Kafkas J Med Sci: 9 (3)
Cilt: 9  Sayı: 3 - Aralık 2019
Özetleri Gizle | << Geri
TAM DERGI
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Rituksimab Tedavisi Alanlarda HBV Serokonversiyonu
HBV Seroconversion After Using Rituximab
İlyas Öztürk, Mehmet Gündoğdu, Yusuf Bilen, Hakan Sapmaz
doi: 10.5505/kjms.2019.03779  Sayfalar 136 - 143
Amaç: İmmünsupresyon durumlarında ve özellikle Rituksimab kullanımı sonrasında HBV reaktivasyonunda artış olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada Rituksimab içeren farklı rejimlerle tedavi edilen hastalarda HBV serokonversiyonunu değerlendirmeyi amaçladık. Hastaların tanıları ve almış olduğu tedaviler ile HBV serokonversiyonu arasındaki ilişkiyi inceledik.
Materyal ve Metot: Çalışmamızda, Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Hematoloji Kliniğinde, 1 Ocak 2010-31 Aralık 2014 tarihleri arasında Rituksimab tedavisi alan 157 hasta geriye dönük olarak HBV seroversiyonu yönünden değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların 96’sı (%61.1) erkek, 61’i (%38.9) kadındı. Hastaların ortalama yaşı 59.75 (21-91) idi. Hastaların tedavi öncesi ALT, HBsAg ve HBV-DNA düzeyleri ile almış olduğu tedaviler ve tedavi sonrası en az 1 yıllık izlem süresi sonrası ALT, HBsAg ve HBV-DNA düzeyleri değerlendirildiğinde; tedavi sonrası 13 hastada (%8.2) HBV enfeksiyonu reaktivasyonu olduğu, 84 hastada (%53.5) HBV enfeksiyonu reaktivasyonu olmadığı, 60 hastanın (%38.3) ise değerlendirilmemiş olduğu tespit edildi. Hastaların almış olduğu tedaviler, tanıları ve tedavi sonrası en az 1 yıllık izlem süresi sonrasında görülen HBV enfeksiyonu reaktivasyonu durumu incelendiğinde istatistiksel fark gözlenmedi.
Sonuç: Çalışmamız neticesinde Rituksimab tedavisi planlanan veya almakta olan hastaların HBV enfeksiyonu açısından daha yakın takip edilmesi gerektiği kanaatine varıldı. Ayrıca bu hususta doktorlara farkındalık kazandırılması ve takip açısından standardizasyon sağlanması gerektiği kanaatine varıldı.
Aim: It is known that there is an increase in reactivation of Hepatitis B virus (HBV) in immunosuppressive conditions especially after using Rituximab. In this study we aimed to evaluate the HBV seroconversion in patients who have been treated with different regimens containing Rituximab. We examined the relationship between the diagnosis of the patients, the given treatments to patients and HBV reactivation. Material and Method: In this study, 157 patients having Rituximab treatment were evaluated retrospectively in the aspect of HBV seroconversion, in Ataturk University Medicine Faculty Hematology Clinic, between 1 January 2010-31 December 2014.
Results: Of the patients, 96 (61.1%) were male and 61 (38.9%) were female. The mean age was 59.75 (21-91) years. When alanine aminotransferase (ALT), Hepatitis B virus surface antigen (HBsAg) and Hepatitis B virus-deoxyribonucleic acid (HBV-DNA) levels before treatment and at least one year follow up period after treatment were evaluated; 13 (8.2%) patients had HBV infection reactivation, 84 (53.5%) patients had no HBV infection reactivation, and also 60 (38.3%) patients weren’t evaluated after treatment. In the analysis of the treatments that patients took, patients diagnosis and HBV infection reactivation at least one year follow up period after the treatment, there wasn’t seen statistical difference.
Conclusion: As a result of this study, it was concluded that it would be appropriate to raise the awareness of physicians about the follow-up of HBV infection in patients who are planned or receiving Rituximab treatment and to provide standardization in the follow-up of these patients.

3.
Sivas İlinde Sağlık Hizmetlerinin Durumu – Önceki Sağlık Teşkilatlanması Genelinde Bir Değerlendirme
The Status of Health Services in Sivas Province – An Evaluation of Previous Health Organization
Mehmet Emin Özdemir, Ferit Koçoğlu
doi: 10.5505/kjms.2019.32067  Sayfalar 144 - 152
Amaç: 2018 yılında Sağlık Bakanlığı yeni bir yapılanmaya gitmiş ve üç ayrı kurumdan oluşan teşkilatlanma birleştirilerek tek çatı altında toplanmıştır. Araştırmamız üç ayrı kurumdan oluşan teşkilat yapılanması dönemini yansıtmaktadır. Retrospektif nitelikteki araştırmamızda Sivas’taki sağlık kuruluşlarının 2012 yılı faaliyet raporları değerlendirilmiş ve Sağlık Bakanlığı’nın (SB) ülke genelini yansıtan 2012 yılı istatistikleriyle karşılaştırılmıştır. Aralarındaki fark veya benzerliklerin karşılaştırılması amaçlandı.
Materyal ve Metot: Retrospektif nitelikteki araştırmamızda Sivas’taki sağlık kuruluşlarının 2012 yılı faaliyet raporları değerlendirilmiş ve Sağlık Bakanlığının ülke genelini yansıtan 2012 yılı istatistikleriyle karşılaştırılmıştır.
Bulgular: Sivas’ın gerek sağlık insan gücü ve sağlık tesisi sayıları, gerekse morbidite ve mortalite verileri Türkiye geneline benzer bulunmuştur. 2012 yılında gerek Türkiye genelinde, gerekse Sivas’ta ortalama sekiz kez hekime başvurulmuştur. Başvuruların %60’tan fazlası ikinci ve üçüncü basamak sağlık kuruluşlarına yapılmıştır. Hastanelerin ayaktan takip edilen hastalarının yarısından fazlasının acil servislere başvurmuş olduğu ve bunların çoğunun acil nitelikte başvurular olmadığı tespit edilmiştir. Türkiye genelinde de, Sivas’ta da tüm ölümlerin %70’ini kalp hastalıkları, kanserler ve solunum sistemi hastalıkları oluşturmuştur. Doğumlar %97-99 oranında hastanelerde yapılmış olup, bunların ülke genelinde %49,6’sı, Sivas’ta %35,2’si sezaryenle olmuştur. Gerek Türkiye geneli, gerekse Sivas’ta çocuk bağışıklama oranları %90’nın üzerindedir.
