Kafkas J Med Sci: 14 (1)
Cilt: 14  Sayı: 1 - 2024
Özetleri Gizle | << Geri
1.
Tam Dergi
Full Issue

Sayfalar I - II

ORIJINAL ARAŞTIRMA MAKALESI
2.
Prostaglandin Grubu Antiglokomatöz İlaçların Koroid Kalınlığı Üzerine Kısa Dönem Etkisi
Short-Term Effect of Prostaglandin Group Antiglaucomatous Drugs on Choroid Thickness
Müslüm Toptan, Ali Şimşek
doi: 10.5505/kjms.2024.45538  Sayfalar 1 - 7
Amaç: Primer açık açılı glokom (PAAG) nedeni ile prostaglandin analogu başladığımız hastaların koroid kalınlığını Enhanced-Depth Imaging - Optical Coherence Tomography (EDI-OCT) ile ölçerek etkilerini değerlendirmek.
Materyal ve Metot: Prostaglandin analogu antiglokomatöz damla başlanan 32 hastanın 32 gözü (Grup 1), farklı grup antiglokomatöz ilaç başlanan 32 hastanın 32 gözü (Grup 2), 32 sağlıklı bireyin 32 gözü (kontrol grubu) çalışmaya dâhil edildi. İlaç öncesi bu grupların EDI-OCT ile submaküler koroid kalınlığı (KK) ve göz içi basıncı (GİB) ölçüldü. İlaç başlandıktan sonra 1. hafta, 1. ay ve 3. ayda submaküler KK’ları incelendi.
Bulgular: Hem Grup 1 hem de Grup 2’de ilaç kullanımı ile ortalama submaküler KK ölçümlerinde anlamlı artış saptandı (p<0,001). Tedavi öncesi glokom gruplarında koroid kalınlığı daha ince olmasına rağmen gruplar arasında KK’da anlamlı fark yoktu (p=0,072). Submaküler KK ölçümlerinde 3. ayda gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı fark tespit edilmedi (p=0,198). Glokom gruplarında GİB’deki düşüş istatistiksel olarak anlamlı bulundu (sırasıyla p<0,001, p<0,001).
Sonuç: PAAG nedeniyle prostaglandin veya prostaglandin dışı antiglokomatöz başlanan hastalarda submaküler KK değerlerinde anlamlı artış saptandı. Ayrıca koroid değişikliği açısından glokom grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı.
Aim: To evaluate the effects of patients with whom we started prostaglandin analogues for primary open-angle glaucoma (POAG) by measuring the choroidal thickness with Enhanced-Depth Imaging - Optical Coherence Tomography (EDI-OCT).
Material and Method: Thirty-two eyes of 32 patients (Group 1) in whom prostaglandin analogues antiglaucomatous drops were initiated, 32 eyes of 32 patients (Group 2) who were initiated with different groups of antiglaucomatous drugs, and 32 eyes of 32 healthy individuals (control group) were included in the study. Before the drug, these groups’ submacular choroidal thickness (CT) and intraocular pressure (IOP) were measured with EDI-OCT. Submacular CT of the same groups was measured in the 1st week, the 1st month, and the 3rd month after starting the drug..
Results: A significant increase was detected in mean submacular CT thickness measurements with drug use in both Group 1 and Group 2 (p<0.001). Although the choroidal thickness was thinner in pre-treatment glaucoma groups, there was no significant difference in CT (p=0.072). There was no statistically significant difference between the mean Submacular CT groups of all groups at three months (p=0.198). The decrease in IOP in the glaucoma groups was statistically significant (p<0.001, p<0.001, respectively).
Conclusion: A significant increase in submacular CT values was detected in patients who started prostaglandin or non-prostaglandin antiglaucomatous due to POAG. In addition, no statistically significant difference was found between the glaucoma groups regarding choroidal change.

3.
Spinal Füzyon Cerrahisinde Hounsfield Unit ile Osteopenik ve Osteoporotik Omurganın Belirlenmesi
Determination of Osteopenic and Osteoporotic Spine with Hounsfield Unit in Spinal Fusion Surgery
Güray Bulut, Mevlüt Özgür Taşkapılıoğlu
doi: 10.5505/kjms.2024.09076  Sayfalar 8 - 13
Amaç: Kemik mineral yoğunluğu (KMY), spinal füzyon cerrahisinde önemli bir faktördür. BMD’yi değerlendirmek için Dual X-ray absorpsiyometri (DEXA) altın standarttır. Bu çalışmada, enstrümantasyon ile spinal cerrahi uygulanan Hounsfield üniteleri (HU) kullanan hastaların kemik yoğunluğunu araştırmayı amaçladık.
Materyal ve Metot: 2014–2017 yılları arasında posterior transpediküler vida-rod sistemleri ile posterolateral füzyon operasyonu geçiren 40 yaş ve üzeri 99 olgunun BDT ve DEXA sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Cerrahi planlamada rutin olarak kullanılan lomber BT’den elde edilen vertebra gövdesinin HU değerleri PACS sistemi ile ölçüldü. Her bir omurdan üç ölçüm alındı. Hounsfield ünitesi değerleri yaş gruplarına göre belirlendi. Bu sonuçlar operasyon öncesi ve/veya altı ay içinde alınan L1–4 DEXA sonuçları ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Bilgisayarlı tomografiden elde edilen hastaların HU değerleri dört yaş grubu arasında sınıflandırıldı. Her bir vertebral seviye için HU değerleri, DEXA ile elde edilen T skoru ile karşılaştırıldı. HU değeri ile T skoru arasındaki korelasyonlar anlamlıydı (p <0,001). Ortalama HU değerleri, dekatlar boyunca karşılaştırılan vertebra seviyelerinde tutarlı bir şekilde azaldı. Farklar istatistiksel olarak anlamlıydı. Yaş gruplarında HU değerleri arasında anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Bilgisayarlı tomografiden HU değerlerini ölçerek osteopenik/ osteoporotik omurgayı tahmin etmek, enstrümantasyonda cerrahi planlamaya yardımcı olan basit, uygun maliyetli bir yöntemdir.
Aim: Bone mineral density (BMD) is vital in spinal fusion surgery. Dual X-ray absorptiometry (DEXA) is the gold standard for evaluating BMD. In this study, we aim to assess the bone density of the patients using Hounsfield units (HU) who underwent spinal surgery with instrumentation.
Material and Method: Computed tomography (CT) and DEXA results of 99 cases of 40 years of age or older who had posterolateral fusion operation between 2014 and 2017 were evaluated retrospectively. The HU values of the vertebral body obtained from the lumbar CT, which is routinely used in surgical planning, were measured with the image archiving and communication system (PACS; Maroview, Infinitt Healthcare). Three measurements were taken from each vertebra. Hounsfield unit values were determined according to age groups. These results were compared with the L1–4 DEXA results acquired before the operation and/ or within six months.
Results: HU values of patients obtained from CT were classified between four age groups. Hounsfield unit values of each vertebral level were compared with the T score obtained with DEXA. The correlations of the HU value with the T score were significant (p <0.001). The mean HU values of the compared levels decreased consistently over the ten years. The differences were statistically significant. There was no significant difference between HU values in age groups.
Conclusion: Estimating the osteopenic/ osteoporotic spine by measuring the HU values from CT is a simple, cost-effective method that helps surgical planning at instrumentation.

