptidase-4 inhibitors; leads to rapid inactivation of incretin hormones such as glucagon-like peptide-1 agonists and glucose dependent insulinotropic polypeptide. Dipeptidyl peptidase-4 inhibitors; they extend the duration of action of glucagon-like peptide-1 by inhibiting the degradation of incretin hormones in circulation.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git