Sonuç: 2012 yılı verilerine bakıldığı zaman Sivas İlinin 2012 yılı sağlık verilerinin bazı istisnalar hariç ülke geneline benzer olduğu görülmektedir. 2018 yılında geçilmiş olan yeni teşkilat yapısını detaylı bir şekilde değerlendirebilmek için yeni sistemin üzerinden biraz zaman geçmesi gerekmektedir.
Aim: In 2018, the Ministry of Health undertook a new structure and the organization consisting of three different institutions was combined and gathered under a single roof. Our research reflects the organization period of three different institutions. In our retrospective study, in 2012 activity reports of health institutions in Sivas were evaluated and compared with the 2012 statistics of the Ministry of Health (MoH) reflecting the country in general. We aimed to compare the differences or similarities between them.
Material and Method: In our retrospective study, 2012 activity reports of health institutions in Sivas were evaluated and compared with the 2012 statistics of the Ministry of Health.
Results: In Sivas, both health manpower and the number of health facilities, as well as morbidity and mortality data were similar to the overall Turkey. In 2012, in Turkey as well as Sivas consulting a physician has an average of eight times in Sivas. More than 60% of the applications were made to second and third level health institutions. It is noteworthy that more than half of the outpatients followed up in the outpatient clinics applied to emergency services and most of them were not emergency applications. also in Turkey, 70% of all deaths in Sivas in heart disease, cancer and respiratory diseases has created. The births were 97-99% in hospitals, 49.6% of them in the country and 35.2% in Sivas by cesarean section. Both Turkey in general, as well as in Sivas child immunization rates are above 90%.
Conclusion: When we look at the data of 2012, it is seen that the health data of Sivas Province in 2012 is similar to the country in general except with some exceptions. In order to evaluate the new organization structure which has been passed in 2018, some time should be spent on the new system.

4.
Acil Servise Başvuran Zehirlenme Vakalarının Retrospektif Analizi: Kars ili örneği
Retrospective Analysis of Poisoning Cases Admitted to Emergency Service: An Example of Kars Province
Turgut Dolanbay, Hüseyin Fatih Gül, Murat Aras, Eray Atalay, Gizem Gecgel
doi: 10.5505/kjms.2019.34966  Sayfalar 153 - 157
Amaç: Acil serviste zehirlenme vakaları sık görülen hasta grupları olup, bu çalışmada acil servise başvuran zehirlenme vakalarının demografik verilerinin retrospektif olarak incelenmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: 23.05.2019 tarihi ile 01.01.2018 tarihleri arasında Kafkas Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Acil Servisi’ne, zehirlenme şikayeti ile başvuran, 18 yaş üstü hastaların tamamının demografik verileri hastane otomasyon sistemi kullanılarak retrospektif olarak incelendi. Hasta verilerinin kıyaslanması için SPSS-20 paket programı kullanıldı.
Bulgular: Çalışmada, zehirlenme şikayeti ile acil servise başvuran toplam hasta sayısı 49’idi. Hastaların 1 tanesi ilacı kaza ile almış olup, geri kalanlar özkıyım amaçlı ilaç alımlarından oluşmaktaydı. Toplam hasta sayısının %67,3’ünün (33 hasta) kadın, %32,7’sinin (16 hasta) ise erkek olduğu saptanırken, hastaların yaş ortalamaları ise 25,63±7,56’idi. Hastaların medeni halleri incelendiğinde, %55,1’inin (27 hasta) bekar, %40,8’inin (20 hasta) evli, %4,1’inin (2 hasta) eşinden ayrı olduğu tespit edildi. Ayrıca acil servise zehirlenme şikayeti ile gelen hastaların %57,1’inin (28 hasta) şehir merkezinde, %28,6’sının (14 hasta) ilçe merkezinde ve %14,3’ünün (7 hasta) köyde ikamet ettiği tespit edildi. Hastalar arasında zehirlenmeye neden olan ilaç grupları incelendiğinde NSAİİ, gribal ilaçlar ve parasetamol kombinasyonları’ndan oluşan ilaç grubunun ile psikiyatrik ilaç kullanımına bağlı zehirlenmelerin çoklu ilaç zehirlenmelerinden sonra en sık karşılaşılan zehirlenmeler olduğu tespit edildi. Öte yandan psikiyatrik ilaç grubu alımı sonrası zehirlenmelere bağlı hastane yatış sayıları ve mortalite oranları diğer ilaç grubu alımlarına göre anlamlı olarak yüksek bulundu.
Sonuç: Zehirlenme vakalarının büyük çoğunluğunun özkıyım amaçlı olduğunu ve bu nedenle mutlaka psikiyatri konsültasyonun istenmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Ayrıca reçetesiz ilaç teminin önüne geçilmesinin ülkemizdeki zehirlenme vakalarını önemli oranda azaltacağı kanaatindeyiz.
Aim: The aim of this study was to investigate the demographic data of poisoning cases who were admitted to the emergency department retrospectively.
Material and Method: The demographic data of all patients older than 18 years of age who applied to Kafkas University Research and Application Hospital Emergency Department with poisoning complaint between 23.05.2019 and 01.01.2018 were analyzed retrospectively. To compare the data of the patients were used SPSS-20 packet program.