4.
John Thomas İşareti Pelvis Kırığının Yönünü Gösteren Bir Bulgu mudur?
Is the John Thomas Sign a Finding Indicating the Direction of a Pelvis Fracture?
Emre Karslı, Murat Aras
doi: 10.5505/kjms.2024.91568  Sayfalar 14 - 18
Giriş: John Thomas (JT) bulgusu erkek hastalarda, kalça ya da pelvis kırıklarında penisin kırığın yönünü göstermesi olarak tanımlanır. Yapılan araştırmalarda John Thomas bulgusunun sensitivite ve spesifite değerleri geniş aralıkta değişmektedir.
Materyal Metod: Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Acil Servisine 01.01.2015–14.10.2020 tarihleri arasında travma sebepli başvurmuş ve pelvis tomografisi çekilmiş 18 yaş üzeri erkek hastalar çalışmaya dâhil edildi. Çalışmaya çekilen tomografi sonucunda pelvis kemiklerinde, femur proksimalinde ve femur şaftında fraktür saptanmış olan 118 erkek hasta ile travma sebepli başvurup pelvis tomografisi çekilmiş, herhangi batın, pelvis veya alt ekstremite yaralanması saptanmamış 73 erkek birey dâhil edildi. Penis açısı symphisis pubisten çizilen dikey hat ile penis corpus cavernosum orta hattından penis ucuna çizilen çizginin kesişim açısı olarak kaydedildi. Pelvik asimetrisi mevcut olan bireyler ve önceden pelvis cerrahisi geçirmiş olan bireyler çalışmaya dâhil edilmedi.
Bulgular: Hasta grubun yaş ortalaması 45,2±6,4 yıl, kontrol grubunun yaş ortalaması ise 44,9±5,9 olarak saptandı. Grupların yaş ortalamaları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p=0,557). Pelvisin sol tarafında fraktür saptanan 62 hastanın 52 (%83,9)’sinde JT bulgusu pozitifken, sağ tarafında fraktürü olan 56 hastanın 37’sinde (%66,1) JT bulgusu pozitif olarak saptandı. Hasta grubunda fraktür yönü ve penis yönü arasında orta derecede korelasyon saptandı (p=0,0001, rho=0,509).
Sonuç: Çalışmamız sonucunda John Thomas bulgusunun pelvik fraktürleri tek başına tespit etmede yeterli olmadığı fakat pelvis travması olan ve fraktürden şüphelenilen hastalarda tanı koymada yardımcı olabileceği saptanmıştır.
Introduction: The John Thomas (JT) sign is defined as the penis showing the direction of the fracture in hip or pelvic fractures in male patients. The sensitivity and specificity values of the John Thomas sign vary widely in studies.
Materials and Methods: Male patients over the age of 18 who applied to the Emergency Department of the Faculty of Medicine of Kafkas University between 01.01.2015 and 14.10.2020 due to trauma and who had pelvic tomography were included in the study. The study included 118 male patients who had fractures in the pelvis, proximal femur, and femoral shaft as a result of tomography and 73 male individuals who applied for trauma and had pelvic tomography but did not have any abdominal, pelvis, or lower extremity injuries. The penis angle was recorded as the intersection angle of the vertical line drawn from the symphysis pubis and the line drawn from the midline of the penis corpus cavernosum to the tip of the penis. The study did not include individuals with pelvic asymmetry and those with previous pelvic surgery.
Results: The mean age of the patient group was 45.2±6.4 years, and the mean age of the control group was 44.9±5.9 years. There was no statistically significant difference between the mean ages of the groups (p=0.557. While 52 (83.9%) of 62 patients with fractures on the left side of the pelvis had positive JT sign, 37 (66.1%) of 56 patients with right-side fractures had positive JT sign. There was a moderate correlation between fracture and penile direction in the patient group (p=0.0001, rho=0.509).
Conclusion: As a result of our study, it was determined that the John Thomas sign alone is not sufficient to detect pelvic fractures, but it can help to diagnose patients with pelvic trauma and suspected fractures.

5.
Fibromiyalji Hastalarında Beslenme Durumunun Değerlendirilmesi
Evaluation of Nutritional Status of Fibromialgia Patients
Hakan Toğuç, Murat Toprak
doi: 10.5505/kjms.2024.88785  Sayfalar 19 - 24
Amaç: Fibromiyalji sendromu, sıklıkla iskelet ve kas sistemlerinde gözlenen yaygın ağrı ile gelişen multifaktöriyel bir sağlık sorunudur. Hastalığa ilişkin kullanılan tedavi yöntemleri ile beraber beslenme ve diyet tedavisinin etkili olabileceği düşünülmektedir. Bu araştırmada fibromiyalji sendromuna sahip hasta bireylerin besin tüketimlerinin ve antropometrik ölçümlerinin (vücut ağırlığı, boy uzunluğu, beden kütle endeksi) değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.
Materyal ve Metot: Bu araştırma Van Eğitim ve Araştırma Hastanesi Fizik Tedavi ve Romatoloji Bölümü Poliklinikleri’ne başvuran fibromiyalji tanısı almış, 33,7±6,4 yıl yaş ortalamalarına sahip olan 100 kadın birey ile gerçekleştirilmiştir. Araştırmayı kabul eden katılımcılara anket formu (sosyo-demografik bilgiler, beslenme alışkanlıkları ve antropometrik ölçümlerine ilişkin veriler içeren) araştırmacı tarafından yüz yüze görüşme tekniği ile uygulanmıştır.
Bulgular: Katılımcıların büyük çoğunluğu ev hanımı (%72) iken, katılımcıların %93’ünde yorgunluk ve kas ağrısı, %91’inde uyku bozuklukları olduğu tespit edilmiştir. Katılımcıların %59’unda beden kütle endeksi (BKİ) 25,0–29,9 kg/m² ve %8’inde 30,0–39,9 kg/ m² olduğu bulunmuştur. Bireylerin BKİ’lerinin fibromiyalji hastalık sempromlarından depresyon (p<0,001), anksiyete (p<0,001) ve yorgunluk (p=0,011) ile arasında anlamlı bir fark olduğu saptanmıştır.
Sonuç: Fibromiyalji tedavi aşamasında hastalık semptomlarında azalma ve yaşam kalitesinde artış sağlayabilmek amacıyla bireylerin diyetisyenlere yönlendirilmesi ve beslenme durumlarının değerlendirilirken antropometrik ölçümerin de dikkate alınması gerekmektedir.
Aim: Fibromyalgia syndrome is a multifactorial health problem that often develops with widespread pain in the skeletal and muscular systems. It is thought that nutrition, diet therapy, and the treatment methods used for the disease may be adequate. This study aims to evaluate the food consumption and anthropometric measurements (body weight, height, body mass index) of patients with fibromyalgia syndrome.
Material and Method: This study was conducted with 100 female individuals with a mean age of 33.7±6.4 years, diagnosed with fibromyalgia, who applied to the Van Training and Research Hospital, Physical Therapy and Rheumatology Department Polyclinics. A questionnaire form (containing data on socio-demographic information, dietary habits, and anthropometric measurements) was applied to the participants who accepted the study using the researcher’s face-to-face interview technique.
Results: While the majority of the participants were housewives (72%), it was determined that 93% of the participants had fatigue and muscle pain, and 91% had sleep disorders. Body mass index (BMI) was 25.0–29.9 kg/m² in 59% of the participants and 30.0– 39.9 kg/m² in 8%. It was determined that there was a significant difference between the BMIs of the individuals with the symptoms of fibromyalgia depression (p<0.001), anxiety (p<0.001), and fatigue (p=0.011).
Conclusion: To reduce the disease’s symptoms and increase the quality of life during the fibromyalgia treatment phase, individuals should be directed to dietitians, and anthropometric measurements should be considered when evaluating their nutritional status.

6.
Septik Artritin Tanı ve Tedavi Takibinde Nötrofil-Lenfosit Oranı
Neutrophil-Lymphocyte Ratio in Septic Arthritis Diagnosis and Treatment Follow-Up
Rıfat Şahin, Mehmet Sabri Balık
doi: 10.5505/kjms.2024.62547  Sayfalar 25 - 30
Amaç: Bu çalışmada nötrofil-lenfosit oranının (NLR), septik artrit (SA) tanısı konulduğundaki ve tedavi sürecindeki değişen değerleri belirlenerek tanı ve tedavi takibindeki kullanılabilirliğini saptamak amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Bu retrospektif çalışma, SA tanısı ile tedavi edilen 44 erişkin hastanın laboratuvar sonuçlarının incelenmesine dayanmaktadır. Hastaların 0., 5., 10., 14. günlerdeki laboratuvar değerleri (WBC, CRP, NLR) ve eklem sıvısı analizinin sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların eklem sıvısındaki ortalama hücre sayısı 46 bin, ortalama PMNL oranı %89,4 idi. Sadece dört hastanın (%9,1) eklem ponksiyon sıvısının gram boyanmasında mikroorganizma görüldü. Eklem sıvısı kültüründe üreme görülen hasta sayısı sadece 11 idi (%25); 0., 5., 10. ve 14. günler için ortalama değerler CRP için sırasıyla 135,2, 88,1, 47,3 ve 22,2; WBC için 9,94, 7,86, 7,42 ve 7,44; NLR için 4,9, 3,8, 3,0 ve 2,4 idi.
Sonuç: Septik artritte gram boyama ve eklem sıvı kültüründe mikroorganizma görülme oranının oldukça düşük olması, eklem sıvısındaki hücre sayısının her zaman net fikir vermemesi nedeniyle tanı ve tedaviye yanıtı değerlendirmede biyobelirteç olarak NLR de yol gösterici olabilir. Septik artrit tanısı alan hastalarda ortalama NLR değeri 4,9 olup tedavi süresince düzenli olarak azalmaktadır. NLR, tedavinin 2. haftasında yaklaşık yarı değerine inmektedir. Bu biyobelirteç SA’nın tanı ve takibinde kullanılabilir. Ucuz ve kolay erişilebilir bir gösterge olduğu için NLR değeri her zaman dikkate alınmalıdır.
Aim: This study aimed to determine the availability of neutrophilto- lymphocyte ratio (NLR) in diagnosis and treatment follow-up by determining the changing values when septic arthritis (SA) is diagnosed and during treatment.
Material and Method: This retrospective study is based on examining the laboratory results of 44 adult patients with a diagnosis of SA. Laboratory values, white blood cell count (WBC), C-reactive protein (CRP), and NLR of the patients on days 0, 5, 10, and 14 and the results of the joint fluid analysis were evaluated.
Results: The mean number of cells in the joint fluid of the patients was 46 thousand, and the mean PMNL rate was 89.4%. Microorganisms were seen in gram staining of joint puncture fluid of only four patients (9.1%). The number of patients with growth in joint fluid culture was only 11 (25%). The mean values for days 0, 5, 10, and 14 were, respectively, 135.2, 88.1, 47.3, and 22.2 for CRP; 9.94, 7.86, 7.42, and 7.44 for WBC; 4.9, 3.8, 3.0 and 2.4 for NLR.
Conclusion: NLR may serve as a valuable biomarker for diagnosing and monitoring treatment in SA, particularly given the low prevalence of microorganisms in gram stains and joint fluid cultures and the variability in cell counts in joint fluid samples. In patients diagnosed with SA, the mean NLR value is 4.9 and consistently decreases during treatment. Within two weeks of initiating treatment, NLR typically decreases by approximately half. This biomarker can aid in diagnosing and ongoing managing SA, offering a cost-effective and readily available indicator that should be routinely considered.

7.
Kronik Hastalığı Olan Bireylerde Sağlık Okuryazarlık ve Sağlık Algısının Değerlendirilmesi
Evaluation of Health Literacy and Health Perception in Individuals with Chronic Diseases
Hilal Kale Aktaş, Recep Aktaş, Okcan Basat
doi: 10.5505/kjms.2024.48742  Sayfalar 31 - 36
Amaç: Sağlık okuryazarlığı, tedaviye uyumda önemli bir unsurdur ve hastalık yönetimi sürecini önemli ölçüde etkilemektedir. Bu çalışma, kronik hastalığı olan bireylerin sağlık okuryazarlığı ve algı düzeylerini değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Materyal ve Metot: Çalışma tek merkezli kesitsel bir çalışmadır. Çalışmanın evrenini Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Polikliniğine başvuran hastalar oluşturmuştur. Çalışmada 360 hastadan elde edilen veriler analiz edilmiş, sosyo-demografik bilgileri ve sağlık durumları bir anket kullanılarak incelenmiştir. Anket yüz yüze görüşme yöntemi kullanılarak hazırlanmıştır. Katılımcıların sağlık okuryazarlığı düzeyleri sağlık okuryazarlığı anketi ile değerlendirilmiş ve sağlık algıları sağlık algısı anketi ile belirlenmiştir.
Bulgular: Çalışmaya katılan 360 kişinin %56,9’u kadındır. Ortalama sağlık algısı puanı 47,13±15,47’dir ve ortalama sağlık okuryazarlığı puanı 102,19±15,98’dir. Bireylerin sağlık okuryazarlığı düzeyleri ile sağlıklarını önemseme düzeyleri arasında pozitif bir ilişki bulunmuştur. Çalışmada sağlık okuryazarlığı yüksek olan bireylerin tıbbi bilgiye ulaşma ve anlama konusunda zorluk yaşamadıkları, sağlık hizmetlerini zamanında ve etkili bir şekilde kullanabildikleri saptanmıştır (sırasıyla p1<0,001, p2: 0,005).
Sonuç: Bu araştırma, kendi sağlıklarını yöneten bireylerin sağlık okuryazarlığı düzeyi ile sağlık bilgilerini anlama düzeyi arasında pozitif ve anlamlı bir ilişki olduğunu ortaya koymuştur. Sağlık okuryazarlığı düzeyi yaş, gelir düzeyi ve eğitim durumu gibi faktörler tarafından belirlenmektedir.
Aim: Health literacy is essential for treatment adherence and significantly affects disease management. This study aims to assess the health literacy and perception levels of individuals with chronic diseases.
Material and Method: The study was a single-centered crosssectional study. The study population included patients who applied to the Family Medicine Outpatient Clinic in The Training and Research Hospital. The study analyzed data from 360 patients, examining their socio-demographic information and health status using a questionnaire. The questionnaire was prepared using a face-to-face method. The participants’ health literacy levels were assessed using a health literacy questionnaire, and their health perceptions were determined using a health perception questionnaire.
Results: Out of the 360 participants in the study, 56.9% were women. The mean health perception score was 47.13±15.47, and the mean health literacy score was 102.19±15.98. A positive correlation was found between individuals’ health literacy levels and their level of care for their health. The study observed that individuals with high health literacy did not struggle to access and comprehend medical information. They could use health services promptly and effectively (p1<0.001, p2: 0.005; respectively).
Conclusion: Research has demonstrated a positive and significant correlation between health literacy and understanding of health information among individuals who manage their health. The level of health literacy is determined by factors such as age, income level, and educational status.