Results: The total number of patients admitted to the emergency department with poisoning complaints was 49. One patient had accidentally taken the drug and the rest consisted of suicidal medications. While 67.3% (33 patients) of the total number of patients were female and 32.7% (16 patients) were male, the mean age of the patients was 25.63 ± 7.56. When the marital status of the patients was examined, it was found that 55.1% were single, 40.8% were married and 4.1% were separated from their spouses. In addition, 57.1% of the patients who came to the emergency department with poisoning complaints were detected in the city center, 28.6% in the district center and 14.3% were detected to reside in the village. When the drug groups causing poisoning among the patients were examined, it was found that the most frequent poisonings due to the use of the drug group consisting of NSAID, influenza drugs and paracetamol combinations and psychiatric drugs. On the other hand, the number of hospitalizations and mortality rates due to poisoning after psychiatric drug group intake were found to be significantly higher than the other drug group intake.
Conclusion: We think that the majority of poisoning cases were suicidal and therefore psychiatric consultation should be requested. Furthermore, we believe that avoiding over-the-counter medication will significantly reduce the incidence of poisoning in our country.

5.
Anti-TPO Yüksekliği Olan Ötiroid ve Hipotiroidili Hastalarda Vitamin D Düzeyleri ile Tiroid Fonksiyon Testleri Arasındaki İlişki
The Relationship Between Serum Vitamin D Levels and Thyroid Function Tests in Euthyroid and Hypothyroid Patients with Elevated Anti-TPO
Lütfiye Seçil Deniz Balyen
doi: 10.5505/kjms.2019.54037  Sayfalar 158 - 161
Amaç: Otoimmun tiroid hastalıkları (AITD) ile vitamin D seviyeleri arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmaların sonuçları tutarsızdır. Bizim çalışmamızın amacı, tiroid peroksidaz antikorları (anti-TPO) yükselmiş olan hipotiroid veya ötiroid hastalarda vitamin D seviyeleri ile tiroid fonksiyon testleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmekti.
Materyal ve Metot: Bu çalışma, anti-TPO pozitifliği saptanan ve vitamin D seviyeleri ile tiroid fonksiyon testleri eş zamanlı olarak ölçülen 21 hastanın dosya kayıtları incelenerek gerçekleştirildi. Katılımcılar vitamin D seviyelerine göre 2 gruba ayrıldı: grup 1 (optimal vitamin D seviyelerine (≥20 ng/mL) sahip olan hastalar) ve grup 2 (yetersiz veya eksik vitamin D seviyelerine (<20 ng/mL) sahip olan hastalar). Bulgular: Anti-TPO seviyeleri (median (min-max)) grup 1’de (149.3 (29.7-388.1) IU/mL), grup 2’dekine göre (287.7 (141.5-794.6) IU/ mL) daha düşüktü (p=0.036). Tiroid stimulan hormon (TSH) ve serbest tiroksin (fT4) seviyeleri gruplar arasında farklı değildi. Anti-TPO seviyeleri TSH ile pozitif olarak (r=0.731, p= 0.005), vitamin D ile negatif olarak (r=-0.484, p=0.026) korele idi.
Sonuç: Düşük vitamin D seviyeleri AITD’lerin patogenezine katkıda bulunabilir veya bir nedenden ziyade otoimmun hastalık sürecinin bir sonucu olabilir. Otoimmun tiroiditte vitamin D seviyelerinin rolünü tam olarak aydınlatabilmek için daha ileri araştırmalar gereklidir.
Aim: The results of studies that investigate relationship between “autoimmune thyroid diseases (AITDs)” and serum vitamin D values are inconsistent. The study aimed to evaluate association between serum vitamin D levels and thyroid function tests in euthyroid and hypothyroid patients with elevated thyroid peroxidase antibodies (anti-TPO).
Material and Method: Our research was carried out by examining the file records of 21 patients with the concurrent measurement of Vitamin D and thyroid function tests who identified anti-TPO positivity. The participants were divided into two groups according to serum vitamin D levels: group 1 (patients who had serum vitamin D levels of ≥20 ng/mL) and group 2 (patients who had insufficient or deficient vitamin D levels of <20 ng/mL).
Results: Anti-TPO levels (median (min-max)) were lower in group 1 (149.3 (29.7-388.1) IU/mL) than in group 2 (287.7 (141.5-794.6) IU/mL). Serum thyroid-stimulating hormone (TSH) and serum free thyroxine (fT4) levels were no different among the groups. Serum anti-TPO were positively correlated with TSH (r=0.731, p= 0.005) and negatively with vitamin D (r=-0.484, p=0.026).
Conclusion: Decreased serum vitamin D levels can contribute to the pathogenesis of AITDs. Further researches are necessary to fully illuminate the role of vitamin D levels in autoimmune thyroiditis.

6.
Yaş Gruplarına Göre Pediatrik Nazolakrimal Kanal Tıkanıklığının Cerrahi Yöntem ve Sonuçlarının Retrospektif Olarak Değerlendirilmesi
Retrospective Evaluation of Surgical Methods and Outcomes of Pediatric Nasolacrimal Duct Obstruction According to Age Groups
Şule Çınar, Ali Şimşek, Ali Asgar Yetkin, Lokman Balyen
doi: 10.5505/kjms.2019.82246  Sayfalar 162 - 168
Amaç: Pediatrik hastalarda nazolakrimal kanal tıkanıklığında (NLKT) farklı cerrahi yöntemlerin sonuçlarını yaş gruplarına göre değerlendirmek.
Materyal ve Metot: Çalışmaya NLKT tanısı alan hastalar dâhil edildi. Doğumsal nazolakrimal kanal tıkanıklığı (DNLKT) veya edinsel NLKT nedeniyle 2015-2018 yılları arasında nazolakrimal kanal (NLK) sondalama, silikon tüp entübasyonu veya endoskopik dakriyosistorinostomi (DSR) yapılan hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Ameliyat sırasındaki hastaların yaşı, işlem sonrası sulanma şikayetlerinin durumu ve epifora varlığı yaş gruplarına göre analiz edildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 150 hastanın 77/150’si (% 51,3) kadın, 73/150’si (% 48,7) erkekti. Hastaların yaş ortalaması 22.3 (1 ay-8 yıl) aydı. Çalışmaya NKLT tanısı alan 150 hastanın 174 gözü dahil edildi. Hastalar başvuru sırasındaki yaş grupları açısından dört gruba ayrıldı. Birinci grubun yüzde 100’ü (0-12 ay) NLK sondalama ile başarılı bir şekilde tedavi edildi. Bununla birlikte, ikinci grupta (12- 24 ay) NLK sondalama ile başarı oranı % 81.8 idi. Üçüncü grupta (24-48 ay) NLK sondalamanın başarı oranı % 52.4’e düşerken, silikon tüp entübasyon başarı oranı aynı yaş grubunda % 100 idi. Dördüncü grupta (48 ay veya daha büyük) NLK sondalamanın başarı oranı % 20’ye düşerken, endoskopik DSR ve silikon tüp entübasyonuyla yapılan tüm operasyonlar başarılı olmuştur.