8.
15-49 Yaş Aralığındaki Kadınların Dismenore ile Başetme Yöntemleri
Coping Methods of Women Aged 15-49 with Dysmenorrhea
Özlem Karabulutlu, Melike Yıldız
doi: 10.5505/kjms.2024.15932  Sayfalar 37 - 47
Amaç: Araştırma, 15–49 yaş aralığındaki kadınların dismenore ile baş etmede kullandıkları yöntemleri belirlemek amacıyla tanımlayıcı tipte yapılmıştır.
Materyal ve Metot: Araştırmanın evrenini, Türkiye’nin kuzeydoğu bölgesinde yer alan bir ilde ikamet eden 15–49 yaş grubu kadınlar oluşturmuştur. Araştırmanın örneklemini ise, Kasım–Aralık 2020 tarihinde araştırmaya katılmayı kabul eden 424 kadın oluşturmuştur. Çalışmanın verilerini elde etmek için; “Tanımlayıcı Bilgi Formu” ve “Dismenore Etkilenen Ölçeği” kullanılmıştır. Araştırmanın verileri çevrimiçi görüşme yoluyla toplanmıştır.
Bulgular: Kadınların yaş ortalaması 26,7±7,5’dir. Katılımcıların %34,7’sinin dismenore sebebiyle doktora başvurduğu ve sinirlilik halinin, kasık ağrısının, memelerde hassasiyetin dismenoreye en çok eşlik eden semptomlar olduğu bulunmuştur. Karına sıcak uygulama, uyuma, bitkisel çaylar içme ise kadınların dismenore ile baş etmede en çok kullandıkları yöntemler olarak belirlenmiştir. Ölçeğin ortalama puanı 129,69±26,82 olup bu puan ortalamanın üzerindedir. Menstrual ağrı durumunda analjezik kullanımı ile dismenore etkilenmişlik düzeyi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmaktadır (p<0,001). Dismenore nedeniyle doktora başvurma durumu ile dismenore etkilenmişlik düzeyi arasında anlamlı bir farklılık bulunmaktadır (p<0,001). Dismenore ağrı şiddeti ile dismenore etkilenmişlik düzeyi arasında pozitif yönlü anlamlı ve düşük düzeyde bir ilişki olduğu belirlenmiştir (r=0,365; p<0,001).
Sonuç: Çalışmaya katılan kadınların yarısından fazlasının dismenore ile baş etmek için ilaç kullandığı bulunmuştur. Karına sıcak uygulama yöntemi, çalışmaya katılan kadınların dismenore ile baş etmede en sık kullandığı yöntem olarak belirlenmiştir. Sağlık personelinin dismenorenin olumsuz etkileri, baş etme yöntemleri gibi konulara yönelik kadınlara danışmanlık yapması önerilebilinir.
Aim: This research was conducted in a descriptive type to determine the coping methods with dysmenorrhea used by women between the ages of 15–49.
Material and Method: The study population consisted of women aged 15–49 residing in a city in the north eastern region of Türkiye. The study sample consisted of 424 women who agreed to participate in the research from November to December 2020. “Descriptive Information Form” and “Dysmenorrhea Affected Scale” were used to obtain the study data. The research data was collected through an online interview.
Results: The mean age of women was 26.7±7.5 years. It was determined that 34.7% of the participants consulted a physician due to dysmenorrhea, and irritability, groin pain, and breast tenderness were the most common symptoms accompanying dysmenorrhea. Applying heat to the abdomen, sleeping, and drinking herbal teas were determined as the most common methods used by women to cope with dysmenorrhea. The average score on the scale is 129.69±26.82, which is above average. In the case of menstrual pain, there is a statistically significant difference between the use of analgesics and the level of dysmenorrhea (p<0.001). It was determined that there was a positive, substantial, and low-level relationship between the severity of dysmenorrhea pain and the level of dysmenorrhea affected (r=0.365; p<0.001).
Conclusion: More than half of the women participating in the study were found to use medication to cope with dysmenorrhea. The method of applying hot to the abdomen was determined as the most common method used by the women participating in the study in coping with dysmenorrhea. The following can be suggested: Counseling women by health personnel on issues such as the adverse effects of dysmenorrhea and coping methods.

9.
Melatonin Uygulanan Ratların Pankreas Dokusunda Ghrelin İmmünoreaktivitesinin Belirlenmesi
Determination of Ghrelin Immunoreactivity in the Pancreas Tissue of Rats Supplied with Melatonin
Ayşe Aydoğan, Engin Yalmancı, Seher Koç Saltan, Şahin Aslan
doi: 10.5505/kjms.2024.98957  Sayfalar 48 - 53
Amaç: Melatonin uygulamasının, pankreas üzerindeki histolojik etkisi ve pankreastan sekresyonu sağlanan ghrelinin, immünohistokimyasal olarak lokalizasyonunun belirlenmesi amaçlanmıştır.
Materyal ve Metot: Çalışmada 10–12 haftalık 30 adet erkek Spraque Dawley türü rat kullanıldı. Melatonin, etanolde çözdürülüp serum fizyolojik su ile sulandırılarak 10 mg/kg dozda ve 21 gün boyunca intraperitoneal yolla deneme grubuna enjekte edildi. Deneysel uygulamanın sonunda ratların pankreas dokuları alındı. Histolojik ve immünohistokimyasal incelemelerde kullanılmak üzere pankreas doku örnekleri %10’luk formalde tespit edilerek rutin histolojik işlemlerden geçirildi. Ghrelinin immünohistokimyasal lokalizasyonunu belirlemek amacıyla, dokulara ghrelin antikoru (1/50 dilüsyonunda) uygulandı.
Bulgular: Pankreas dokusunun genel histolojik yapısı incelendiğinde, gruplar arasında bir farklılık olmadığı tespit edildi. Sham ve kontrol gruplarında ghrelin immünoreaktivitesi pankreasın, Langerhans adacıklarında ve pars inisiyalis epitelinde görüldü. Melatonin grubunda ise immünoreaktivite görülmedi.
Sonuç: Melatonin uygulamasının, pankreasta herhangi bir histolojik bozukluğa yol açmadığı görüldü. Melatonin uygulamasının pankreastan salgılanan ghrelin seviyesini düşürdüğü tespit edildi.
Aim: This study aimed to determine the histological effect of melatonin administration on the pancreas and the localization of ghrelin, secreted from the pancreas, using immunohistochemical techniques.
Material and Method: The study utilized 30 male Sprague Dawley rats aged 10–12 weeks. Melatonin was dissolved in ethanol and injected intraperitoneally into the experimental group at 10 mg/ kg for 21 days, diluted with a physiological saline solution. After the experimental period, pancreatic tissues were collected from the rats. These tissue samples were fixed in 10% formalin for histological and immunohistochemical examinations and underwent routine histological procedures. The tissues were then treated with a ghrelin antibody (diluted to 1/50) to determine the immunohistochemical localization of ghrelin.
Results: Upon examination of the general histological structure of the pancreatic tissue, no differences were observed between the groups. Ghrelin immunoreactivity was detected in the islets of Langerhans and the pars initialis epithelium of the pancreas in both the sham and control groups but not in the melatonin group.
Conclusion: Melatonin administration did not induce any histological disorders in the pancreas. However, it was found to decrease the ghrelin levels secreted from the pancreas.

10.
Sağlık Kurumlarında İş Stresi, Çalışan Performansı ve Mobbing (Psikolojik Yıldırma) Arasındaki İlişkilerin İncelenmesine Yönelik Ampirik Araştırma
Empirical Research Investigating the Relationships Between Work Stress, Work Performance, and Mobbing (Psychological Bullying) in Health Institutions
Gökhan Keleş, Çağlar Doğru, Ayşe İkinci Keleş
doi: 10.5505/kjms.2024.31384  Sayfalar 54 - 64
Amaç: Bu çalışmanın amacı sağlık kurumlarında iş stresi, iş performansı ve mobbing arasındaki ilişkileri incelemektir.
Materyal ve Metot: 2021 yılında Türkiye’deki herhangi bir sağlık kuruluşunda çalışan 272 bireye, gönüllü katılım ilkesine dayalı olarak, kartopu yöntemiyle anket uygulandı. Web tabanlı anketler Google Documents kullanılarak çevrimiçi olarak hazırlanmış ve tanıtım yazısı ile birlikte sağlık çalışanlarının sosyal adreslerine gönderilmiştir. Anket, demografik bilgiler (8 soru), iş stresi (7 soru), iş performansı (4 soru) ve mobbing (37 soru) olmak üzere dört ana bölümde uygulanmıştır.
Bulgular: Çalışmanın sonucuna göre, akademisyenlerin %36,4, sekreterlerin %30, güvenliklerin %28,6, teknikerlerin %23, sosyal hizmetlerin %22,2, hemşirelerin %20,2, ebelerin %20, hekimlerin %19,5, hasta bakıcıların %15,4 oranında mobbinge maruz kaldığı tespit edilmiştir. Ayrıca erkeklerin kadınlara göre daha fazla mobbinge maruz kaldıkları sonucu elde edilmiştir (p=0,010). Meslek grupları arasında iş stresi ölçeği puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar belirlendi (p=0,001). İş stresinin en yüksek olduğu grup güvenlik personeli olurken, en düşük iş stresinin yaşandığı grup ise hasta bakıcıları oldu. Ayrıca kadınların iş stresinin erkeklere göre daha fazla (p=0,028) olduğu ve kişilerin karşılaştıkları hasta sayıları arasında (p=0,035) istatistiksel olarak farklılıklar bulunmuştur. Hasta sayısı arttıkça iş stresinin arttığı tespit edilmiştir. Katılımcıların iş performansları sonucuna göre katılımcılarda çalışma performansının çok yüksek olduğu tespit edilmiştir. Katılımcılara uygulanan iş performansı ölçek puanı ile katılımcıların en son çalıştıkları kurumdaki toplam çalışma yılı karşılaştırıldığında istatistiksel olarak farklılıklar bulunmuştur (p=0,019). Buna göre 11– 15 yıl arasında çalışanların performanslarının diğer çalışma yıllarına göre düşük olduğu, 21–25 yıl arasında çalışanlarda ise performansın en yüksek olduğu tespit edilmiştir.
Sonuç: Sonuç olarak, herhangi bir sağlık kuruluşunda çalışan bireylerin çalışma ortamında mobbinge maruz kaldıkları ve iş stresi yaşadıkları ancak buna rağmen iyi iş performansı sergiledikleri belirlendi. Mobbing ile iş performansı veya iş stresi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmazken, iş performansı ile iş stresi arasında negatif bir ilişki gözlendi.
Aim: This study examines the relationships between work stress, work performance, and mobbing in health institutions.
Material and Method: A questionnaire was applied to 272 individuals working in any health institution in Türkiye in 2021 based on voluntary participation with the snowball method. The web-based questionnaires were prepared online using Google Documents. They were sent to the health workers’ social-based addresses together with an introductory letter. The questionnaire was applied in four main sections: demographic information (8 questions), work stress (7 questions), work performance (4 questions), and mobbing (37 questions).
Results: The study showed that 36.4% of academics, 30% of secretaries, 28.6% of security staff, 23% of technicians, 22.2% of social workers, 20% of midwives, 19.5% of physicians, and 15.4% of patient carers were exposed to mobbing. In addition, men were more subjected to mobbing than women (p=0.010). Statistically significant differences were determined between the occupational groups regarding work stress scale scores (p=0.001). The group with the highest work stress was security staff, with patient carers being the group with the lowest stress. Women also experienced significantly higher levels of work stress than men (p=0.028). Statistically, significant differences were also observed regarding the number of patients encountered (p=0.035). Work stress was found to increase in line with patient numbers. Analysis of the participants’ work performance showed that such performance was very high. Significant variations were determined between work performance scale scores and the years spent working in the most recent institution (p=0.019). The work performance of participants who had worked for 11–15 years was lower than that of other periods, the highest work performance being observed in participants with 21–25 years of work experience.
Conclusion: In conclusion, individuals working in any health institution were found to be exposed to mobbing and to experience work stress in the working environment but exhibited good work performance. No statistically significant association was determined between mobbing and work performance or stress. At the same time, a negative correlation was observed between work performance and work stress.