Sonuç: Nazolakrimal kanal tıkanıklığı olan pediatrik hastalarda tedavi prosedürünün seçimi ve tedavinin başarı oranı yaş grubuna göre değişmektedir. NLK sondalama prosedürü, yaşamın ilk 12 ayında konservatif tedaviye yanıt vermeyen durumlarda DNLKT için güvenli ve etkili bir tedavi yöntemidir. Hastaların yaşı arttıkça, NLK sondalama başarısı azalır. Bununla birlikte, invaziv bir tedavi yönteminden önce, NLK sondalama prosedürü bir kereden fazla yapılması önerilmektedir.
Aim: To evaluate the outcomes of different surgical methods in nasolacrimal duct obstruction (NLDO) in pediatric patients according to age groups.
Material and Method: Patients with NLDO were included in the study. Records of patients who underwent nasolacrimal duct (NLD) probing, silicone tube intubation or endoscopic dacryocystorhinostomy (DCR) for congenital nasolacrimal duct obstruction (CNLDO) or acquired NLDO between 2015 and 2018 were retrospectively reviewed. The age of the patients during the surgery, the status of postoperative watering complaints and the presence of epiphora were analyzed according to age groups.
Results: Of 150 patients, 77/150 (51.3%) were female, 73/150 (48.7%) were male. The mean age of patients was 22.3 (1 month-8 years) months. In this study, 174 eyes of 150 patients with NLDO were included. Patients were divided into four groups in terms of age groups at the time of admittance. A hundred percent of the first group (0-12 months) was treated successfully with the NLD probing. However, in the second group (12-24 months), the success rate was 81.8% with the NLD probing. In the third group (24-48 months), the success rate of NLD probing decreased to 52.4%, while the success rate of silicone tube intubation was 100% in the same age group. In the fourth group (48 months or over), the success rate of NLD probing decreased to 20%, while all procedures performed with endoscopic DCR and silicone tube intubation were successful.
Conclusion: Pediatric patients with NLDO, the choice of the treatment procedure and the success rate of treatment vary according to age group. NLD probing procedure is a safe and effective treatment method for CNLDO in cases that are unresponsive to conservative treatment in the first 12 months of life. As the patients’ age increases, the success of the NLD probing decreases. However, prior to an invasive treatment modality, NLD probing procedure is recommended more than one time.

7.
Bilgisayar Kullanıcılarında Oküler Yüzey Hastalığı İndeksi ve Kuru Göz Testi Parametreleri Arasındaki İlişkinin Değerlendirilmesi
Evaluation of the Relationship Between Ocular Surface Disease Index and Dry Eye Test Parameters in Computer Users
Lokman Balyen
doi: 10.5505/kjms.2019.04900  Sayfalar 169 - 179
Amaç: Bu çalışmada bilgisayar kullanıcılarında oküler yüzey hastalığı indeksi (OYHİ) ve kuru göz testi parametreleri arasındaki ilişkiyi değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Bu prospektif çalışmada, 20–40 yaşları arasında ve günlük yaşamlarının en az 6 saatini bir bilgisayar başında geçiren 62 kişi dâhil edildi. Tüm oftalmolojik muayenenin yanı sıra, her gönüllüde OYHİ anketinin tamamlanmasından sonra her iki göz için Schirmer I test, Schirmer II test, gözyaşı kırılma zamanı (GKZ), oküler yüzey fluoresein ve lissamin yeşili boyama dâhil kuru göz testleri yapıldı. Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen 62 katılımcının 42’si (% 67,7) kadın, 20’si (% 32,3) erkekti. Katılımcıların yaş ortalaması 30.06 ± 4.794 (21–39) yıl idi. Katılımcıların bilgisayar kullanım süresi ortalama 10.15 ± 3.040 (6–16) saat/gün idi. Ortalama OYHİ skoru 31.0742 ± 15.05892 (8.3–75) idi. OYHİ skoru ile sağ göz (r = -0.718, p = 0.000) ve sol göz (r = -0.667, p = 0.000) GKZ arasında anlamlı bir negatif korelasyon vardı. Ancak OYHİ skoru ile sağ göz (sırasıyla r = -0.273, p = 0.032; r = -0.295, p = 0.020) ve sol göz (sırasıyla r = -0.308), p = 0.015; r = -0.296, p = 0.019) Schirmer I-II testleri arasında hafif bir negatif korelasyon vardı. Her iki gözde OYHİ skoru ile oküler yüzey boyama skorları arasında anlamlı bir fark vardı (p = 0.000). OYHİ skoru ile bilgisayar kullanım süresi arasında anlamlı bir ilişki bulundu (r = 0.642, p = 0.000). Ancak yaş, cinsiyet, sigara, gözlük kullanımı ile OYHİ skoru arasında korelasyon yoktu (p> 0.05).
Sonuç: Uzun süreli bilgisayar kullanımı ve daha uzun çalışma süresi oküler yüzey sorunlarına neden olabilir. Bilgisayar kullanıcılarında OYHİ’nin günlük bilgisayar kullanım süresi, GKZ ve oküler yüzey boyama skorları ile güçlü bir şekilde ilişkili olduğu bulundu.
Aim: The present study aims to evaluate the relationship between ocular surface disease index (OSDI) and dry eye test parameters in computer users.
Material and Method: In this current study, 62 individuals between the ages of 20 and 40 years and who spent at least 6 hours of their daily life in front of a computer were included. In addition to the complete ophthalmologic examination, dry eye tests including Schirmer I test, Schirmer II test, tear breakup time (TBUT), ocular surface fluorescein and lissamine green staining were performed on each volunteer for both eyes after completion of the OSDI questionnaire.
Results: Of 62 participants, 42 (67.7%) were female and 20 (32.3%) were male. The mean age of participants was 30.06±4.794 (21–39) years. The mean computer use time of the participants was 10.15 ± 3.040 (6–16) hours/day. The mean OSDI score was 31.0742 ± 15.05892 (8.3–75). There was a significant negative correlation between OSDI score and TBUT in the right eye (r=-0.718, p=0.000) and the left eye (r=-0.667, p=0.000). However, there was a slightly negative correlation between OSDI score and Schirmer I-II tests in the right eye (r = -0.273, p = 0.032; r = -0.295, p = 0.020, respectively) and the left eye (r = -0.308, p = 0.015; r = -0.296, p = 0.019, respectively). There was a significant difference between OSDI score and ocular surface staining scores in both eyes (p=0.000). There was a significant positive correlation between OSDI score and computer use time (r=0.642, p=0.000). However, there was no correlation between age, gender, smoking, wearing glasses and OSDI score (p> 0.05).
Conclusion: Long-term computer use and longer duration of occupation may lead to ocular surface problems. The OSDI was found to be strongly associated with daily computer use time, TBUT, and ocular surface staining scores in computer users.

8.
Hastanemize Başvuran Hastalarda Böhler ve Gissane Açıları: Boehler ve Gissane Açıları Pes Planuslu Ayaklarda Nasıldır?
Boehler-Gissane Angles In Patients Who Admitted To Our Hospital: How are Boehler and Gissane Angles in Feet with Pes Planus?
Kadri Yıldız, Türkhun Çetin
doi: 10.5505/kjms.2019.60362  Sayfalar 180 - 184
Amaç: Bu çalışma, Kars ili ve çevresinden hastanemize başvuran hastalarda Böhler (BA) ve Gissane (GA) açısındaki normal aralıkları belirlemeyi amaçlamaktadır. İkincil amaç BA, GA ve pes planus deformitesi arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.
Materyal ve Metot: İki randomize kontrollü grup, Grup A ve Grup B olmak üzere çalışma grubu olarak iki alt gruba ayrıldı. Grup A, pes planus deformitesi olmayan hastalardan oluşmaktaydı. B grubu ise pes planus olan hastalardan oluşuyordu. A grubunda 107 hasta mevcuttu (37 kadın, 70 erkek). Grup B’de ise pes planus deformitesi olan 26 hasta (12 kadın, 14 erkek) vardı. Ölçümler, Grup A’da 14 yıllık tecrübeli kıdemli bir ortopedi uzmanı tarafından yapıldı ve B Grubu için ölçümler, 14 yıllık tecrübeli kıdemli bir ortopedi uzmanı ve 25 yıllık deneyimli bir radyoloji uzmanı tarafından yapıldı. B grubu güvenilirlik testleri için değerlendirildi. Sınıf İçi Sınıflama Korelasyonları (Intraclass Classification Correlations, ICC) değerleri belirlendi.
Bulgular: Ki-kare testine göre gruplar arasında cinsiyet dağılımı açısından fark yoktu (p=0.272). Grup A’da sağ ayaklarda BA ortalaması 36,77º±3,67º idi. BA’da sol ayak için ortalama 33,23º±7,20º idi. Sağ ayaklar için GA’da ortalama 110,99º±10,18º idi. Sol ayaklar için GA’da ortalama 108,96º±9,18º idi. B Grubunda sağ ayaklarda BA ortalaması 36,01º±7,01º idi. BA’da sol ayak için ortalama 35,40º±6,43º idi. Sağ ayaklar için GA’da ortalama 116,02º±8,57º idi. Sol ayaklarda GA’da ortalama 111,48º±6,23º idi. Gruplar ve taraflar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p=0.362). ICC değerleri, sağda BA, solda BA, sağda GA, solda GA için sırasıyla 0.996, 0.997, 0.993, 0.987 idi. Güvenilirlik testleri için tüm değerler istatistiksel olarak anlamlıydı.
Sonuç: Hastanemize başvuran popülasyonda, BA ve GA’nın değerleri normal aralıklarda tespit edildi. BA, GA ve pes planus deformitesi arasında bir ilişki bulunamadı. BA ve GA’da iki gözlemci arasında güvenilir değerler tespit edildi.
Aim: This study aims to determine normal ranges on BA and GA of patient population which admitted to our hospital from Kars province and around. The secondary purpose is to reveal the relationship between BA, GA and pes planus deformity.
Material and Method: The study groups were divided into two randomized controlled groups as Group A and Group B. Group A consisted patients without pes planus. And Group B consisted patients with pes planus. Group A consisted 107 (37 males, 70) and Group B consisted 26 (12 females, 14 males) patients. The measurements were made by a senior orthopedic specialist 14 year-experienced in Group A. And the measurements for Group B were made by a senior orthopedic specialist 14 year-experienced and by a senior radiologist specialist 25 year-experienced. Group B was evaluated for reliability tests. The Intraclass Classification Correlations (ICC) values were determined. Results: There was no difference between the groups in terms of gender distribution according to the chi-square test (p=0.272). In Group A, the mean in BA were 36,77º±3,67º for right feet; 33,23º±7,20º for left feet. The mean in GA were 110,99º±10,18º for right feet; 108,96º±9,18º for left feet. In Group B, the mean in BA were 36,01º±7,01º for right feet; 35,40º±6,43º for left feet. The mean in GA were 116,02º±8,57º for right feet; 111,48º±6,23º for left feet. There was no statistical difference between groups and sides (p=0.362). The ICC values for BA in right, BA in left, GA in right, GA in left were 0.996, 0.997, 0.993, 0.987 respectly. All values were significant.
Conclusion: The values of BA and GA in the population that admitted to our hospital were in normal ranges. No relationships were not found between BA, GA and pes planus deformity. The reliable values on BA and GA between two observers were detected.