11.
Sağlıklı Bireylerde Seçici Yeme, Duygusal Yeme ve Beden Algısının Değerlendirilmesi
Assessment of Picky Eating, Emotional Eating and Body Perception in Healthy Individuals
İzzet Ülker, Kübra Esin, Süleyman Köse, Bartu Eren Güneşliol, Feride Ayyıldız
doi: 10.5505/kjms.2024.45336  Sayfalar 65 - 71
Amaç: Bu çalışmanın amacı, sağlıklı bireylerde beden imajı, duygusal yeme ve seçici yeme arasındaki ilişkinin incelenmesidir.
Materyal ve Metot: Bu çalışma, 18–60 yaş aralığındaki 639 kişiyle [385(%60,3) kadın ve 254 (%39,7) erkek] çevrimiçi anket yoluyla gerçekleştirilmiştir. Beden imajı algısı Stunkard Beden İmajı Derecelendirme Ölçeği ile değerlendirildi. Seçici yeme davranış ve tutumlarını değerlendirmek için Yetişkin Seçici Yeme Anketi (APEQ) kullanıldı. Yeme davranışlarını değerlendirmek için Duygusal Yeme Ölçeği de kullanıldı. Vücut ağırlığı ve boy uzunluğuna ilişkin antropometrik ölçümler kişisel bildirim esasına göre alınmıştır. Gruplar arasındaki farkı analiz etmek için tek yönlü ANOVA testi kullanılmıştır.
Bulgular: Katılımcıların %23,8’i beden imajından memnun iken, %76,2’si beden imajından memnun değildi (%61,5’i kilo vermek, %14,7’si kilo almak istiyordu). Beden imajından memnuniyetsizliğin duygusal yeme ve alt boyutlarıyla ilişkili olduğu belirlenmiştir (p<0,05). Beden kitle endeksi (BMI) sınıflamasına göre zayıf ve obez olanlar arasında seçici yeme toplam puanı ile duygusal yeme toplam puanı arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur (p<0,05).
Sonuç: Seçici duygusal yeme, vücut ağırlığı ve beden algısı ile ilişkilidir. Gelecekte yapılacak yüz yüze çalışmalarda depresyon, anksiyete, stres ve yaşam kalitesi parametrelerinin değerlendirilmesine ihtiyaç olduğu düşünülmektedir.
Aim: This study investigated the association between choosy eating, emotional eating, and body image in healthy individuals.
Materials and methods: This study was conducted with 639 people [385(60.3%) women and 254 (39.7%) men] aged 18–60 years through online surveys. The Stunkard Figure Rating Scale assessed how people see their bodies. Adult Picky Eating Questionnaire (APEQ) was used to determine picky eating behaviors and attitudes. The Emotional Eater Scale was also used to assess eating behaviors. Anthropometric measurements of body weight and height were taken on a self-reported basis. One-way ANOVA was used to analyze the differences between the groups.
Results: While 23.8% of the participants were satisfied with their body image, 76.2% were unsatisfied with their body image (61.5% wanted to lose body weight, 14.7% wanted to gain body weight). Body image dissatisfaction was found to be associated with emotional eating and its sub-dimensions (p<0.05). According to the body mass index (BMI) classification, a statistically significant difference was discovered between the total score of picky eating and the total score of emotional eating between underweight and obese people (p<0.05).
Conclusion: Picky eating is associated with emotional eating, body weight, and body perception. It is thought that there is a need to evaluate depression, anxiety, stress, and quality of life parameters in future face-to-face studies.

12.
Koklear Dış Tüy Hücrelerine Kronik ve Akut Sodyum Salisilat Uygulamasına GLUT5 Metilasyon ve Elektromotil Yanıtlar
Methylation of GLUT5 and Electromotile Responses During Chronic and Acute Sodium Salicylate Administration in the Cochlear Outer Hair Cells
Mustafa Yıldız, Metin Budak, Züleyha Dilek Gülmez, Erdoğan Bulut
doi: 10.5505/kjms.2024.95870  Sayfalar 72 - 79
Amaç: Prestin molekülü ve taşıyıcı fruktoz GLUT5 dış tüy hücrelerinin lateral duvarlarında önemli bir parçasıdır. Bu çalışma GLUT5 genindeki epigenetik değişiklikleri araştırmayı amaçlamıştır.
Materyal ve Metot: Hayvanlar rastgele üç gruba ayrıldı. Birinci gruba enjeksiyon yapılmadı (n=3). Grup 2 (n=3) ve 3 (n=6)’e sırasıyla kas içi salin ve sodyum salisilat enjekte edildi. Elektrofizyolojik ölçümler akut etkiyi değerlendirmek için 1., 2. ve 8. saatlerde ve kronik etkiyi değerlendirmek için 2. haftada gerçekleştirilmiştir. GLUT5 genindeki epigenetik değişiklikler Metilasyon spesifik PCR yöntemi kullanılarak araştırıldı.
Bulgular: Akut etkide tüm frekanslarda elektrofizyolojik ölçümlerde anlamlı bir azalma görülürken (p<0,01), kronik etkide Grup 3 için anlamlı bir fark yoktu (p>0,05). Bununla birlikte, GLUT5 metilasyonunun akut uygulama sırasında arttığı ve ardından kronik dönemle birlikte normale dönme eğiliminde olduğu gözlenmiştir.
Sonuç: Bulgularımız GLUT5 metilasyonunun dış tüy hücrelerinin lateral duvarlarında GLUT5 ekspresyonunu azaltabileceğini ve böylece GLUT5 ekspresyonunun azalmasına bağlı olarak hücre membranında prestine bağlı fruktoz taşınımını değiştirebileceğini göstermektedir.
Aim: Prestin molecule and transporter fructose GLUT5 in the lateral walls of outer hair cells are essential. This study aimed to investigate epigenetic alterations in the GLUT5 gene.
Materials and methods: The animals were divided into three groups randomly. No injection was received in the first group (n=3). Groups 2(n=3) and 3(n=6) were injected with intramuscular saline and sodium salicylate, respectively. Electrophysiological measurements were performed at 1st, 2nd, and 8th hours to evaluate the acute effect and in 2 weeks to evaluate the chronic effect. Methylation of CpG dinucleotides in the promoter can lead to dysregulated and repressed gene expression. Genomic DNA was isolated from bone tissues, treated with bisulfite, and analyzed using methylation specific PCR (polymerase chain reaction) (MSP). Epigenetic alterations in the GLUT5 gene were investigated by using the MSP method.
Results: There was a significant decrease in electrophysiological measurements at all frequencies in the acute effect (p<0.01), whereas there was no significant difference in the chronic effect for Group 3 (p>0.05). However, methylation of GLUT5 was observed to be increased during acute administration, followed by a decreasing trend to normal during the chronic period.
Conclusion: Our findings show that methylation of GLUT5 may decrease GLUT5 expression in lateral walls of outer hair cells, thereby changing prestin-bound fructose transport in cell membranes due to reduced GLUT5 expression.