9.
Rat Modelinde Tubal Sterilizasyonun Tuba, Yumurtalıklar ve Endometrium Üzerine Etkileri
The Effects of Tubal Sterilization on the Tuba, Ovaries, and Endometrium in a Rat Model
Rulin Deniz, Yakup Baykuş, Yasemen Adali, Muhammet Bora Uzuner, Ömür Öztürk
doi: 10.5505/kjms.2019.09471  Sayfalar 185 - 190
Amaç: Tubal sterilizasyonunun (TS) overyan fonksiyonları üzerindeki olası etkileri, etiyolojisi ve fizyopatolojisi henüz bilinmemekle birlikte hala tartışmalıdır. TS sonrası overyan ve endometriyal histopatoloji sınırlı çalışmalarda analiz edildi. Bu çalışmada, ratlarda Pomeroy tekniği ile tubal sterilizasyonun tubalar, overyan ve endometrial dokulardaki histopatolojik ve biyokimyasal değişimlerinin değerlendirmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Yirmi adet dişi Wistar albino rat, laparotomi (Grup 1) ve laparotomi + TS (Grup 2) olarak rastgele belirlenerek iki gruba ayrıldı. Hematoksilen-Eosin boyamasından sonra histopatolojik değerlendirme yapıldı. Folikül uyarıcı hormon (FSH), estradiol (E2) ve laktat dehidrojenaz (LDH) seviyeleri biyokimyasal olarak ölçüldü.
Bulgular: Grup 2’de Grup 1’e göre overler, tubalar ve endometriyal dokularda inflamasyon, hyalinizasyon ve konjesyon vardı. Grup 2’de Grup 1’e göre E2 (p<0.05) değerlerindeki istatistiksel anlamlı düşüş tespit edildi. Grup 2’de Grup 1’e göre ortalama FSH ve LDH (p>0.05) değerlerinde ise istatistiksel olarak anlamlı olmasa da artış tespit edildi.
Sonuç: Tubal sterilizasyonunun rat overlerinde enflamatuar hücre infiltrasyonu gibi zararlı etkilere neden olduğu söylenebilir. Tubal sterilizasyondan sonra azalan yumurtalık rezervlerinin muhtemel mekanizmalarını açıklamak için daha ileri çalışmalara ihtiyaç vardır.
Aim: Although the etiology and physiopathology are not yet known, the possible effects of tubal sterilization (TS) on ovarian function are still debated. Limited studies analyzed the histopathology of endometrium and ovaries after TS. In this study, we aimed to evaluate the histopathological and biochemical changes of tubal sterilizations with the Pomeroy technique on tubal, ovarian, and endometrial tissues in rats.
Material and Method: Twenty female Wistar albino rats were randomly divided into two groups, with laparotomy only (Group 1) and laparotomy + TS (Group 2). Histopathological evaluation was performed after Hematoxylin-Eosin staining. Follicle-stimulating hormone (FSH), estradiol (E2), and lactate dehydrogenase (LDH) levels were biochemically measured.
Results: In Group 2, there was inflammation, hyalinization and congestion in the ovaries, tubas and endometrial tissues compared to Group 1. A statistically significant decrease in E2 (p <0.05) values was detected in Group 2 compared to Group 1. In Group 2, mean FSH and LDH (p> 0.05) values were found to be increased, although not statistically significant, compared to Group 1.
Conclusion: We can say that tubal sterilization causes detrimental effects such as inflammatory cell infiltration in the ovaries of rats. Further studies are needed to explain the possible mechanisms for the reduced ovarian reserves after tubal sterilization.

10.
Uyku Bozukluğu Kliniğine Başvuran Kişilerin Şikayetlerinin Cinsiyete Göre Dağılım Özellikleri
Distribution Characteristics of Symptoms According to Gender in People Applying to Sleep Disorder Clinic
Serhat Tunç
doi: 10.5505/kjms.2019.81488  Sayfalar 191 - 195
Amaç: Bir uyku bozukluğu kliniğine başvuran kişilerin şikayetlerinin cinsiyete göre dağılım özelliklerinin belirlenmesi amaçlandı.
Materyal ve Metot: Çalışmanın tipi kesitsel olup 2011-2015 yılları arasında uyku merkezine başvuran 1125 kişi evreni oluşturdu.
Bulgular: Araştırmada parametrelerden vücut kitle indeksi, hipertansiyon, horlama, apne, varsanı, hareket edememe (uyku paralizisi), baş ağrısı ve ağız kuruluğu açısından cinsiyete göre istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu.
Sonuç: Çalışmamızda uyku bozuklukları kliniğimize 5 yıllık süre boyunca başvuran kişilerin şikayetleri değerlendirildi ve bazı özellikler açısından cinsiyete göre anlamlı fark saptandı.
Aim: This study aimed to determine the distribution characteristics of the symptoms of the patients who applied to a sleep disorder clinic according to gender.
Material and Method: The type of study was cross-sectional, and 1125 people who admitted to the sleep center between 2011 and 2015 formed the universe.
Results: In the study, body mass index, hypertension, snoring, apnea, hallucination, sleep paralysis, headache, and dry mouth were found to have statistically significant differences according to gender.
Conclusion: In this study, the symptoms of the patients who applied to our sleep disorders clinic for five years were evaluated, and a significant difference was found between genders in terms of some characteristics.

11.