13.
Hepatosellüler Karsinomda Tedavi Maliyeti ve Tedavi Yöntemlerinin Sağkalım Üzerine Etkisi
Effect of Treatment Cost and Methods on Survival in Hepatocellular Carcinoma
Neziha Ulusoylar Erken, Filiz Araz, Ertuğrul Erken, Birol Özer
doi: 10.5505/kjms.2024.68094  Sayfalar 80 - 86
Amaç: Hepatosellüler karsinom (HSK) tanısı alan hastaların sağkalım verileri farklılık göstermektedir. Çalışmamızın amacı, HSK tanısı alan sirotik hastaların tedavi ile ilişkili olarak maliyet ve sağkalım verilerini incelemektir.
Materyal ve metot: Mayıs 1998 ve Mart 2015 tarihleri arasında tek merkezde tedavi gören, 157 hastanın bilgileri tarandı. Etiyoloji, biyopsi sonucu, Child-Pugh-Turcotte (CPT) skoru, Barcelona Clinic Liver Cancer (BCLC) evrelemesi, tedavi cevabı, maliyet ve prognostik faktörleri kaydedildi. Siroz komplikasyonları ve diğer hastalalıklara bağlı vefat edenler çalışmadan çıkarıldı.
Bulgular: 157 hastanın (%82,8 erkek) tanı anındaki ortalama yaşı 62,2±1,4 yıl idi. Etiyolojide HBV (%56), HCV (%26,1), kriptojenik (%11,7) ve diğer patolojiler (%19,1) mevcuttu. Ortanca kitle boyutu 4 (0,5–28) cm idi. Kitle sayılarına göre %46,5 tek kitle, %19,1’inde iki adet kitle ve %34,2 hastada ise ≥3 kitle saptandı. Uygulanan tedaviler, palyatif (n: 53), transarteriyel kemoembolizasyon-TAKE (n: 53), radyofrekans ablasyon-RF (n: 14), radyoembolizasyon (n: 3), alkol (n: 5) ve kemoterapi (n: 14) idi. Rezeksiyon (n: 9) ve transplantasyon (n: 6) sadece birkaç hastaya uygulanmıştı. Tedavi öncesi, 114 hasta (%72,6) CPT A/B idi. Fakat başlangıçta tüm hastaların %59,3’ünde (n: 93) BCLC evrelemesi B/C idi. Ortalama sağkalım 11,6±0,9 ay ve bir senelik sağkalım olasılığı %32 olarak saptandı. Kaplan-Meier analizi ile incelendiğinde tedavi öncesi CPT skoru, BCLC evresi (evre B: HR=9,58, %95 G.A.=1,03–88,98, p=0,047; evre C: HR=13,41, %95 G.A.=1,37–130,85, p=0,026, evre D: HR=24,72, %95 G.A.=2,33– 262,46, p=0,008), TAKE yapılması (HR=2,36, %95 G.A.=1,18–4,71, p=0,015) ve rezeksiyon yapılmasının sağkalımla anlamlı olarak ilişkili olduğu bulundu. Cox regresyon analizine göre BCLC evrelemesinin, sağkalım üzerinde bağımsız risk faktörü olduğu saptandı. Tedavi modaliteleri arasında maliyet açısından anlamlı fark saptanmadı. (p=0,656)
Sonuç: Hepatosellüler karsinom tanı anında, öncelikle rezeksiyon ve transplantasyon uygunluğu değerlendirilmeli, küçük kitlelerin varlığında ise RF düşünülmelidir. Hepatosellüler karsinom için erken dönemde uygulanan küratif tedavilerin maliyet açısından daha etkin olduğunu, BCLC evresi ve TAKE uygulamasının ise sağkalım açısından önemli olduğunu gözlemledik.
Aim: Survival data for patients with hepatocellular carcinoma (HCC) is heterogeneous. We aimed to analyze the survival and cost of treatment in cirrhotic patients with HCC.
Materials and methods: From May 1998 to March 2015, 157 patients with HCC diagnosed and treated in a single center were assessed retrospectively. Etiology, biopsy findings, Child-Pugh- Turcotte (CPT) scores, Barcelona Clinical Liver Cancer (BCLC) stages, treatment response, cost, and prognostic factors were recorded. Deaths due to complications of cirrhosis or other diseases were excluded.
Results: 157 patients (82.8% male) with a mean age of 62.2±11.4 years at diagnosis were included. Etiology was HBV (56%), HCV (26.1%), cryptogenic (11.5%), and others (6.4%). Median lesion diameter was 4 (0.5–28) cm. 1, 2, and ≥3 lesions were present in 46.5%, 19.1%, and 34.2% of patients, respectively. Treatments were as follows: palliative (n: 53), transarterial chemoembolization- TACE (n: 53), radiofrequency ablation-RF (n: 14), radioembolization (n: 3), alcohol (n: 5), and chemotherapy (n: 14). Resection (n: 9) and transplantation (n: 6) were amenable in few patients. Before treatment, 114 (72.6%) patients were in the CPT A/B group, but 93 (59.3%) of all patients were initially staged as BCLC-C/D. Overall survival was 11.6±0.9 months, with 32% probability of surviving one year. Kaplan-Meier analysis revealed that pre-treatment CPT score, BCLC stage, TACE, and resection significantly affect survival. Cox regression defined BCLC stage (stage B: HR=9.58, 95% CI=1.03–88.98, p=0.047; stage C: HR=13.41, 95% CI=1.37– 130.85, p=0.026, stage D: HR=24.72, 95% CI=2.33–262.46, p=0.008) and TACE (HR=2.36, 95% CI=1.18–4.71, p=0.015) as independent predictors of survival.
Conclusion: Treatment modalities were not significantly different in terms of cost (p=0, 656). Hepatocellular carcinoma was usually diagnosed late, and treatment modalities were similar in cost. Barcelona clinical liver cancer stage and TACE were predictive of survival.

14.
%1.8 ve %3 Sodyum Hiyalüronat ile Komplikasyonsuz Katarakt Cerrahisi Sonrası Kornea Endotel Parametreleri ve Göz İçi Basıncı Değişikliklerinin Karşılaştırılması
Comparison of Corneal Endothelial Parameters and Intraocular Pressure Alterations After Uneventful Cataract Surgery with 1.8% and 3% Sodium Hyaluronate
Emre Aydın, Hasan Akgöz, Mehmet Gökhan Aslan
doi: 10.5505/kjms.2024.92604  Sayfalar 87 - 93
Amaç: Yeni geliştirilen, %1,8 ve %3 konsantrasyonlara farklılaştırılmış iki sodyum hiyalüronat (Na-Hy) ürününün etkinliğini ve güvenliğini değerlendirmek.
Materyal ve Metot: Elli dokuz komplikasyonsuz fakoemülsifikasyon katarakt ameliyatı retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar ameliyatın kapsüloreksis ve fakoemülsifikasyon aşamalarında kullanılan oküler viskoelastik maddeye (OVD) göre iki gruba ayrıldı. %3 Na-Hy grubunda 30, %1,8 Na-Hy grubunda ise 29 hasta vardı. Hastalar speküler mikroskopi ile endotel değişiklikleri ve ameliyat sonrası göz içi basıncı (GİB) değişiklikleri açısından değerlendirildi. Sistemik hastalıkları, intraoperatif komplikasyonları veya matür kataraktı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı.
Bulgular: İki grup arasında demografik özellikler açısından anlamlı bir fark yoktu. Ortalama fako süresi %3 Na-Hy grubunda 10,8±3,58 saniye, %1,8 Na-Hy grubunda ise 10,55±3,85 saniye idi. Preoperatif, postoperatif 1. ve 3. ay endotel hücre yoğunluğu ölçümleri sırasıyla %3 Na-Hy grubunda 2525,8±219,7, 2304,7±197,6 ve 2230,6±208,8 hücre/ mm2 idi ve 1,8 Na-Hy grubunda ise 2549,7±222,4, 2256,6±198,4 ve 2166,3±201,5 hücre/ mm2 idi. Ameliyat öncesi, ameliyat sonrası 1. gün ve 1. hafta GİB ölçümleri sırasıyla %3 Na-Hy grubunda 17,1±2,56, 20,5±3,82 ve 15,76±2,19, %1,8 Na-Hy grubunda ise 15,96±2,56, 18,1±3,35 ve 14,93±2,15 idi. Endotel hücre yoğunluğundaki azalma, %1,8 Na- Hy ile tedavi edilen grupta belirgin şekilde daha fazlaydı, ancak postoperatif göz içi basıncındaki (GİB) değişiklikler açısından gruplar arasında anlamlı bir fark gözlenmedi.
Sonuç: Her iki Na-Hy ürünü de rutin katarakt vakalarında güvenli ve etkili görünmektedir. %3 Na-Hy, minimal GİB yükselmesine neden olurken kornea endotelini koruma konusunda daha iyi bir performans gösterdi.
Aim: To assess the effectiveness and safety of two recently developed sodium hyaluronate (Na-Hy) items, differentiated by concentrations of 1.8% and 3%.
Material and Method: Fifty-nine uneventful phacoemulsification cataract surgeries were retrospectively evaluated. Patients were separated into two groups according to the ocular viscoelastic device (OVD) used in the capsulorhexis and phacoemulsification steps of the surgery. There were 30 patients in the 3% Na-Hy group and 29 patients in the 1.8% Na-Hy group. Patients were evaluated regarding endothelial changes by specular microscopy and postoperative intraocular pressure (IOP) alterations. Patients with systemic diseases, intraoperative complications, or mature cataracts were excluded.
Results: The two groups had no significant difference in demographic characteristics. Mean phaco time was 10.8±3.58 seconds in the 3% Na-Hy group and 10.55±3.85 seconds in the 1.8% Na- Hy group. The preoperative, postoperative 1st, and 3rd months endothelial cell density (ECD) measurements were 2525.8±219.7, 2304.7±197.6 and 2230.6±208.8 cells/mm2 in the 3% Na-Hy group, and 2549.7±222.4, 2256.6±198.4 and 2166.3±201.5 cells/ mm2 in the 1.8% Na-Hy group, respectively. The preoperative, postoperative 1st day and 1st week IOP measurements were 17.1±2.56, 20.5±3.82 and 15.76±2.19 in 3% Na-Hy group and 15.96±2.56, 18.1±3.35 and 14.93±2.15 in 1.8% Na-Hy group, respectively. The reduction in endothelial cell density was notably greater in the group treated with 1.8% Na-Hy. At the same time, no significant differences were observed among the groups regarding changes in postoperative intraocular pressure (IOP).
Conclusion: Both Na-Hy products seem safe and effective for routine cataract cases. The 3% Na-Hy showed a better performance for corneal endothelium protection while causing minimal IOP elevation.

OLGU SUNUMU VEYA SERISI
15.
Zuklopentiksol Dekonatın Neden Olduğu Geç Okülojirik Kriz: Olgu Sunumu
Zuclopenthixol Decanoate Induced Tardive Oculogyric Crisis: A Case Report
Ahmet Çalışkan, İbrahim Gündoğmuş
doi: 10.5505/kjms.2024.46034  Sayfalar 94 - 96
Zuklopentiksol, şizofreni ve diğer psikotik bozuklukları tedavi etmek için kullanılan tipik bir antipsikotik ilaçtır. Etkili ve güvenilir bir ajan olmasına rağmen bazı yan etkilere neden olabilir. En yaygın yan etkileri akatizi, hiperkinezi ve hipokinezi gibi ekstrapiramidal semptomlardır. Zuklopentiksol dekanoat uzun etkili bir formdur. Oculogyric kriz, göz kaslarının distonik reaksiyonunun bir sonucu olarak her iki gözün bakışının saniyeler ila saatler içinde yukarı doğru yükselmesidir. Antipsikotik, antiemetik, antidepresan, antiepileptik ve antimalaryal ilaçların yan etkisi olarak görülebilir. Bu yazıda zuklopentiksol dekanoat kullanımı sonrası gelişen tardif okülojirik kriz olgusu sunulmaktadır.
Zuclopenthixol is a typical antipsychotic drug used to treat schizophrenia and other psychotic disorders. Although effective and reliable, it can cause some side effects. The most common adverse effects are extrapyramidal symptoms such as akathisia, hyperkinesia, and hypokinesia. Zuclopenthixol decanoate is a long-acting form of the medication. The oculogyric crisis is the upward elevation of the gaze of both eyes within seconds to hours, resulting from the dystonic reaction of the eye muscles. It can occur as an adverse reaction to antipsychotic, antiemetic, antidepressant, antiepileptic, and antimalarial drugs. This article presents a case of tardive oculogyric crisis developed after using zuclopenthixol decanoate.

16.
Kistik Bronşektazi ile Nadir Bir Birliktelik, Akut Renal Yetmezlik ve Elektrolit İmbalansı
A Rare Presentation of Cystic Bronchiectasis with Acute Renal Failure and Electrolyte Imbalance
Ersin Kuloğlu, Abdülbaki Elmas
doi: 10.5505/kjms.2024.69009  Sayfalar 97 - 100
Altmış iki yaşında kistik bronşektazi öyküsü olan kadın hasta halsizlik, bulantı ve nefes darlığı şikâyetleri ile acil servise getirildi. Hasta, eşlik eden akut böbrek yetmezliği, hipokalsemi, hipokalemi ve hipomagnezemi nedeniyle dâhiliye servisine yatırıldı. Hastaya oral aktif vitamin D tedavisi başlandı. Düzeltilmiş kalsiyum değeri 6,4 mg/dl olan hastaya intravenöz kalsiyum tedavisi başlandı. Hastaya ek olarak intravenöz potasyum ve intravenöz magnezyum replasmanı yapıldı. Hastanın volüm yüklenmesini önlemek için sıvı alımı ve idrar çıkışı izlendi. Tedaviden beş gün sonra hastanın kreatinin değeri normal sınırlara geriledi. Elektrolit imbalansı olmayan ve şikâyetleri gerileyen hasta yatışının 8. gününde önerilerle taburcu edildi. Klinisyenler, kistik bronşektazili hastalarda renal yetmezlik ve elektrolit imbalansı eşlik etme potansiyeline karşı dikkatli olmalıdır.
A 62-year-old female patient with a history of cystic bronchiectasis was brought to the emergency department with complaints of weakness, nausea, and shortness of breath. The patient was hospitalized at the internal medicine service for the accompanying acute renal failure, hypocalcemia, hypokalemia, and hypomagnesemia. The patient was started on oral active vitamin D therapy. Intravenous calcium treatment was given to the patient with a corrected calcium value of 6.4 mg/dl. In addition, intravenous potassium and intravenous magnesium replacement were performed. The patient’s fluid intake and output were monitored to prevent fluid overload. The creatinine value of the patient decreased to the normal limits after five days of treatment. The patient, who had no electrolyte imbalance and whose complaints regressed, was discharged on the 8th day of hospitalization with recommendations. Clinicians should be careful about the potential risk of accompanying renal failure and electrolyte imbalance in patients with cystic bronchiectasis.

 

Creative Commons Lisansı
Bu eser Creative Commons Alıntı-GayriTicari-Türetilemez 4.0 Uluslararası Lisansı ile lisanslanmıştır.


Kafkas Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Kafkas Tıp Bilimleri Dergisi Editörlüğü
Kars, Türkiye    

Telefon: +90 474 225 11 92 - 93                                    Faks: +90 474 225 11 96

e-mail: edit.tipdergi@gmail.com

Yukarı Git