Meme Karsinom Olgularında Retraksiyon Artefaktı Varlığı ile Lenfatik İnvazyon, Lenf Nodu Metastazı ve Diğer Prognostik Parametreler Arasındaki İlişkisinin Değerlendirilmesi
Evaluation of the Relationship Between the Presence of Retraction Artifact and Lymphatic Invasion, Lymph Node Metastasis and Other Prognostic Parameters in Patients with Breast Carcinoma
Esma Çınar, İsmail Saygın
doi: 10.5505/kjms.2019.69320  Sayfalar 196 - 202
Amaç: İnvaziv meme karsinomları tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadınlarda en sık görülen ve ölüme neden olan malignitedir. Meme kanserinden ölümün nedeni, genellikle metastazdır. Tümörün metastaz potansiyelinin belirlenmesi, tedaviye yön veren en önemli faktördür. Tümörde lenfatik yayılımın değerlendirilmesi, özellikle metastaz riskini tahmin etmede yararlıdır. Retraksiyon artefaktı fenomeni lenfatik yayılımın erken aşamasında görülebileceğinden prognostik değeri olabilir, lenfatik yayılım ve metastaz ihtimalini ön görebilir. Biz de çalışmamızda retraksiyon artefaktı ile özellikle lenfovasküler invazyon ve nodal metastaz olmak üzere diğer klinikopatolojik parametreler arasındaki ilişkiyi araştırdık.
Materyal ve Metot: Çalışmamızda 2010-2015 yılları arasında modifiye radikal mastektomi materyallerinden invaziv duktal karsinom tanısı almış toplam 191 olgu retrospektif olarak incelendi. Hematoksilen Eozin (HE) boyalı kesitlerin tamamındaki tümör dokusu için retraksiyon artefaktı varlığını 4 puan üzerinden sınıflandırıldı. 2+ ve üzerini anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Vakaların 45’inde (%23,6) retraksiyon artefaktı izlenmemiştir. 51’inde (%26,7) +1, 57’inde (%29,8) +2, 36’sında (%18,8) +3 ve 2’sinde (%1) +4 oranında retraksiyon artefaktı tespit edilmiştir. Retraksiyon artefaktı saptanan 95 olgunun 76’sında (%65) lenfovasküler invazyon izlenmiştir. Nodal metastazı olan 113 olgunun 68’sinde (%60,2) retraksiyon artefaktı mevcuttur.
Sonuç: Retraksiyon artefaktı varlığı ile histolojik derece, in situ karsinom varlığı, tümör evresi, lenfovasküler invazyon ve lenf nodu metastazı arasında pozitif korelasyon saptanmıştır. Meme kanserinde retraksiyon artefaktı ile lenfanjiyogenez ilişkisi anlamlıdır. Ancak bulgularımız moleküler çalışmalar ile desteklenmelidir.
Aim: Invasive breast cancers are the most common cause of death among women in our country as well as in all the world. The cause of death from breast cancer is usually metastasis. Determination of the metastatic potential of the tumor is the most important factor that guides treatment. The assessment of the lymphatic spread in the tumor is useful particularly in predicting the risk of metastasis. Since retraction artifact can be seen in the early stage of lymphatic spread, this phenomenon may have a prognostic value and predict the likelihood of metastasis. In our study, we investigated the relationship between retraction artifact and other clinicopathologic parameters especially lymphovascular invasion and nodal metastasis.
Material and Method: In our study, 191 patients with invasive ductal carcinoma who were diagnosed by modified radical mastectomy materials between 2010 and 2015 year were evaluated retrospectively. Retraction artifact was classified as 1+ to 4+ on the basis of the proportion of the tumor cell nests exhibiting this phenomenon in haematoxylin-eosin (HE) stained slides. 2+ and above was considered significant.
Results: Retraction artifact was not observed in 45 (%23.6) cases Respectively retraction artifact was detected as +1 in 51 cases (26.7%), +2 in 57 cases (29.8%), +3 in 36 cases (18.8%) and +4 in 2 cases (1%). Lymphovascular invasion was observed in 76 (65%) of 95 cases with retraction artifact. 68 (60.2%) of the 113 cases with nodal metastasis had retraction artifact.
Conclusion: In our study, positive correlation was found between the presence of retraction artifact and histological grade, in situ carcinoma, tumor stage, lymphovascular invasion, lymph node metastasis. The relationship between retraction artifact and lymphangiogenesis is significant in breast cancer. However, our findings should be supported by molecular studies.

12.
Spinal Brusella Enfeksiyonlarında Diskitis, Multifokal Diskitis ve Apse Oluşumu
Discitis, Multifocal Discitis and Abscess in Spinal Brucella Infections
Zeki Serdar Ataizi, Serdar Ercan
doi: 10.5505/kjms.2019.74875  Sayfalar 203 - 207
Amaç: Bruselloz çeşitli organ ve sistemleri etkileyebilen ve Türkiye’de ve dünyada dağılım gösteren bir zoonozdur. Kas iskelet sisteminin bu hastalıkta tutulum sıklığı %10-85 arasında değişmekte olup, bu sistem içinde en çok omurgada tutulumu izlenmektedir. Çok seviyeli omurga tutulumu ve apse formu çok nadir görülmektedir.
Materyal ve Metot: Medikal tedaviye cevap vermeyen ve cerrahi tedavi uygulanan spinal yerleşimli brusella enfeksiyonunu olan hastalar çalışmaya dahil edilmiştir.
Bulgular: Cerrahi tedavi sonrasında semptomların gerilediği izlendi ve VAS skorunun anlamlı olarak azaldığı tespit edildi.
Sonuç: Cerrahi müdahale spinal spondilodiskitis, multifokal diskitis ve apse tedavisinde tedavi süresini kısaltmakta ve semptomları azaltmaktadır.
Aim: Brucellosis is a zoonosis that can affect various organ systems and systems and showing distribution in Turkey and in the World. The frequency of involvement of musculoskeletal system in this disease varies between 10-85% and it is mostly seen in the spine. Multilevel spine involvement and abscess form is very rare.
Material and Method: Patients with spinal brucella infection who did not respond to medical treatment and underwent surgical treatment were included in the study.
Results: Symptoms regressed after surgical treatment.
Conclusion: Surgical intervention reduces treatment time and reduces symptoms in the treatment of spinal spondylodiscitis, multifocal discitis and abscess.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
13.
Yıldırım Çarpması Sonrasında Gelişen Göz Problemleri: Olgu Sunumu
Ocular Problems Following Lightning Strike Injury: A Case Report
Erel İçel, Adem Türk, Turgay Uçak, Yücel Karakurt, Nurdan Gamze Taşlı, Sümeyye Burcu Ağcayazı
doi: 10.5505/kjms.2019.79577  Sayfalar 208 - 213
Yıldırım çarpması sonrası sol ayak yanığı gelişen 28 yaşında kadın hasta aynı gün ani göz semptomları gelişmesi üzerine tarafımıza konsülte edildi. Olgunun tashihli görme seviyeleri sağda ve solda LogMAR ile 0.00 ve 0.69 idi. Göz içi basıncı (GİB) değerleri sağda 7, solda 4 mmHg idi. Biyomikroskopik muayenesinde sağ göz normal görünümde, sol gözde konjonktival hiperemi, korneal punktat epitelyopati mevcuttu. Dilate fundus muayenesinde sağ göz normaldi. Sol gözde optik disk normal ancak makula bir miktar pigmente görünümdeydi. Hastanın üç gün sonraki kontrolünde görme seviyeleri sağda LogMAR ile 0.00; solda 0.04, fundus incelemesinde ise sağ göz makula normaldi ve sol gözde makulopati mevcuttu. Hastanın sol gözünde 3 ay sonra iridosiklit atağı gelişti ve 5 ay sonraki kontrolde sol gözde katarakt gelişimi saptandığı görüldü. 12. ay kontrolünde görme seviyeleri bilateral 0.00, göziçi basınçları normaldi. Sol göz katarakt seviyesinde ilerleme saptanmadı. Bilateral OKT görüntüleri normaldi.
We were consulted about suddenly occurring ocular symptoms in a 28-year-old woman with burns on her left foot on the same day after a lightning strike. The best corrected visual acuity (BCVA) values in the right and left eyes were LogMAR 0.09 and 0.69, respectively. The intraocular pressure (IOP) was 7 mmHg on the right and 4 mmHg on the left. Conjunctival hyperemia and corneal punctate epitheliopathy were present in the left eye at the biomicroscopic examination. Dilated fundus examination was normal in the right eye. In the left eye, the optic disc was normal but the macula was slightly pigmented. At the follow-up examinations performed 3 days later, visual acuity was normal in the right eye and it was 0.04 (LogMAR) in the left eye. In the right eye macula was normal and in the left eye maculopathy was present at fundus examination. An iridocyclitis attack developed in the left eye in the following 3 months and cataract was observed in the left eye in the 5th-month follow-up. At the 12th follow-up visit, visual acuity was unimpaired bilaterally and IOPs of both eyes were normal. No progression was determined in the cataract in the left eye. Bilateral OCT images were normal.

14.
Ekstra Hepatik Kist Hidatikte Sıradışı Tutulum: Primer Subkutanoz Lumbo-Vertebral Kist Hidatik
Rare Involvement in Extra Hepatic Hydatid Cyst: Primary Subcutaneous Lumbo-Vertebral Hydatid Cyst
Turgut Anuk
doi: 10.5505/kjms.2019.99266  Sayfalar 214 - 216
Echinococcus granulosus’un sıklıkla neden olduğu kist hidatik hastalığı, zoonotik bir hastalık olup, halen hayvancılıkla uğraşan dünyanın birçok ülkesinde endemik olarak görülmektedir. Erken tanı ve temiz cerrahi sınırlardaki tedavisi, hastalığa bağlı morbidite ve mortalite oranlarını azaltmaktadır. Echinococcus granulosus en sık karaciğerde olmak üzere, ikinci sıklıkta akciğerde yerleşir. Nadir de olsa bu iki organ dışında kemik, beyin ve abdominal dışı bölgelerde de görülebilir. Sırtta şişlik, ağrı ve şekil bozukluğu şikayetleri ile genel cerrahi polikliniğine başvuran ve yapılan fizik muayene ile yüzeyel ultrasonografi sonucu operasyon kararı verilen, histopatolojik değerlendirme sonucunda da kist hidatik tanısı konulan bayan hastayı sunmayı amaçladık.
Echinococcus granulosus’s cyst hydatid is a zoonotic disease and is endemic in many countries of the world, still engaged in animal husbandry. Early diagnosis and treatment at sanitary surgical margins reduces morbidity and mortality rates. Echinococcus granulosus is most commonly located in the liver and the second most common in the lung. In rare cases, other than these two organs, it can also be seen in bone, brain and extra-abdominal regions. We aimed to present a female patient who was accepted to the general surgery outpatient clinic with complaints of swelling, pain and deformity in the back, and was decided to undergo surgery by superficial ultrasonography followed by histopathological evaluation.

15.
Aksiller Lenfadenopati: Tek Bir Lenfadenopati ile Kronik Granülomatöz Hastalık Tanısı Alan Çocuk Hasta
Axillary Lymphadenopathy: Only Presentation in an Infant Diagnosed with Chronic Granulomatous Disease
Pınar Gür Çetinkaya, Deniz Çağdaş Ayvaz, İlhan Tezcan
doi: 10.5505/kjms.2019.17048  Sayfalar 217 - 220
Lenfadenit, kronik granülomatöz hastalığın (KGH) en belirgin bulgularından biridir. Katalaz pozi-tif mikroorganizmalarla tekrarlayan enfeksiyonlar, bu hastalarda mortalite ve morbiditeye neden olurlar. Hematopoetik kök hücre naklinden (HKHN) sonra pek çok komplikasyon görülmesine rağmen, KGH’deki tek kesin tedavi yöntemidir. Bu çalışmadaki olgumuz, persistan sol aksiller lenfadenopati ile başvurmuş olup bu sayede X’e bağlı KGH tanısı almıştır. Hastaya HLA tam uyumlu aile dışı vericiden başka bir merkezde HKHN yapıldı ve tam donör kimerizm sağ-landı.
Lymphadenitis is one of the most striking findings in chronic granulomatous disease (CGD). Re-current infections with catalase positive microorganisms cause mortality and morbidity in these patients. Although hematopoetic stem cell transplantation (HSCT) has many complications, it is the only curative treatment in CGD. The patient in this report presented with a persistent left axil-lary lymphadenopathy and was diagnosed with X-linked CGD. The patient underwent a fully HLA-matched unrelated donor HSCT, and full donor chimerism was provided.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git